AKP iktidarının en çok gündeme gelen, en çok tartışılan yönlerinden biri de kentleşme ve konut politikaları, ve inşaat sektörü ve özellikle TOKİ oldu. Bu konu Türkiye’de hem hükümetin kendi iktidarını ileri sürdüğü, dayattığı hem de buna karşı direnişin kendisini ifade ettiği bir alan oldu. Bir yandan TOKİ konutları, AVM’ler, Boğaz köprüleri yapılırken diğer yandan park forumları kuruldu, kentsel dönüşüme karşı yerel mücadeleler ortaya çıktı. Dolayısıyla kent, kentleşme, kentsel dönüşüm ve bunun etrafında örgütlenen politikalar artık günümüzde kapitalizme, iktidara dair tartışmanın önemli bir parçasını oluşturuyor. Arife Köse, bu konuyu İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. İhsan Bilgin ile konuştu.
Arife Köse: İktidar kenti neden önemser?
İhsan Bilgin: Siyasî iktidarlar, malum, öncelikle toplumun sosyal hayatını ve dünyanın geri kalanıyla ilişkisini yönetir. Ama bunların sonuçları öyle dolaysızca maddeleşip ete kemiğe, algılanırlığa dönüşmez. Sanırım, yapılı çevre olarak, insan elinden çıkma nesnelerin en görkemlisi ve eskisi olarak kent, iktidarlarını başkaları kadar kendi gözlerinde de ete kemiğe büründürüp gerçek kılan faaliyet nesnesi oluyor. Adeta sanatçının eserini gördüğü gibi görüyorlar yaptıkları bir köprüyü veya açtıkları bulvarı. Tamamen haksız da değiller. İşin yaratıcılık kısmından paylarına düşen sandıklarından az olsa da, yapılı çevrenin şöyle ya da böyle şekillenmesindeki en önemli pay, eğer beklenmedik bir sosyal aktörün tekrarı kolayca mümkün olmayan istisnaî bir inisiyatifi söz konusu değilse, o ekonomik yatırımı yapan özne ile onu mümkün kılan sosyal/siyasal ortamı hazırlayan siyasî özne yani merkezî ve/ya yerel siyasî iktidardır. Hatta ilkini, yani yatırımı yapacak olanın kim olacağının da bu makro ve/ya mikro koşullarca belirlendiği de unutulmamalı.
Ama yaptığıyla övünüp yapmadığını unutturmaya çalışan herkes gibi iktidarlar da yaptıklarını “eser” statüsünde görüp göstermeye meylediyor. Meşrebine göre aşırı ve tehlikeli sınırlarda da seyredebiliyor bu eser verme hayalleri. Mesela Hitler’in Albert Speer’e yaptırttığı Germania başkenti projesi Berlin’in can damarı Friedrichstadt’ı savaştan beter bir yıkıma maruz bırakacaktı.
Modern dünyada kent ölçeğindeki büyük projeler Papa V Sixtus’un bugün turist olarak gittiğimizde gördüğümüz kadarki Barok Roma’sıyla, Kral 14. Louis’in Paris’in Ortaçağ karakteri yerine Barok karaktere büründüreceği Paris’iyle başlar. Washington DC gerçekleşmiş en görkemli modern iktidar odaklı projedir. Bizim gündemdeki Kanal İstanbul projesi bunlar kadar ölçüsüz, asosyal ve iktidar kaprisi olmanın yanı sıra, devletin güç gösterisi olmak bakımından bile işlevsiz bir kapris, doğayla manasız bir yarış gösterisinden ibarettir. Üçüncü Köprü de sağ siyasette Menderes ertesi güçlü özneler Demirel ve Özal’la yarışmanın ifadesi değilse nedir? Ne kadar büyük olursa olsun 13 yıl aralıksız ülke yönetmiş bir parti ve lideri sırf bir otoyol hattı çevresinin spekülasyonunu yönetmek uğruna girişmeye tenezzül etmeyeceği bir proje olmalı bu. Çeyrek asırlık bir iktidarın yoğunlaştırmış olacağı güç bu projeyle ölçülemeyecek derecede olsa gerek.
Konut, kentsel dönüşüm gibi konuları konuşmaya başladığımızda karşımıza ilk çıkan şeylerden biri rant oluyor. Herkes bir rant sisteminden bahsediyor. Nasıl işliyor bu rant sistemi?
