10 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen bombalı saldırıların ardından bazı AKP’li isimlerin, saldırıyı saldırının mağdularının gerçekleştirdiğini iddia edebilmeleri, hem de bunu sadece 1 Kasım seçimlerinde daha fazla oy almak için yaptıklarını iddia edebilmeleri, AKP’nin siyasal demokrasiyle kurduğu ilişkiyi anlamak açısından sağlam bir çıkış noktası.
Demokrat olmanın insana yüklediği asgarî kurallar vardır. Bunların başında, kamusal alanda mağduriyetlerin temel sorumlusunun, mağduriyetlerin giderilmesi yönünde adım atması beklenen ilk kurumun devlet olduğunu bilmek gelir. Erdoğan ve AKP liderliği üniversite yönetimlerinden valilik ve kaymakamlıklara, MİT’ten Emniyet’e, Anayasa Mahkemesi’nden Yüksek Seçim Kurulu’na, bakanlıklardan HSYK’ya hemen tüm bürokraside yaygın bir şekilde kadrolaşmış vaziyette. Buna rağmen, son yıllarda demokrasinin alanını daraltmak bir AKP modasına dönüşmüşken, her mağduriyetten bir AKP mağduriyeti çıkartmaya çalışılması, üstelik bunun giderek her zamankinden daha vahim boyutlar alan bir düzeysizlikle elele gitmesi, eğer doğru değerlendirilip kazanım elde eden karşı hamleler üretilmezse, siyasal demokrasinin kaderi açısından bütünüyle olumsuz sonuçların bizi beklediğini gösteriyor.
Demokrasi düşmanlığı ve Ankara katliamı
Ankara katliamı, dolaysız bir şekilde siyasal demokrasiye yönelik bir saldırıdır. Demokrasiyle ilgili en temel kurallardan biri olan örgütlenme ve gösteri hakkına yönelik bir saldırı gerçekleşti Ankara’da. 10 Ekim’de dört önemli örgüt, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB “Barış, demokrasi ve kardeşlik” mitingi örgütleyeceğini haftalar öncesinden ilan etmişti. Mitingin hiçbir pürüzünün olmadığı, Ankara valiliğinin mitinge izin vermesinden anlaşılır. Devlet bürokrasisi ve bu bürokrasiyi sevk ve idare eden siyasî iktidarın önceliği, bu mitingin güvenliğini sağlamak, mitinge yönelik tehditleri ortadan kaldırmak, bu tehditlerle ilgili tertip komitesiyle görüş alış verişinde bulunmak, mitinge katılanların güvenliğini sağlamak ve özellikle mitinge dışardan gelebilecek saldırıları önlemektir. Bu, kuşkusuz siyasal demokrasinin yazılı olsun olmasın bir dizi teamülünü varsayar. AKP’nin ve Erdoğan’ın ise ne devraldığı demokratik teamüller var ne de demokratik kurumları, kalıpları inşa edecek, uygulayacak ve güçlendirecek siyasal ufku.
Bu satırlar yazılırken, başbakan Davutoğlu şöyle bir konuşma yaptı: “Türkiye’de intihar eylemi yapabilecek kişilerin belli bir listesi dahi var. Takip ediyorsunuz ama bu eylemi gerçekleştirme noktasına kadar şey yaptığınızda başka bir protestoyla karşılaşıyorsunuz. Rutin dışına çıktığınızda demokratik hukuk devletinde bunun da bir sınırı var. Tutup sebepsiz yere birini tutamazsınız.” Aynı başbakan, bir HDP üyesinin sosyal medyada yazdığı kısa bir yazı nedeniyle tutuklanmasına ya da gazeteci Bülent Kenes’in bir tweet atmasının ardından tutuklanmasına yeten yasaların, nasıl olup da on binlerce insanın katıldığı bir barış mitingini bombalama ihtimali olan bir canlı bomba hücresinin gözaltına alınmasına yetmediğini açıklayamaz.
