Sevan Değirmenciyan
Herkes mutlulukta birbirine benzer iken, hüzünde biriciktir.
1915’in yüz binlerce insanının hüznü, üzüntüsü, mağrurluğu ağır bir külfet, tarif edilemez bir sıkıntıdır. Hukukun, tarihin, siyasî mücadelenin de ötesinde, düşünceyi ve duyguyu allak bullak eden bu tuhaflık, sonsuz bir delhizde kayboluyor, dipsiz bir derinlikte boğuluyormuş duygusunu verir, ki bununla başeden yüzlerce hayat da darmadağın olmuştur. Ermeni Soykırımı’nı araştıran büyük bir bilim insanı hayaletlerle mücadele edebilmek için çocukluğunda öğrendiği ilahileri okuduğunu, aksi takdirde delireceğini düşündüğünü söylemişti bir konuşmasında.
“İşin” istatistiğine dalıp olayın boyutlarını ölçmekle uğraşırken mahvolan biricik hayatları görmeyiz: Evini, toprağını, varını yoğunu bırakan insan, yol kenarlarına atılmış ölülerin arasında annesini arayan ve her seferinde kaskatı kesilmiş ve morarmış başka bir cesetle karşılaştığında şükreden Osmanlı Ermeni askeri, ailesinin kadınları gözlerinin önünde tecavüze uğrayan baba, onurlarını korumak için derin uçurumlardan ölüme atlayan kadınlar çoğaldıkça silikleşir, sıradanlaşır.
“Söz konusu hayatsa gerisi teferruattır” derler ve böyle de öğretirler. Ezberimizi bozan hikâyeler çoktur ve aşağıda okuyacağınız Soykırım günlerinde yaşanan benzer hikâyelerden sadece biri.
Çankırı’ya sürgün
Yazar ve hekim Rupen Sevag-Çilingiryan Alman eşi Helene Apell ile Lozan’da öğrenim gördüğü yıllarda tanışmış ve evlenmişti. Eşinin ısrarlarına karşın, İstanbul’a dönmüş ve Elmadağ’daki evinde huzurlu bir hayat yaşamaya başlamıştı. Rupen ve Helene’nin bir kız çocukları vardı. Osmanlı ordusuna hizmet ederken, silah altında olduğu bir dönemde tutuklandı ve Çankırı’ya sürgün edildi. Hekim ve asker olduğu için değil, kuvvetle muhtemel şair olduğu için tutuklanmış ve sürgün edilmişti.
Çankırı’da olduğu dönemde arabacıların başı olan, “küçük köyün büyük ağası” İsmail adlı birinin kızı hastalanır ve yörede hekim bulunmadığı için sürgündeki Rupen Sevag’ı hastayı tedavi etmesi için eve davet ederler. Bu ziyaretler sırasında hasta giderek iyileşiyor ve fiziksel hastalığı düzeldikçe kalbini bu genç hekime kaptırıyordu. Kızın babası da hekimi sevmiş ve onu mutlak ölümden kurtarmanın yollarını aramaya başlamıştı: Rupen Sevag’ı ihtidaya davet edecek ve kızıyla evlendirecekti. Kuşkusuz, bu bir lütuf olarak görülüyordu; şairin hayatı kurtulacaktı. Buna hayır denemezdi…
Çankırı’daki adam, Rupen Sevag’ın ruhunda Ermeni mitolojisinin kahramanlarından Ara Keğedzig’in yaşadığını nereden bilebilirdi ki?
Rivayete göre Asur Kraliçesi Semiramis, Ara’nın cazibesini ve güzelliğini duyup ona sahip olmak ister. Hediyeler yollar, hatta ülkesini Ara’ya sunar, fakat evli olan Ermeni kralı onu reddeder. Bunun üzerine Semiramis savaş ilan edip şehvetini zorla tatmin etmek ister. Savaş sırasında Ara öldürülür. Fakat efsane burada bitmez… Ara dirilir ve yaşamaya devam eder.
Aşk vardı orada, onur vardı
Söz konusu hayat olduğunda, gerisi teferruat değildi Sevag için: Aşk vardı orada, onur vardı, ölümden de kuvvetli, kudretli olan duygular, yaşanmışlıklar vardı.
…Ve Rupen İsmail’in teklifini reddeder.
Ağustos 1915’te Arabacı İsmail’in de suç ortağı olduğu bir çete şair ve hekim Rupen Sevag’ı ve aralarında şair Daniel Varujan’ın da olduğu diğer arkadaşlarını hunharca katleder.
Fakat Rupen Sevag efsanevî Ara misali dirilmiş ve yaşamaktadır. Sevag, ölüme gönderilen her birey, geri dönmemek üzere sürgüne çıkartılan her aydın, sıradanlaşan bir kötülükle katledilen her çocuk gibi, sadece hükümetin, tebaası olan halka karşı işlediği ağır insanlık suçunun anatomisini oluşturmakla kalmaz. Milletperverlik kisvesi altında, sözde ülkenin geleceği için, “devletin bekası” için yapılan taktilin ebedî lanetini de suskunca taşır ve nesilden nesile aktarır.