Rant, kentlerin değişimi ile bir yerin (arsa veya bina) değerindeki artış anlamına geliyor. Ama son dönemde sağlanan her türlü yarar ve kazanç anlamında kullanılmaya başlandı. Oysa asıl anlamı gayrımenkulle sınırlı. Kentlerdeki her türlü değişim, kentin geri kalanının değerinin yeniden belirlenmesiyle sonuçlanır. Bir yerin hayat kalitesini artıran yeni bir girişim, mesela yeni bir park veya kente bağlayan yeni bir işlek yol yapılması, oranın cazibesiyle birlikte değerini de artırır. Ya da mesela, Taksim meydanı ve Gezi Parkı’nın yitirilmesi çevresinin, Cihangir, Gümüşsuyu ve Harbiye’nin değerini düşürür. Tahtaravalli gibidir; oraların değeri düşünce bir dış çeperinki yükselir.
AKP deyince aklımıza Üçüncü Köprü, Gezi Parkı’nın yıkılması ve yerine kışla ve/veya AVM yapılması, Üçüncü Havaalanı gibi büyük projeler geliyor. Bunlar gerçekten büyük projeler olmanın yanı sıra, toplumda çok ses getiren, tartışılan projeler oldu. AKP neden böyle büyük ve sansasyonel inşaat projelerini sürekli önümüze koyuyor?
Sanırım, başta söylediğim görünür eser verme motivasyonuyla ilgili; ayrıca kendi gücünü sınama. Nereye kadar gidebileceğiyle ilgili bir iddialaşma da söz konusu. AKP ne de olsa parlamenter demokrasi tarihinin en fazla seçim kazanıp en istikrarlı olmuş partisi. Bunun verdiği gücün sınırını kendi kendilerine de kanıtlamak istiyorlar. Gezi örneğinde iyice belirginleşmişti bu. Başta Erdoğan, iktidarını tehlikeye atma uğruna inatlaşmayı sürdürdü. Kanal gibi her açıdan irrasyonel ve saçma bir projeyi gündemde tutmalarının da irrasyonel bir iddialaşma dışında bir nedeni yok.
Hafriyat firmalarına iş kapasitesi yaratmak bu kadar büyüyüp modernleşmiş bir toplumun ve ekonomisinin iktidarının ciddiye alınır gerekçesi olamaz. Ya da mesela saray; nereden bakılsa popülist bir lider olan Erdoğan’ın şatafat istemiyle açıklanamaz. Hep aynı kapıya çıkıyor. Demokrasi tarihi ortalamasının çok üzerinde, beklenmedik bir desteğin sarhoşluğuyla sınırları zorlayarak tüm iktidarların ortak hırsı görünür eser bırakma güdüsünün kontrolsuzca açığa çıkması.
İstanbul’un yakın tarihi söz konusu olduğunda ise kentin gelişme dinamikleri sürdürülebilirlik sınırlarına gelip dayandığında gerekli büyük müdahalenin yapılmış olması gibi bir gerçeğin de altını çizmek gerekiyor. Mesela, 19. yüzyılda sarayın taşınmasıyla başlayan, üç yakalı kentin merkezinin Beyoğlu yakası olarak tanzimi 1930’ların Prost planıyla kağıt üzerine çizildikten sonra, sırasıyla Kırdar, Menderes ve Dalan operasyonlarıyla uygulamaya geçmiştir. Daha da kritik karar, köprüsüyle de birlikte ilk çevre yoludur. Hep köprü merkezli bakmaya alışmışız, ama o esas olarak kentin çeperlerini birbirine ve yeni merkez Beyoğlu yakasına iliştiren bir çevreyolu projesidir. Makroformu lineer gelişmiş bir metropolün çevreyolu da İstanbul’unki gibi lineer olabiliyor ancak. Şimdi geri dönüp bakarsak, merkezî işlevleri Beyoğlu’na taşınmamış ve çevreyoluyla bağlanıp paketlenmemiş bir İstanbul’un nasıl bir cehennem olacağını tahayyül bile edemeyiz.
Tabii ilk çevreyolu için söylediklerimin ikinci ve üçüncü için de geçerli olduğu anlamı çıkmamalı. Her ikisinin de ekolojik zararları bir yana tamamen israf oldukları kanısındayım. Bir de işin en başını atladık, Cumhuriyet’in Ankara tercihine yeni devletin ihtiyaçları açısından bakmaya alışmışız da, İstanbul kenti açısından bakıp Meclis, bakanlıklar vs. kurumları, prestij boşlukları koskoca bir devletin ciddi mertebelerdeki memur nüfusu da 20. yüzyıl İstanbul’una eklenseydi eğer; yani İstanbul, Londra ve Paris gibi sosyal ve ekonomik merkez olma işlevlerinin üzerine bir de siyasî merkez işlevleriyle yüklenseydi, gerçek bir sosyal felaketle yüzleşmiş olurduk. Çünkü İstanbul’un Londra ve Paris gibi ortasından geçen bir nehri eksen alarak dört yöne birden konsantrik şekilde büyüme imkânı yok. Haliç, Boğaz, Marmara gibi sular ve onların dik yamaçlarınca kuşatılmış hareketli topoğrafyası görece homojen yayılmaya elverişli Londra, Paris modelleriyle genleşmesine imkân tanımıyor.
