Kapitalist üretim tarzının, birçok yeni özelliğinin yanında, hatırlamamız gereken bir özelliği de emek gücünü belirli alanlara toplamasıdır. Bu muazzam bir göç hareketidir: Emeğini satarak yaşayacak olanların, bu emeği satabilecekleri yerlere toplanması. Bir başka ifadeyle köylü çocuğunun işçi olma sürecidir bu göçle olup biten. Bu emeğin satılabileceği yere göç, bir ülke sınırları içinde yaşandığı gibi uluslararası düzeyde de yaşanır.
Ulus devlet, belirlenmiş bir sınırın kontrolünü gerekli kılar. Buna bağlı olarak da ulusal devletin sınırlarının dışına attığı ya da sınırlarının dışında tuttuğu insanların durumu bir tartışmaya yol açar. Bu durum bir “devletsizlik” durumudur. Hiçbir devletin tanıdığı haklardan yararlanamama durumu. Çağdaş dünya ulus devletlerden ya da birleşmiş ve sınırları belirginleşmiş devletlerden ibaret olduğu için, bir sınırdan çıkanın keyfine göre gidebileceği bir yer yoktur. İşte bu süreçte legal ya da illegal yollarla kendilerini başka devletin sınırlarının içine atmayı başaranlar var. Hiç kuşkusuz bir de hemen her gün haber ajanslarından dinlediğimiz kaçak mültecilerin ölümlerle sonlanan denemeleri… İşte bu grupların varoluş koşuşları, son yıllarda felsefenin de önemli tartışma alanlarından birini oluşturuyor. Irkçılık, asimilasyon, çokkültürcülük, anayasal yurttaşlık gibi kavramlar bu gelişmenin sonucunda felsefenin tartıştığı alanlar.
Meksikalı kaçak göçmenler, 2006 yılında Kaliforniya’nın çeşitli kentlerinde yaptıkları mitinglerde ABD millî marşını İspanyolca okuyor. Bununla ortaya çıkan tuhaf, beklenmedik, “ezber bozan” durumu, Judith Butler ve Gayatri C. Spivak tartışmaya açıyor.
Yurttaş olma isteği
Butler, millî marşın bir başka dilde okunmasını, ulusun çoğul olup olamayacağı sorununa bağlıyor. İlk bakışta millî marşın ulusal dilden başka bir dilde okunması, hem bu marş üzerinde bir hak iddia etmek hem de bu marşın oluşturduğu “biz” aidiyetine sahip çıkmak anlamına geliyor. Buradaki asıl sorun, var olan ulus kavramının değişmesi değil, daha çok “biz” olmadan bir eşitlikten söz açılamayacak olmasıdır. Dolayısıyla bu girişim, yurttaşlarla eşit olma, yurttaş olma isteğinin ifadesi oluyor. Pratik olarak “evet ben başkayım, anadilim başka, senin anadilini konuşamıyorum, ama ben sizden olmak istiyorum” demek. Ama sadece bu değil, marşın caddelerde bir başka dilde kitlesel okunması, eşitlik talebinin yanı sıra bir özgürlük denemesi olarak da yorumlanabilir. Yani marşın bu şekilde caddelerde söylenmesi bir başkaldırıdır. Caddede kitlesel olarak marş okumak, orayı sahne haline getirmektir, meşru olmayanı meşru kılma girişimidir ve yasalara itaatsizlik gösterisidir. Caddede millî marşın ulusal dilin dışında bir dilde okunması, sadece ulusun dilini değiştirmek değil, aynı zamanda bu dilin kullanıldığı kamusal alanı da değiştirme anlamına gelir.
Butler, millî marşın ulusal dilin dışında okunmasının yeni bir milliyetçilik olup olmadığını soruyor ve bu soruya bir cevabı olmadığını da ekliyor. Millî marşın istenildiği takdirde istenilen her dilde okunabileceğini ve millî marşa bir sempatisi olmayan kimseler tarafından da okunmayabileceğini söylüyor. Butler’ın bu düşüncesinin liberal, özgürlükçü olmakla geniş bir kesimden sempati bulacağı açık. Ancak bu sempati, görüşü doğrulamaya yetmez. Peki bu mümkün mü, millî marş bir başka dilde okunabilir mi?
