Nisan ayı, her yıl ülkenin dört bir yanında Don Kişot’u ve Cervantes’i anma etkinliklerine sahne olur. Bu sene Don Kişot’un ikinci cildinin yayımlanmasının 400. yıldönümü olduğundan kutlamaların dozunda da görünür bir artış var. Madrid’deki geleneksel törende Don Kişot’un ilk cümlesini söyleme şerefine bu defa 2015 Cervantes ödülünün sahibi Juan Goytisolo layık görüldü; 24 saat boyunca yüzlerce yazar, şair, sanatçı, politikacı birer kısa bölüm okuyarak eserin tümünü dillendirdi. Cervantes Enstitüsü’nde Don Kişot’un 141 değişik dile çevirileri sergileniyor. Romanın yeni bir radyo uyarlaması bugünlerde İspanyol Devlet Radyosu’nda yayına girecek. Şehrin kütüphanelerinden birinde Don Kişot’tan esinlenmiş müzik ve şarkıların nota kitapçıkları sergileniyor ve kayıtları dinlenebiliyor. Bu arada Cervantes’in kemiklerini ortaya çıkarma çabaları da sürüyor.
Bundan birkaç ay önce merak edip İspanya’da ve başka ülkelerde yaşayan edebiyatsever birçok tanıdığıma Don Kişot’u okuyup okumadıklarını sordum. Aralarında yazarlar, profesörler, hatta İspanyol kültürü uzmanı araştırmacıların da olduğu bu kişilerden yanlış hatırlamıyorsam sadece bir tanesi kitabı bitirdiğini söyledi. İspanyol arkadaşlara ortaokulda kısaltılmış bir baskısını mecburen okutmuşlar. Geri kalanlar, olsa olsa bazı bölümlerini biliyor, hiç okumayanların sayısı da az değil.
Bunları düşünürken, bu kadar yıldır İspanya’da yaşamama ve İspanyolca edebiyatla ilgilenmeme rağmen, kendimin de bu son kategoriye dahil olduğumun, kitabın ilk iki sayfasını bir türlü aşamadığımın bilincine vardım. Bunun üzerine yıllar önce Cervantes Enstitüsü’nün o sıralardaki müdürü Bask yazar Jon Juaristi’nin hediye ettiği 1200 sayfalık 1998 baskısını (Enstitü’nün kendi baskısı) elime aldım, oturdum, azmettim, bir ayı biraz aşkın bir sürede bitirdim. Korkmayın, 600. sayfadan sonra –yani ikinci cilt başladığında– hem yazı stili daha akıcı oluyor hem de konu belli bir tutarlılık kazanmaya başlıyor!
İğrenç gaddarlık
Don Kişot, İspanyolca dilinin bir başyapıtı. Cervantes, İspanyolca’nın bütün zenginliklerini ortaya çıkarmış, “alın, bu dil böyle kullanılır” dercesine bir ansiklopedi gibi gelecek nesillere bırakmış. Kelime dağarcığı sonsuz, kullandığı deyimleri, tekerlemeleri saysanız binleri bulur. Karakterlerin birbirlerine anlatmak istediklerini sadece deyimler aracılığıyla ileten uzun paragraflar var.
Fakat ya içerik? Bana fazla bir şey katmadığını itiraf etmeliyim.
Sorun bende mi acaba? Bir şeyleri yakalayamadım herhalde. Belli başlı edebiyat eleştirmenlerinin Don Kişot için ne dediklerini biraz araştırayım dedim. Nabokov, Don Kişot’u yerden yere vurmuş, romanın “iğrenç gaddarlığına” dikkat çekiyor, hiçbir incelik veya hassasiyet göremiyor. Gerçi Nabokov Dostoyevski’yi de yerden yere vurmuştur, pek güvenilir olmayabilir. Geçelim. Geri kalan eleştirilerin çoğu olumlu, ama hepsi değişik şeyler söylüyor. Harold Bloom, “gelmiş geçmiş en iyi roman” olduğunu iddia ediyor, ama bu konudaki uzun yazısında bu savını destekleyen somut bir veri yok. Daha çok Don Kişot karakterinin psikolojisini incelemeye çalışıyor: “Don Kişot’un gerçekten aradığı neydi? Bunu cevaplamak imkânsız… O, Freud’un ölüm prensibine karşı sürekli savaşan biri… Don Kişot hem komedidir hem de trajedi…” Bizi fazla aydınlattığı söylenemez.
