Günümüzün çok kutuplu kapitalist sisteminde dev şirketlerin kâr rekabeti, hükümetlerin diplomatik mücadeleleri, savaşlar, diğer yanda dünyanın birçok yerinde halkların özgürlük arayışları, kaybolan yaşamlar, peşi sıra gelen sosyolojik sorunlar, ekonomik krizler ve daha birçoğu…
Bütün bu yaşananları ve tartışmaları boşa çıkaracak bir kriz olarak iklim krizi her zamankinden daha yıkıcı etkileriyle hayatımızda ve gündemimizde artık. Elli yıl öncesine kadar yalnızca bilim insanlarının araştırmalarına ve raporlarına konu olan bu kriz, yıllar içerisinde çevrecilerin, iklimi dert edenlerin meselesi olmaktan öteye geçemedi. Bugün ise, birçok toplumun, birçok hükümetin ve hatta bu krizde ciddi pay sahibi olanların dahi konuştuğu bir konu haline geldi. Birleşmiş Milletler, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü, Dünya Bankası gibi toplulukların bu krize dair yayımladıkğı raporlar bile tehlikenin hangi boyutta olduğunu gözler önüne seriyor. Hâl böyleyken karar alıcılar, hükümetler tarafından atılan bir adım, somut bir harekete geçiş planı var mı? Ne yazık ki, hayır.
G-20 ve İklim Zirveleri
Kasım – Aralık ayları boyunca dünyanın gözü önce Antalya’da, sonra da Paris’teydi. Küresel ekonomik büyümenin yüzde 2 olması hedefiyle bir araya gelen G-20 ülkelerinin gündeminde Suriye’de yaşanan savaş ve göçmen krizinin yanı sıra iklim değişikliği de vardı. Bu buluşmadan iki hafta sonra Paris İklim Zirvesi’nin gerçekleşecek olması konuyu daha önemli hale getirdi. Küresel iklim değişikliğine en çok katkısı olan dev ekonomiler bu krizin karşısında adım atılması gerektiğini dile getirdi.
Paris’teki İklim Zirvesi 190 ülkeye ev sahipliği yaptı. Herkes buradan çıkacak anlaşmayı bekliyordu. G-20 buluşmasında iklim krizinden dem vuranlar sanki onlar değildi. Dev ekonomiler hayata geçmesi muhtemel yaptırımların büyümelerini ne denli etkileyeceğinden endişe duyarken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ise bu konuda pek de sorumluluk almayacaklarını işaret edercesine “büyüklerini” göreve çağırıyordu. Sonunda, 2020 yılında işlevselliğini yitirecek olan Kyoto Sözleşmesi’nin yerini alacak bir anlaşma ortaya çıktı. “Fosil yakıt” söz öbeğini bulamadığımız anlaşmanın hedefi oldukça basit: “Küresel sıcaklık artışını 2°C’nin altında tutmak, mümkünse 1,5°C’de sabitlemek.”
2°C’lik sıcaklık artışı, küresel ısınma açısından zaten önemli ve oldukça tehlikeli bir eşik. Hâli hazırda 350 ppm’e (atmosferde milyon parçacıktaki karbondioksit miktarı) indirilmesi gerekirken 400 ppm’i aşmış olan havadaki karbondioksik (CO2) miktarını azaltmaya yönelik herhangi bir bağlayıcı hükmün bulunmaması, BM İklim Zirvesi’nin malum olanı tekrarlamasından başka bir şey değil.
Karbon bütçesi ve dev ekonomiler
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli verilerine göre 2°C’nin altında kalabilmek için havaya salınabilecek CO2 miktarı 3,65 trilyon ton. Sanayi devriminden bu yana 2 trilyon ton CO2 salındığı söyleniyor. Karbon bütçesi olarak adlandırılan değer, 1,65 trilyon ton CO2 salınabileceğini gösteriyor. Aynı verilere göre, 2°C’nin altında kalma şansının yüzde 50 olması için CO2 salımının 1 trilyon tonda sınırlanması gerekiyor.
Havaya senede 10 milyar tondan fazla CO2 salan Çin, aynı hızla devam ederse 2100 yılına kadar havaya 850 milyar tondan fazla CO2 bırakmış olacak. Yılda 5 milyar tondan fazla CO2 salan ABD ise aynı sürede 400 milyar tonu aşan Co2 salımı gerçekleştirecek. Bu iki dev ekonomiyi senede 3 milyar tondan fazla CO2 salan AB takip ediyor. Bu veriler ve hesaplar, gerçek bir adım atılmadığı takdirde ve artış hızının bugünkü gibi devam etmesi hâlinde yalnızca iki dev ekonominin ‘karbon bütçesi’ denilen değeri içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda çoktan aşmış olacaklarını söylüyor. Diğer ülkeler de hesaba katıldığında 2°C’nin çok daha erken aşılacağını görmek zor değil.
CO2 salımındaki artış hızı bilimsel tahminlerin çok üstünde ilerliyor. Bu ilerleyişe göre yüzyılın sonunda 2°C’lik eşiğin aşılacağı ve hatta 4°C’lik bir sıcaklık artışı yakalanacağı endişesi bilim insanları tarafından sıklıkla dile getiriliyor.
Yapılması gereken ise, fosil yakıt kullanımının derhal sona erdirilmesi.
Dünden bugüne ve yarına Türkiye
Türkiye bu krizde ne kadar pay sahibi ve iklim değişikliğine karşı nasıl bir tutum içerisinde?