Dönemin Başkanı Bush’un millî marşın İspanyolca okumasına verdiği tepkiyi de Butler’dan öğreniyoruz: “Hayır, millî marş sadece İngilizce okunabilir.” Bush’un düşüncesi milliyetçi tutuculukla yaftalanabilir. Ancak bu da Bush’un haksız olduğuna hükmetmeye yetmez. Bush’un bu kestirip atmış gibi görünen düşüncesine, Butler itiraz ediyor. Butler, millî marşın sadece ulusal dilde okunması zorunlu görülürse, “dil, ulusa kimin ait olduğunun ölçütü haline gelir” tespitini yapıyor. Ancak bu tespit de sorgulanmaya muhtaç.
Dil ulus olmada ölçüt olmasa da ulus devlet bir ulusal dili talep eder, koşul olarak görür. Uluslaşma süreci, belirlenmiş bir toprağın kontrolü ve bu alan içinde yaşayan insanların giderek bir dil birliğine kavuşmalarını da içerir. Bu süreçte farklı anadillerine mensup olma önemli değildir, önemli olan farklı anadilleri olan insanların kendilerini bir ulusun mensubu olarak görmeleri ve ortak bir ulusal dille anlaşmalarıdır.
Ulusal Dille Değil Anadiliyle Millî Marş
Bir göçmenin göç ettiği topraklarda o ulusun marşını kendi anadilinde okuması, daha çok oralı olma talebi olarak yorumlanabilir. Ancak bu, her koşulda doğru bir yorum olmaz. Örneğin yerli halkların bir kısmı, ulusal dilin dışında bir anadile sahiplerse ve bu dille millî marş okuyorlarsa durum değişir. Bu durumda ulusal dile bir itirazın yükseltildiğini söylemek daha doğru bir yorum olur. Şimdi İstanbul caddelerinde millî marşın bir başka dilde, örneğin Kürtçe okunduğunu düşünelim: Bu durumda “kahraman ırkıma…” ifadesindeki “ırk” Mehmet Akif’in kastettiği “ırk” olmaya hâlâ devam eder mi? Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’te program açılışında millî marşın Türkçe okunması ama yayın akışının Kürtçe olması nasıl bir manzara ortaya çıkarmaktadır? TRT Şeş’te millî marşın da Kürtçe okunması talebi gelirse ne olur?
Soruları çoğaltmak ve daha şaşırtıcılarını bulmak mümkün. Ama ulus devlet, ulusal dili gerekli kılar. Dolayısıyla Spivak ile birlikte millî marşın çevrilebilir olmadığını düşünüyorum. Spivak, çarpıcı bir örnek aktarıyor: Hint millî marşı Bengal dilinde yazılmıştır. Ama hiçbir gramatik değişiklik yapılmadan ve kelimesine dokunulmadan Hintçe okunmak mecburiyeti vardır. Hint millî marşını Bengalliler, kendi şiveleriyle okuyor ve bunu bariz bir şekilde yapıyorlar. Bunu Hintçeyi bir protesto ediş olarak değerlendirmek gerekiyor. Hindistan’da birçok farklı dil, başka alfabeler, hatta farklı dil grupları olmasına rağmen millî marş, ulusal dilde okunuyor. Millî marşın hangi dilde okunacağı pazarlığı yapılabilecek bir konu değildir. Millî marş, ulusal dilde okunur.
“Millî marş, ulusal dilde okunur” tespitinin de çarpacağı örneklerin bulup çıkarılması, tespitin sallantısız savunulabilmesi için gereklidir. Bu anlamda İsviçre, teorinin devam ettirilebilmesi için, önümüzde hesaplaşılması gereken bir örnek olarak duruyor. İsviçre millî marşı Almanca yazılmıştır. Ama Fransızca, İtalyanca ve Romanşçaya çevrilmiştir. Peki bu durum millî marşın çevrilemez olduğunu söylemekle çelişir mi? İlk bakışta öyle görünüyor. Ancak İsviçre konfederasyon olarak kurulmuştur. Bu dört farklı dili konuşan halklar, anadillerinin resmî dil olarak konuşulduğu ülkelerin varlığına rağmen onlara katılmamıştır (Almanya, Avusturya, İtalya, Fransa…). Birleşerek ortak bir birlik kurmayı tercih etmiştir. Ve ülkenin başlangıçtan beri dört resmî dili vardır. Her vatandaş anadilinin dışında bu dillerden birini öğrenmekle de yükümlüdür. Dahası, bu dillerden birinin belirleyici olmaması için ülkenin ismi deConfoederatio Helvetica olarak Latince konulmuştur. İsviçre’de dört dilde millî marş okunmasını, teoriyi sarsan bir örnek olarak almak yerinde değildir.