Geçen yüzyılın büyük Marksist eleştirmeni Georg Lukacs’a göre “Don Kişot, Hıristiyan Tanrısının dünyayı terketmeye hazırlandığı zamanı işaret eder.” Borges’e göre: “Gerçekle düşleri karşı karşıya getiren, ama gerçeklerin de düşlerle aynı hammaddeden yapılmış olduğunu bize gösteren” bir eserdir ve “Don Kişot, artık aramızda yaşayan bir karakterdir”. Juan Goytisolo, Cervantes ödülünü kabul konuşmasında, “finans dünyasının yolsuzluklarına, işsizliğe, eşitsizliğe, insanları zorla evlerinden çıkaranlara” elinde mızrağıyla saldıran bir Don Kişot düşlüyor.
Ünlü Hispanist Ian Gibson ise bir konferansta, satır araları iyi okunduğunda Don Kişot’un otoriteye, güçlülere başkaldıran bir eser olduğunu savunmuştu. Buna örnek olarak ikinci cildin dokuzuncu bölümündeki meşhur “Kiliseyle karşı karşıyayız, Sancho” lafını (burada “karşı karşıyayız” için kullanılan topar fiili genelde olumsuz anlam içerir) ve gene ikinci ciltte Don Kişot, yıllar önce Müslüman olduğu için İspanya’dan atılan ve Almanya’ya yerleşen eski bir Arap arkadaşıyla karşılaştığında, arkadaşının “Almanya’da herkese vicdan özgürlüğü var” demesini (bundan “İspanya’da vicdan özgürlüğü yoktur” anlamını çıkartarak) gösteriyor. Ama önsöze ve diğer birçok kaynağa baktığımızda, “Kiliseyle karşı karşıyayız” cümlesinin kitabın orijinalinde, sonradan günlük konuşma diline giren bu şekliyle yer almadıgını öğreniyoruz. Kahramanımızın Arap arkadaşının söylediklerinin tamamını okuduğumda ise ben İspanya’daki rejimi eleştiren bir anlam çıkartamadım. Ellili yaşlardaki İspanyol araştırmacı arkadaşıma göre, aksine Don Kişot suya sabuna dokunmayan, Kral’a ve Kilise’ye hep saygılı davranan bir roman, bunun delili de Franco zamanında okul müfredatlarından çıkartılmaması.
Sonuç? Belirli bir sonuç yok. Çoğunluk çok önemli bir roman olduğunda hemfikir, ama bunun nedeni hakkında somut bir şey söyleyebilen fazla kimse de yok. Herkes Don Kişot’a baktığında kendi görmek istediğini görüyor sanki.
Akademisyen dostlarım ve başka bazı kişiler çok fazla talepkâr olmamak gerektiğini, romanın zamanının bağlamında ele alınması gerektiğini söyledi. İyi, tamam da, Shakespeare de tam o zamanlarda yazıyormuş…
İspanya’nın iki zıt yüzü
Genelde Don Kişot ve Sancho Panza’nın İspanya’nın iki zıt yüzünü simgeledikleri yolunda yaygın bir görüş vardır. Buna göre, Don Kişot İspanyol karakterinin idealist yanını, Sancho ise küçük hesaplar pesinde koşan, materyalist, kuşkucu yanını betimler. Burada geçirdiğim yıllar boyunca bir dolu Sancho Panza’ya rastladım ama idealistlerden fazla bir ses yok doğrusu; son Don Kişotlar 1936’da temizlendi gibime geliyor. Başka bir açıdan bakıldığında, bugünün şartlarında bu ülkede namuslu, düzgün bir şekilde işini yapmaya gayret eden herkesin birer Don Kişot olduğu da söylenebilir. Ama bunun İspanya’ya özel bir durum olduğundan hiç emin değilim; günümüzde dünyanın büyük bir bölümü için geçerli herhalde.
