Atilla Keskin
Böğürtlen Zamanı
Murat Türk
Aram Yayınevi, Diyarbakır 2012
Kimi kitaplar vardır, bir solukta okursunuz; okurkan da “keşke hiç bitmese” dersiniz. Murat Türk’ün Böğürtlen Zamanı böyle duygularla okuduğum bir kitap.
Direnişle, estetiğin çok güzel yoğrulduğgrafiden Murat Türk’ün 16 yaşında gerillaya katıldığını, 19 yaşında tutsak düştüğünü, şimdi 39 yaşında olduğunu ve müebbete hükümlü olarak Bolu F tipi cezaevinde yatmakta olduğunu öğreniyoruz.
Böğürtlen tadıyla, cebindeki böğürtlenleri yoldaşlarıyla paylaşan küçük bir gerillanın, Rohat’ın gerilla kampındaki şakalarıyla başlar kitap.
Böğürtlenler kitap boyunca romana eşlik eder.
Kırk beş günlük bu direnişin böğürtlen zamanında gerçekleştiğini de böyle öğreniriz.
Kitaptaki direnişin kahramanı 17-18 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim gerilla Şervan’dır. Ama kitapta anlatılan duygular, felsefî düşünceler, doğa betimlemeleri, sanki oldukça yaşlı ve olgun bir gerillaya aittir.
Kitap kurgu mu, gerçek bir yaşam öyküsü mü, belli değil. Kanımca gerçek bir öykü. Gerçek bir öykü diyorum, çünkü böylesi olayların, detayların, inceliklerin, kişilerin, bunları yaşamayan birisi tarafından kurgulanması hemen hemen olanaksızdır.
Şervan gerilla grubundaki arkadaşlarıyla birlikte bir askerî birliği bastıktan ve silahlarını aldıktan sonra, geri çekiliş sırasında pusuya düşerler.
Çatışmanın yoğunlaştığı sırada bir at gelir, kara bir at:
“Atın gözünde, o ıslak aynada alevlerin yalımı sarı bir ışık gibi çaktı yüzümüze! Bu kara, parlak, devasa at, sımsıkı gövdesinin gerilimini üzerimize bırakarak geçti, gitti. Dönüp baktık arkasından; üzengiye takılıp sürüklenen şeyin bir asker postalı olduğunu fark ettik.”
Şervan yaralanır:
“O an gök yarılıp üzerimize çöktü sanki. Gök gürültüsünü andıran iç içe patlamalar… Alev… Barut… Duman. Bir anda hava karardı.”
Grup geri çekilmeye başlar. Kolay değildir bu çekiliş, içlerinde yaralılar vardır, yoğun ateş altındadırlar. Şervan yürüyememektedir. Kendisini bırakmaları için çok ısrar etse de yoldaşları kabul etmez. Ne zaman ki Şervan artık adım atamaz, kendisini bir çukura bırakır, geri gelip alacaklarını söylerler.
“Direnmek yaşamaktır! Ne olursa olsun diren!” der yoldaşları.
“Sonuna kadar direneceğim” diye yanıtlar.
Top sesleri, makinalı tüfek sesleri, aydınlatma fişekleri tüm gece sürer. Yarasına, ağrılara rağmen uyumamak için direnir Şervan.
İki gece kimse gelmeyince kendi başının çaresine bakmaya karar verir.
Ve “roman bundan sonra başlar” desek yeridir.
Şervan uzun, kaç gün kaç gece olduğunu kendisinin de bilmediği uzun bir yürüyüşe başlar, yoldaşlarını tekrar bulacağından emindir.
“Aç, susuz, uykusuz, çok da bitkinim. Yürürken ara sıra yaram kanıyor, artık aldırmıyorum. ‘O kadar kan gitti ölmedim,bundan sonra ölmem’ diyordum. Buna rağmen
bir türlü yenemediğim bir korku vardı içimde: Ya bir yere düşüp kalkamazsam! O kadar güçlü ki bu korku, düşünmek daha fazla korkutuyor… Yürümek kötü, durmak daha bir kötü. Durunca rehavet çöküyor üzerime, kalkmak istemiyorum, üşüyorum… Sonra o kara at geliyor aklıma, sonra karıncalar… Sonra böğürtlenler… Sonra…”
Sonra kendisine yardımcı olan, topladıkları böğürtlenleri ona veren, gencecik 12-13 yaşlarındaki iki kız. Süt içiren çobanlar, yarasını saran berivanlar.
Birazcık kendisine gelince yine sürdürür yürüyüşünü. Gördüğü ilk köyde yardım ederler kendisine. Karnı doyurulur, yaraları sarılır, vücudu silinir.