Ama yerinde olan bir soru var: Ülke nüfusunun %21’ini oluşturan yabancı halklardan herhangi birinin anadilinde İsviçre millî marşını okumasına izin verilir mi? Bu %21’lik yabancılar içinde örneğin Türkler yüz bin civarındaki nüfuslarıyla, resmî dille temsil edilen Romanşlardan daha büyük bir topluluk oluşturur. Durum böyleyken, İsviçre’de yaşayan Türkler İsviçre millî marşını Türkçe okumak isterse, devletin tepkisi ne olur?
Burada küçük bir parantez açmam gerekiyor: Spivak, Hannah Arendt’e uyarak ulusal devletin başlangıçtan beri hatalı bir biçim olduğunu söylüyor. Spivak anmasa da İsviçre, kendini oluşturan halkların dillerini resmî dil ilan etmiş olmakla, ulus devletin başka türlü olabileceğine örnek oluyor. İlk bakışta Spivak’ı güçlendiren bir örnek… Ancak Spivak’ın bu düşüncesine katılmıyorum. Ulus devlet tasarlanmış bir projenin hayata geçirilmesi değil, yeni oluşan üretim ve yeniden üretim ilişkilerine uygun devlet yapısının örgütlenmesidir. Dolayısıyla İsviçre örneği, yukarıda da belirttiğim gibi, çok özel bir durumdur.
Ve Enternasyonal
Butler, millî marşları Enternasyonal’le karıştırıyor. Eugene Pottier tarafından 1870 yılında yazılan Enternasyonal, 1888 yılında kitlesel olarak ilk kez okundu. Giderek işçi sınıfının mücadelesinin sembolü haline geldi. Ulusun tekliği fikrine karşı, işçi sınıfının kendini uluslararası bir sınıf olarak kabul etmesi -ve öyle olması- Enternasyonal marşının da istenen her dilde okunmasını mümkün kılıyor. Dahası, bunu ısrarla talep ediyor.
Enternasyonal okunmaya başladığı her yeni dille zenginleşiyor, daha çok insanı aynı aidiyetin altında topluyor. Ama millî marş bir başka dilde okunduğunda aidiyeti parçalayan bir durum ortaya çıkıyor. Millî marşın ulusal dilin dışında bir dille okunması, bir anlamda, onu dejenere ediyor. Enternasyonal de tek bir ulusal dille düşünüldüğünde dejenere oluyor. Enternasyonal’i bir ulusal dille sınırlamak ne kadar onun “doğasına” aykırıysa, millî marşı da başka dillerde okumak onun “doğasına” ters düşüyor.
Trajik olan ve kavramsal örgüyü parçalayan gelişme 1941’de Sovyet Rusya’nın Enternasyonal’i “millî marş” ilan etmesiyle ayyuka çıkıyor. Bu, kendini dünya işçi sınıfının yerine ikame etmek anlamına geliyor ve Enternasyonal’i nasyonalleştiriyor. Şimdi millî marşların ulusal dilin dışında bir dille okunması da Enternasyonal’e reva görülen trajik gelişmeyi hatırlatıyor. Ancak bu durumda ulusal olandan evrensel olana bir geçiş talebi yapılmıyor. Ulusal olanın karşısına, ulusal olanla çıkılıyor. Dolayısıyla Butler’ın “bu yeni bir milliyetçilik midir?” sorusunun bilemediği cevabını, “evet”le tamamlamak gerekiyor.
Bu yazı, Felsefeciler Derneği’nin 2009 yılında Ankara’da düzenlediği konferansta sunulan bildirinin metnidir.