Düşündükçe Nabokov’un sözleri tekrar tekrar aklıma geliyor ve kitabı okurken beni rahatsız eden temel unsurun ne olduğunu anlıyorum. Bir ülke dolusu sözümona “gerçekçi” insanın saf ve idealist bir insanla alay etmesinin, ona kötü davranmasının içerdiği gaddarlık ve bu gaddarlığın –anlaşılan Cervantes de dahil olmak üzere– çoğunluk tarafından bir mizah öğesi olarak algılanması. Aradan 400 yıl geçmesine rağmen hâlâ bu resimde günümüzün İspanya’sının bir parçasını görüyor olmamız. İyi mizah kendi kendine gülebilmeyi içerir; maalesef buralarda başkalarının tökezlemelerine gülmek mizah sayılırken kendi kendine gülebilen insan sayısı az.
Gene de Sancho Panza’nın, efendisinin “deli” olduğunu bile bile bütün roman boyunca ona sadık kaldığını, en uçuk maceralarında bile yanında yer aldığını ve bir anlamda –kendi bile farkına varmadan– “idealistleştiğini” söyleyebiliriz. Sonlara doğru da şövalyemiz daha önce kendisiyle alay edenlerin en azından sevgisini kazanmayı başarıyor. Bu, bir ümit kaynağı olabilir mi? Bu topraklardaki idealistlerin saklandıkları yerlerden ortaya çıktıklarını, Sancho’ların değiştiğini görebilecek miyiz? Gün oluyor buna inanıyoruz, gün oluyor inanmıyoruz, yıllar öylece geçiyor. Antonio Machado’nun ünlü dizeleri bu konuda fazla iyimser değil: “İki İspanya’dan biri seni mutlaka düş kırıklığına uğratacaktır.”
Geçen hafta aileyle birlikte Madrid’den 150 km kadar ötedeki Cuenca şehrine gittik . Yol, Don Kişot’un doğup büyüdüğü La Mancha bölgesinden geçiyor. Önümüzde uçsuz bucaksız kızıl bir düzlük, üstümüzde bulutsuz gökyüzü, ortalıkta tek bir canlı yok, kupkuru bir manzara; Mars’ta olabiliriz. Eskiden bu topraklar denizin altındaymış; biraz hayal gücüyle göğün yerine denizi koyup o tarih öncesi zamanlara dönmek mümkün. Bazen beyaz bir koy monotonluğu kırar gibi oluyor, ama köylerde de pek insan görünmüyor, terkedilmiş gibiler. Ufukta yürüyen biri veya bir araba belirse, olduğunuz yerden rahatça görebilirsiniz. Batı Avrupa’da kilometrelerce gidip de pek bir yerleşim merkezine rastlamadığınız, kendinizi gerçekten yalnız hissetiğiniz ender bölgelerdendir herhalde. İnsan ilk başta tedirgin oluyor. Zaman geçtikçe değişik bir güzelliğin farkına varıyorsunuz, içinize bir huzur çöküyor.
O yollarda arabayla giderken bir ara eşim : “Şu önümüzdeki kocaman baraj gölüne bakar mısın?” dedi. Baktım, baraj gölü falan yok. Düz arazi, olsa olsa çok ileride bir iki alçak tepe. Söyledim, “Doğru,” dedi, “yanılmışım”. Çok garip. Tanıdığım en gerçekçi, ayakları yere en sağlam basan –hatta biraz fazla basan– insanlardan biridir, öyle uyanıkken hayal gördüğüne hiç şahit olmamıştım. Demek ki baraj gölü de görülebiliyormuş, elinde mızrağıyla yeldeğirmenlerine veya finansçılara saldıran şövalye de… Bu coğrafyada oluyormuş.