2 Ocak 1988 tarihinde İskoçya’nın en önemli iki kulübünden biri olan Glasgow Rangers’ın ilk siyah oyuncusu Mark Walters, yine aynı ülkenin diğer önemli takımı Celtic ile oynanan maçta ırkçı bir saldırıya maruz kaldı. Bir kısım Celtic taraftarı, ellerindeki muzları Walters’a doğru fırlatıyor, maymun sesler çıkartıyor, maymun taklidi yapıyordu. Hatta bir kısmı filmlerde görülen “takım elbise giymiş maymun” figürüne gönderme yaparak, üzerlerine smokin benzeri giysiler bile giymişti. Bu ırkçı saldırı, sonradan “sahaya muz atma” olarak adlandırılacak olayın muhtemelen ilk örneğini oluşturuyordu.
İlerleyen yıllarda pek çok siyah sporcu – genellikle futbolcular – benzer ırkçı saldırılara maruz kaldı. Örneğin Barcelona’da oynayan Kamerunlu Samuel Eto’o, takımının 2005 yılında Real Zaragoza ile yaptığı maçta bu ırkçılıkla karşılaştı. Zaragoza taraftarları, Eto’o’nun her topa dokunuşunda maymun sesleri çıkardı, sahaya fıstık attı. Maçın hakemi ise raporunda bu saldırılara yer bile vermedi.
Bu saldırılar elbette Türkiye’de de yaşandı. Galatasaray ile Fenerbahçe’nin 2013’te oynadığı derbi maçında, Fenerbahçeli bir taraftar Galatasaray’ın siyah futbolcuları ‘ya elindeki muzu salladı. Bu hareket tartışmalara neden olurken, söz konusu taraftar hastalığından ötürü muz yediği için yanlış anlaşıldığını öne sürdü.
Aşağı ırklar – üstün ırklar
Siyah tenli insanların beyaz tenlilere göre daha az gelişmiş insanlar olduğu, hatta tam insan bile değil, evrimini henüz tam olarak tamamlayamamış, insan ile maymun arasında bir yerde bulunan yaratıklar olduğu fikri, esas olarak Avrupa sömürgeciliğinin yaygınlaşmasıyla başladı. Sadece siyah tenliler değil, Amerikan yerlileri, Asyalılar, Avustralyalılar beyazlardan az ya da çok aşağı görüldüler. Sonuçta beyaz Avrupalılar bu insanların yaşadıkları yerleri silah zoruyla ele geçirmiş, çoluk çocuk demeden öldürmüş, köleleştirmiş, soylarını kırmıştı. Bunların meşrulaştırılması için bir gerekçe bulmak gerekiyordu; o da beyaz Avrupalılar dışındaki ırkların yarı-hayvan, aşağı ırklar olduğu iddiasıydı.
Avrupa’da 20. yüzyılın başlarında ırkçılık gemi iyice azıya aldı. Çok sayıda ırkçı örgüt, beyaz ırkın dünyanın en üstün insanlarını temsil ettiğini ispatlamak için birbiriyle yarışmaya başladı. Nazi Partisi’nin 1930’larda iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya’da “saf Ari ırkın üstünlüğü” resmî devlet öğretisi oldu. Nazilere göre Ari ırk dünyanın en saf ırkıydı, dünyadaki kültürün ve medeniyetin yaratıcısı ve taşıyıcısıydı. Ari ırkın üyeleri kaslı ve atletik bir vücuda sahipti, sarı saçları ve mavi gözleri vardı. Ari ırkı Nordik ırk ve Cermen ırkı takip ediyordu.
Nazilere göre Yahudiler Ari ırkın tam zıddını teşkil ediyordu. Şeytanın kişileştirilmiş hâliydiler. Siyahlar, Romanlar, Lehler, Ruslar ve diğer Slav ırkları da Alman olmayan ırklar arasında bulunuyordu. Bu ırkların hepsinin kötü özellikleri vardı ve Ari ırk bütün bunların efendisi olmak üzere yaratılmıştı.