Peki yeniden AKP’ye dönersek… AKP ne yapmalıydı?
Cumhuriyet’in başından itibaren istikrarlı kurumlaşmalarla değil de tesadüfi tercihlerle de olsa yerinde ve zamanında kararlarla olası cehennemlerden uzak tutulmuş İstanbul her şeyi yerli yerinde bir şehir değil, eksiği gediği çok. İşte tam da böyle geçmiş bir yüzyılın sonunda uzun erimli ve istikrarlı bir iktidar şansını yakalamış bir AKP, kendinden menkul iddialaşmalar yerine bu yakın tarihi iyi okuyup değerlendirebilse, bu şansı da yaver gitmiş yüzyılı muhteşem şekilde sonlandırıp kentleşme tarihine eşsiz bir metropolitenleşme örneği katabilirdi. Hep makro ölçeklerde alınmış bu yerinde kararlar, ardlarında köhneliğe terkedilmiş alanlar ile işlenmemiş ara (artık) bölgeler bıraktılar. Hem de makro müdahalelerin yan ürünü olarak çözülmemiş sorunlar, karşılanmamış işlevler bıraktılar.
Yerinde siyasî öngörü sahibi olup toplumu ve kenti iyi okuyabilen bir siyasî örgütün yapacağı hamleler ayan beyan ortadaydı. Biz orta büyüklükte bir akademik birim demek olan bir mimarlık master programıyla bile kendimizi adeta bir yönetim aygıtı yerine koyarak böyle bir perspektifle çalışabildik. Mesela, merkezî işlevlerini Beyoğlu’na kaptırdığını söylediğim tarihî yarımada, yegâne ciddi işlevi muhteşem Kapalı Çarşı çevresinde Haliç’e kadar inen ya sürüm ucuzluğunda ya da kuyum pahasında perakende alışveriş ve onları besleyen küçük-üretim kalmış ve köhnemeye devam ediyor. İki proje yapıldı bizim atölyelerde; ilki Sultanahmet, ikincisi kara surlarında arkeoloji ve ekoloji parkları. Böylelikle bir ucu Adliye’nin de gitmesiyle iyice boşalmış Sultanahmet’te, diğer ucu eski kentin sınırı surlarda olan Bizans ve Osmanlı’yla yüklü Roma’dan başka rakip tanımayacak çok değerli bir arkeolojik sit alanı elde edilebiliyordu.
Oysa belediye ve merkezî yönetim, 3. Çevreyolunun birkaç km’lik asfalt maliyetiyle uygulanabilecek böyle projeler yerine zaten olanca değeriyle yerli yerinde duran Kapalı Çarşı’yı didiklemeyi seçti, endişeyle izliyoruz. Bir de her iki çevreyoluyla metropolün tamamından kolayca erişilebilir kılınmış Kağıthane vadisi var. Boğaz’a paralel konumlanan bu vadinin bitki örtüsü olduğu şekliyle bile park olmaya elveriyor. Suyu, yeşili, manzarası yerli yerinde. Geriye, bu Boğaz’a paralel, lineer vadinin rekreasyon alanı haline getirilmesi kalıyor (ortalama bir metropolitan yönetim için en kolay proje alanı vadi yapan yamaçları, Londra Hyde Park, New York Central Park gibi türünün anıtlarından bile imkânlı kılıyor burayı). Üstelik, dediğim gibi, metropolün en ücra köşelerinden bile otoyla ve metroyla ulaşım bir saatin içinde; master öğrencilerimizle çizip maketini yaptık. Ama niyet meselesi.
Yerine daha bitmeden demode olmuş vadi-İstanbul apartmanları inşaatlarını izliyoruz. Çizdiğimiz kapasitede bir arkeoloji parkıyla kent parkı İstanbul’un bir bütün olarak değerini birkaç misli artırıp global kentler klasmanında birkaç derece atlatırdı. Hâl böyleyken, AKP’yi neoliberal olduğu için mi olamadığı için mi eleştirmek daha yerinde olur? Düşünülmeli. Tabii bunlar orta büyüklükte bir akademik programın imkânlarıyla üretilmiş fikirler; siyasî yönetimlerle gayrımenkul profesyonellerinin imkânları seferber edilse daha neler çıkar kim bilir?
Türkiye’de özellikle 1950’li yıllardan bu yana kentlerin büyümesiyle birlikte süregelen bir dönüşüm var. Ancak son yıllarda, özellikle son on yılda kentsel dönüşüm adlandırmasını daha çok duymaya başladık. Bunun nedeni nedir? Sizce kentsel dönüşüm için seçilen alanların hepsini bir çizgide buluşturan ortak özellikleri var mı?