Hedefi sera gazı salımını 1990 seviyelerine göre yüzde 5 azaltmak olan Kyoto Protokolü ilk olarak 1997 yılında imzalandı ve 2005’te yürürlüğe girdi. Başlarda protokolü imzalamamakta kararlı olan Türkiye 2008 yılında sözleşmeyi imzalayacağını duyurdu ve Şubat 2009’da resmen yürürlüğe koymuş oldu. Ancak veriler, Türkiye’nin sera gazı salımını azaltmak yerine her geçen sene artırdığını ortaya koyuyor.
TÜİK verileri göre, 1990 yılında 187 milyon ton olan sera gazı salımı 2010 yılına gelindiğinde 401 milyon tona ulaştı. 2012 yılında ise sera gazı salımı 439 milyon ton düzeyindeydi (326 milyon tonu CO2). Türkiye’nin sera gazı salım oranı 1990 yılından 2012 yılına gelindiğinde yüzde 133,4’lük bir artış göstermiş. Bu emisyondaki en büyük pay sahibi ise yüzde 85’lik oranla enerji sektörü. Bugün Türkiye’nin 450 milyon tonun üzerinde sera gazı salımı yaptığını (350 milyon tonu CO2) biliyoruz. Buradan hesapla Türkiye, CO2 salımını azaltmak bir yana, her sene yüzde 4’ün üzerinde bir artış hızına sahip.
Türkiye hükümetinin Paris İklim Zirvesi’nde söyledikleri ve taahhüt ettikleri ise daha da enteresan. Her fırsatta gelişmekte olan ülke olduğunu yineleyip elini taşın altına koymayacağının işaretini veren ve “Esas sorumluluk alması gerekenler gelişmiş ülkelerdir” söylemini Paris’te de değiştirmeyen Erdoğan ve Türkiye hükümetinin iklim krizi karşısında verdiği taahhüt gülünç olmaktan öteye geçemiyor. 2030 yılına gelindiğinde 1.175 milyar ton sera gazı salımı yerine, alacağı tedbirlerle 929 milyon ton sera gazı salımı yapacağını söyleyen Türkiye, yüzde 6’lık bir artış hızı yerine yüzde 4,5’lik bir artış hızı yakalayacağını anlatıyor. Bu da bize küresel iklim değişikliği karşısında Türkiye’nin aslında hiçbir yaptırıma gitmeyeceğini ve her geçen gün bu krize daha fazla ortak olacağını gösteriyor.
Enerji Bakanı Berat Albayrak da Türkiye’nin iklim krizine yaklaşımı konusunda bizlere ipucu verir nitelikte. Çalık Holding’in Genel Müdür görevini yürüten Albayrak’ın yönetiminde bildiğimiz kadarıyla enerji sektöründe hizmet veren 20’den fazla şirket var. Bunların bir kısmı elektrik dağıtım şirketleri, diğerleri ise ağırlıklı olarak petrol şirketleri. Özellikle Azerbaycan, İran, Kuzey Irak gibi bölgelerden gelen ham petrollerin işlenmesi, dağıtılması ya da yakıt olarak kullanılmasıyla ilgili faaliyet yürütüyorlar. Bazı şirketler ise doğalgaz arama çalışmaları üzerinde faaliyette. Uzun lafın kısası, iklim değişikliğinin bu denli hayatımızda olduğu bir dönemde ve Paris İklim Zirvesi sonrası CO2 salımını azaltması beklenen Türkiye’nin Enerji Bakanı, fosil yakıt üretimi/tüketiminden para kazanan bir işadamı!
Kapımızdaki tehlike
Sadece biz iklim aktivistleri ya da antikapitalistlerin değil, bilim insanlarının ve hatta egemen toplulukların yayınladığı raporlar gelecekle ilgili bizlere hiç de güzel bir tablo çizmiyor. Bugünkü koşullarda devam edilmesi halinde; 2°C’nin çok daha erken aşılacağı, buna bağlı olarak deniz seviyesinin 2030’lu yıllarda üç metre yükseleceği, başta ada devletleri olmak üzere birçok alanın sular altında kalacağı, küresel ısınmanın etkisiyle mega kuraklıkların yaşanacağı, 100 milyon kişinin fakirleşeceği, 100 milyon kişinin sıtmaya yakalanacağı, 2050’li yıllara gelindiğinde iklim değişikliği sebebiyle göç eden veya yerinden olan insanların sayısının 200 milyon olarak ifade edileceği, dünyanın yaşanılabilir alanlarının yüzde 70’inin sular altında kalacağı, yüzyılın sonuna gelindiğinde 4°C’lik bir sıcaklık artışı gerçekleşeceği ve bunun da dünyadaki buzulları tamamen yok edeceği uyarıları yapılıyor.
Çanlar çoktan çalmaya başladı bile. Görünen o ki, iklim değişikliğiyle mücadeleyi dünyayı yönetenlere bırakırsak sonumuz daha hızlı bir şekilde gelecek. G-20 ekonomilerinden yalnızca Arjantin, sera gazı salımında ilk 20 ülke arasında değil (32. sırada). Dünyanın en büyük ekonomileri “büyüme” ve “kalkınma” uğruna havaya bol keseden CO2 salarken, bunun sonucu olarak gerçekleşen küresel ısınmanın etkilerini en çok, bu krizde çok daha az pay sahibi olan ülkeler, köylüler ve yoksullar yaşıyor.
Kapitalizm fosil yakıta dayalı enerji politikaları üzerinde yükselirken, yıkıma uğrattığı hayatlar kadar gezegeni de geri dönüşü zor bir tahribata uğratıyor. Bu sebeple iklim değişikliği, çevrecilerin meselesi olmanın ötesinde derin bir kriz ve bu krize karşı verilecek mücadele kapitalizme karşı verilecek mücadelenin tam ortasında bulunuyor.