Sadece Almanya’da değil, Türkiye’de de Ari ırk tartışmaları yaşanıyordu. Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan başkanlığındaki heyetler, Anadolu’da on binlerce kafatasını mezarlarından çıkartarak ölçüm yaptı. Elde edilen “bilimsel” veriler, Türklerin Ari ırkın Alpin kolundan olduğunu ispat etmekte kullanıldı. Dönemin Milli Eğitim bakanı Dr. Reşit Galip, Ari Türk ırkını “uzun boylu, uzun beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik değil, badem gözlü bir ırk” olarak tanımlıyordu. Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise Ari ırk meselesinin arka planını açıklıyordu: “Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”
Irkçıların hayal kırıklığı
Irkçılarsafkanlık iddialarıyla yaşadıkları bölgeleri kendilerinden olmayan insanlar için cehenneme çevirirken, 2010 yılında Almanya’nın Leipzig şehrindeki
Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden bilim adamlarının yaptığı gen araştırmaları ırkçılar için derin bir hayal kırıklığı anlamına geliyordu: Bugünkü insanların (Homo sapiens) kanı hiç de “saf” değildi, bundan 30.000 yıl kadar önce soyları tükenmiş olan “kuzenleri” Neandertal insanla (Homo neandertalensis) hatırı sayılır bir şekilde karışmıştı.
Enstitü’nün Svante Pääbo başkanlığındaki uzmanları Hırvatistan’daki Vindija Mağarası’nda bulunan 38-44 bin yıllık üç Neandertal’in kemiklerindeki DNA’dan yola çıkarak, elde ettikleri bulguları Fransa, Çin, Papua Yeni Gine, Güney Afrika (San) ve Batı Afrika’dan (Yoruba) beş modern insanın genomuyla karşılaştırdı. Avrupa, Asya ve Okyanusya genomları Neandertallerle yüzde 1-4 arası ortaklık gösterdi. Bunun anlamı, bugün yaşayan neredeyse her insanın atalarının arasında bir Neandertal bulunuyor olması. Üstelik, son yapılan araştırmalar, sarı saçlı ve mavi gözlü olmayı sağlayan genin de Neandertallerden geldiğini ortaya koyuyor. Yani “üstün” Ari ırkın kanında, artık zamanını doldurduğu için tarih sahnesinden silinmiş bir başka insan türünün genleri var.
Ancak Neandertal genleri “neredeyse” bütün insanların geninde bulunuyor. Max Planck Enstitüsü’nün yaptığı araştırma, ırkçılara ikinci bir darbe daha indirdi. Sarı saçlı, mavi gözlülerin ten rengi, dış görüntüsü nedeniyle alay ettiği, aşağıladığı, muz fırlattığı, maymuna benzettiği sahra altı siyah insanlarda Neandertallere ait tek bir gen bulunmuyor. Sahra altı siyahları, Afrika’dan ayrılan diğer modern insanların aksine Neandertallerle hiç karışmamış. Biliyoruz ki, Homo sapiens Afrika’dan çıkıp dünyanın dört bir yanına göçtükten sonra Neandertallerle karşılaşıp çiftleşmiş. Afrikalılar safkan insan olarak kalmış, Alman Nazileri, Türk ırkçıları ve Afrikalı olmayan diğer herkes kısmen Neandertalleşmiş!
DNA’nın babası James Watson, yaptığı çok korkutucu bir konuşmada Afrikalıların genetik açıdan diğer ırklardan daha aşağı olduğunu söylemişti. Ne var ki, bir süre sonra kendi DNA’sının, Avrupalı ortalamasının 16 katı “Afrikalı geni” taşıdığı ortaya çıkınca ne diyeceğini şaşırmıştı. Oysa Watson bozulmakta haksızmış; “safkan” insana ortalama bir Avrupalıya göre 16 kat daha yakınmış meğer.