1950’lerde başlayan süreç kentleşme idi. Yani kırsal nüfusun kentlere ve küçük kentlerde yaşayanların büyük kentlere dahil olma süreçleriydi; dolayısıyla esas olan kentlere dahil olmuş yeni nüfus için açılan yeni iskân alanları ya da eski iskân bölgelerindeki eski yapı stokunun yenilenmesiydi. Şimdi olan ise sosyal hareketliliğin değil, devlet tasarrufunun zorlamasıyla değişimdir. Seçilen yerlerin ortak yanları, sosyal huzursuzluğun ve muhalefetin olduğu yerler olmaları ve bir biçimde yaşam standartları hâlen yaşayanlardan yukarıda olanlarca tercih edilip karşılığını da ödemeye hazır olan yerler olmaları. Yani muhalif olmaya ve statü atlamaya elverişli yerler seçiliyor özellikle. Devletçe zorlanan bu değişim sürecinin hukukî adı “kentsel dönüşüm” konduğu için daha sık duyuyoruz. Sosyal dönüşümün karşılığıyken sosyal bilimcilerin kullandığı teknik içerikli bir kavramken, artık devletin deprem tehlikesiyle gerekçelendirilmiş bir yaptırımının adı oldu.
Bizde kentsel dönüşüm çok büyük eleştiri altında. Dünyada başarılı kentsel dönüşüm örnekleri var mı? Bizde eksik olan ya da temel olarak yanlış yapılan ne? Örneğin İstanbul, İzmir ve Bursa’da Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Müdürlükleri kurulması tepkiyle karşılandı.
Kentleşmeyle ilgili olguların kaynağı, sorunlar önce orada yaşandığı için hep Britanya adalarıdır. Bizde “kentsel dönüşüm” diye adlandırılana benzer ilk seri uygulamalar da İngiltere’de 1875 “Halk Sağlığı Yasası” ertesinde gerçekleşti. Oradaki tehdit algısı deprem değil, salgın hastalıklardı. Belirgin fark yıkılanların yerine iyi ve konuya hakim mimarlarca tasarlanmış bina ve yerleşmelerin yapılmasıydı. 1851 Dünya Fuarı’nda Prens Albert adına işçi evi bloku tasarlayıp sergileyen Henry Roberts bunlardan biriydi. LCC (London Büyükşehir Belediyesi) bu girişimleri yöneten kurumdu ve ciddi bir deneyim birikimine sahipti, yapılan bina ve yerleşmeler hala gıpta ile baktığımız kalitelere sahip. Özel şirketler de vergi indirimiyle sürece katılmaya teşvik ediliyordu. Kinayeyle “yüzde 5 hayırseverlik” diye adlandırılmış bu teşvikle hayırsever kuruluşların yanı sıra Peabody Trust gibi gayrımenkul geliştiricileri de sosyal konutun atası diyebileceğimiz hatırı sayılır bir stok üretmişti. Bizde bu iş için kurulmuş kurumlara şüpheyle bakılması doğal, çünkü sektörün geri kalanına rol modelliği yapacak uzmanlaşmış bir deneyim birikiminden ziyade yetki birikimini ifade ediyorlar. Kısaca anlatmaya çalıştığım, sosyal ayıklama işlevini ortalama inşaî ve mimarî üretime eşik atlatacak bir birikim eşliğinde sürdürmek yerine o ortalamaları otoriter bir şekilde yeniden-üreterek sürdürüyorlar.
Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm olarak adlandırılan süreçlere dahil olma biçimini nasıl yorumluyorsunuz?
Bağımsız bir siyasî özne gibi değil, merkezce görevlendirilmiş bir kademe gibi işlemesini yetersiz buluyorum.
AKP’nin konut, kentleşme alanındaki faaliyetleri söz konusu olduğunda en çok tartışılan noktalardan biri de TOKİ. Öncelikle kuruluşundan bu yana TOKİ’nin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini kısaca anlatabilir misiniz? Geçmiş ile karşılaştırdığımızda AKP döneminde değişen ne oldu? Aynı kalan ne oldu?
Özal ve ANAP’ın devleti liberalleştirme siyasetleri kapsamında, TOKİ inşaat ve gayrımenkul piyasalarını düzenlemek ve zaaflarını telafi etmek amacıyla kurulmuştu, ama kendileri bile öyle işletemediler. Düzenleme ve telafi işlevlerini hakkıyla yerine getirdiği yegâne dönem 1990’ların Yiğit Gülöksüz dönemi oldu. AKP işi iyice çığırından çıkarıp TOKİ’yi adeta devletin inşaat-emlak dairesi gibi kullandı. Artık sınır karakolu inşaatlarına varana kadar ismiyle hiç ilgisi olmayan işlevler yüklendiğini söylemek yanlış olmaz.