Ağrıdan kıvrandığı anlarda bile yaptığı şakalar yaşama nasıl sımsıkı sarıldığının bir göstergesidir:
“Çoraplarımı henüz çıkarmamıştım. Üst üste kaç çift giymiştim bilmiyorum. Tek tek çıkarmakla olmazdı. Bir kerede çıkarıp kenara koyduğum çoraplar bot gibi durmuştu. En az altı yedi çift olmalıydı. O kadar kirliydiler ki, utandım. Gözlüklü gülüyordu. Öteki ‘botu’ da çıkardım! Birbirlerine yaslanarak duruyorlardı. ‘Valla ancak nehir temizler bu kahramanları!’ dedim gülerek.”
Yarası sarılıp karnı doyurulur. Köylüler Şervan’a birkaç gün kalması, iyileşince yola çıkması için yalvarır. Kabul ettiremezler. Şervan bir baskın olur, kendisine yardımcı olan köylüler zarar görür düşüncesiyle yine yürüyüşünü sürdürür.
Birçok köye girer çıkar, kimilerini tanıdığını köylüler, genç, çocuk, kendisine yardımcı olur, ama hiç bir evde uyumaz. Kimi zaman köylülerin verdiği bir atla, kimi zaman yayan yolculuğunu sürdürür.
Yarasının çok ağrıdığı, yürüyemeyeceğini anladığı bir gün sığındığı evde, yarası sarılır. Kurtlanmıştır yara ve ateşi çıkmıştır. Yine de evde kalmaz, dışarıda yatar. Biraz kendine geldiğinde yine yürüyüşünü sürdürür.
Gerillaların daha önce hangi köylere geldiğini, hangi evlerde kendilerine iyi davranıldığını bilmektedir. Birçok köye gelir, birçok eve girer, hep yoldaşlarının gelip gelmediğini sorar. Bazı köyler on beş yirmi gün önce gelip gittiklerini, bazıları son sıralarda hiç uğramadıklarını söyler. Umudunu hiç yitirmez Şervan. Daha önce konakladıkları gerilla kamplarını yoklar. Ama yoktur yoldaşları…
Şervan bu uzun yolculuğunda salt dostluğu, yardımseverliği değil, ihaneti, acımasızlığı da görür. Ölümün, tutuklanmanın kenarından geçer.
Çok yorgun düştüğünde köyün dışındaki bir tek eve konuk olur. Ev sahibi kamyoncudur. Çok ısrar eder kendisine. Şervan kabul ederse kendisini şehre götürecek ve orada tedavi ettirecektir. Daha önce birkaç gerillaya da böyle yardımcı olduğunu söyler. Kamyonunun özel bir bölümü olduğunu, kontrolleri kolaylıkla atlatabileceklerini söyler. Ama kabul etmez Şervan. “Sen bana yaramı sarmak için ilaç getir, yeter” der. Kamyoncu Emin’in çok ısrar etmesine rağmen, evde yatmayacağını, kendisi dönünceye kadar arazide yatacağını söyler. Yatacağı yeri de Emin’e gösterir.
Şervan gerillanın içgüdüsüyle bu adama pek güvenmez, kaldığı yeri de değiştirir. Emin haini geldiğinde kamyonda klaşinli bir başkası daha vardır. Emin’in de elinde bir tabanca. Deli gibi sağa sola bakar ama Şervan’ı bulamazlar.
Artık çok daha dikkatlidir. Bildiği köylerde, evlerde beyaz bir taksiyle karanlık çehreli bazı adamların kendisini aradığını duyar hep. Artık çok dikkatlidir. En sarp yerlerden geçer, ormanlık arazide geceler. Askerlerin de kendisini aradığını duyar. Yine de yoldaşlarını bulmaktan vaz geçmez.
Ve sonunda bulur da. O kadar zayıflamış ve yıpranmıştır ki, çoğu kendisini tanıyamaz:
“Saat on bir civarı tepeciler indi. Rohat, daha ulaşmadan sesini duydum ve:
‘Böğürtlen getirdin mi Rohat? Böğürtlen?!’ dedim.
‘Vaaay!’ dedi. ‘Bu, bu…’
‘Böğürtlen getirmeden gelme!’
Ağaçların altından koşa koşa geldi. Elinde küçük, kara bir çaydanlık vardı. Yere bıraktı. Sımsıkı boynuma sarıldı.
‘Böğürtlen getirmedin, bari bir çay yap Heval Rohat…’ dedim.
Küçük çaydanlığı önüme bıraktı, kapağını kaldırdı.
Ağzına kadar böğürtlen doluydu çaydanlık!
‘Tam böğürtlen zamanında geldin!’ dedi.“
Böyle bitiyor bu güzelim roman.
Roman bitince halkla gerillanın bütünleşmesini çok net olarak görmüş, tankların, uçakların, bombaların bu özgürlük kavgasını engellemesinin olanaksız olduğuna dair inancım bir kez daha pekişmişti.