Atalarımız ‘büyük lokma yut, büyük laf söyleme’ derken, Neandertal sevgililerinin ellerini tutuyorlardı belki de…
DÖRT İNSAN TÜRÜ – HANGİSİ ÜSTÜN?
Beş yıl önce Sibirya’nın Altay Dağları’nda Denisova mağarasında arkeologlar bir parmak kemiği buldu. Aynı bölgede insan kemiğine benzeyen, ama tam da emin olunamayan fosiller epeydir bulunuyordu. Acaba bir zamanlar buralarda farklı bir ‘insansı’ mı yaşamıştı?
Mağarada bulunan 41.000 yıllık kadın parmağı bu soruya cevap verdi.
Max Planck Enstitüsü’nden Profesör Svante Pääbo parmaktan DNA elde etmeyi başardı ve kadının genetik yapısı çözüldü. Parmağın sahibi kadın, insan değildi!
İnsanın çok yakın akrabası olan bu insansı türüne Denisovan adı takıldı. Geçtiğimiz üç dört yıl içinde aynı türün başka bireylerinin fosilleri de bulunmaya başlandı.
Denisovan kadının parmağı bulunmadan beş yıl önce, Endonezya’nın Flores adasında bir mağarada yine insansı fosilleri bulundu. Buluntular arasında hemen hemen eksiksiz bir kafatası da vardı. Fosiller dokuz ayrı bireye aitti. İnsana benziyorlardı, ama hem boyları hem kafatasları insandan çok daha küçüktü.
Önce çocuk veya hasta olabilecekleri tartışıldı. Değillerdi ama. Yeni fosillerin ve mağarada bulunan 50.000 yıllık taş aletlerin de incelenmesiyle Flores adasına özgü farklı bir insansı oldukları kesinleşti: Homo floresiensis.
Daha da çarpıcısı, Homo floresiensis kemik ve aletlerinin bazıları 12.000 yıl öncesine tarihlendi. Yani Ortadoğu’da insanlar yerleşik düzene geçmek ve tarım yapmak üzereyken, daha dün sayılır, Endonezya’da farklı bir insansı türü yaşıyordu!
Denisovan ile Floresiensis 2000’li yıllarda keşfedildi. İlk olarak Almanya’nın Neanderthal vadisinde bulunan Homo neanderthalensis ise ta 1856’dan beri biliniyor. Karşınıza bir Neandertal adam çıksa, iri yapılı, tıknaz, güçlü kuvvetli bir insan zanneder, “Vay be, öküze bak!” derdiniz. Ama insan değil. En yakın akrabamız.
Özetlersek, 50.000 yıl önce Avrupa’nın her yanında Neandertal, Asya’nın orta ve kuzeyinde Denisovan, güney Asya’da Flores adasında Floresiensis yaşıyor. Yaklaşık aynı yıllarda, belki biraz daha öncesinde, Afrika’da yaşayan ve diğer üçüne çok benzeyen bir yaratık, Homo sapiens, günümüzde de sürdürdüğü maceracılığı ve meraklılığı nedeniyle yollara düşüyor, Afrika’nın kuzeydoğu ucundan çıkıyor, Asya’ya, Avrupa’ya yayılmaya başlıyor.
Yani o yıllarda dünyada dört ayrı insan türü yaşıyor!
Şimdi sıkı durun. Aynı dönemde yaşamakla kalmıyorlar. Karşılaşıyorlar, tanışıyorlar. Ve çiftleşiyorlar!
İnsanın genetik yapısında yüzde 4 Neandertal DNA’sı var.
Avustralya ve Melanezya’da bazı insanlarda yüzde 6 Denisova DNA’sı var.
Bunların hiçbiri tahmin veya spekülasyon değil. Hiçbiri hakkında dünyada hiçbir bilim insanının en ufak bir kuşkusu yok.