Bu açıklama yeteneksizliği tam da anlatmak istediğim sorunu ortaya seriyor. AKP, artık demokratik hakların ihlalleriyle özdeşleşen, iktidarı siyasal demokrasinin her bir kazanımını kısıtlamaya bağlı olan bir partidir. Roboski’den Gezi’ye, Soma’dan Suruç’a, Diyarbakır’dan Ankara’ya, Kürtler, işçiler, yoksullar, solcular öldürülürken, iktidarda olmanın şımarıklığıyla bütün bu cinayetlerden mağduriyet çıkartmaya çalışmak, hem Türkiye’de devletin demokrasiyle ilişkisizliği hem de AKP’nin demokrasi dışı davranış kalıplarının değişmezliğiyle alakalı.
Demokrasi neden önemli?
Demokrasinin sayısız yönden tanımı yapılabilir. Yasama, yargı ve yürütme organları arasında şeffalığa bağlı bir denge denetleme mekanizmasının işlerliğinden, çoğulcu bir siyasal-parlamenter yaşamın kurallarının ve hukuksal ilkelerin eşitlik temelinde uygulanabilirliğinin garanti altına alınması ya da devletin her daim hesap verebilir, seçme seçilme ilişkilerine tabi olduğu bir toplum sözleşmesinin bir kurumu haline gelmiş olması öne çıkartılabilir. Fakat demokrasinin daha doğrudan ve sınırlarının sürekli olarak değişmek zorunda olduğu bir başka tanımı daha var. Demokrasi, işçilerin, yoksulların, ezilenlerin ve dışlananların egemen sınıflara ve devlete karşı sürdürdüğü mücadelede elde ettiği, dişiyle tırnağıyla kazandığı haklar toplamıdır. Bu mücadelenin yaygınlığı, kararlı bir şekilde sürmesi ve elde edilen kazanımların sürekli işleyen kurumlar olarak örgütlenmesi, demokratik teamüllerin kalıcılığının da garantisidir.
Türkiye’de AKP’nin devraldığı ve giderek daha fazla pekiştirdiği birkaç öğe ve özellikle yolsuzluk dosyalarının ardından Erdoğan’ın girişimleriyle açığa çıkan hamleler, demokrasinin cılızlığının hem kökenini hem de güncel düzeyini anlamaya yardımcı olabilir. Örneğin Antalya’da Alara Çayı üzerine yapılacak hidroelektrik santralin yarattığı çevre tahribatı ve hukuksuzlukla ilgili olarak Çevre Bakanlığı yaptığı savunmada, orman alanları için kamulaştırma söz konusu olmadığı için gerekli izinlerin daha sonra alınacağını söyledi. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına karşı bakanlığın verebildiği bu yanıt, siyasal demokrasinin ne kadar keyfî bir şekilde daraltıldığının binlerce örneğinden biri.
Ankara’nın göbeğinde, bütün devlet kurumlarına birkaç kilometrelik mesafede Ankara Garı’nın önünde yaşanan patlamanın ardından hiçbir yetkilinin, devlet ya da hükümet görevlisinin istifa etmemesi de siyasal demokrasinin tarihsel ve güncel darlığıyla ilgili. Bu darlık, sadece istifa kurumunun işletilmemesinde değil, sık sık yaşanan katliamların ikliminin yaratılmasında da belirleyici.
Devlet ve demokrasi
Bu darlığı belirleyen ilk öğe, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunun bir soykırımla şekillenmiş olması. Soykırımın üzerinde yükselen sermaye, soykırımın üzerinde yükselen devlet, inkâra, resmî yalanların sürekli kılınmasına dayalı ideolojik devamlılık, devletin en başından beri aşırı merkezîleştirilmesi ve dolayısıyla aşırı bürokratikleşmesiyle beraber ilerledi. Bir hapishanede demokrasi ne kadar olursa, halklar hapishanesi gibi devlet örgütlenmesinde de demokrasi ancak bu kadar sınırlı bir ihtiyaç haline gelir. Aşırı merkezî ve ideolojik kurucu öğesi itibarıyla halka hesap veren değil halktan aralıksız hesap soran bürokratik devlet mekanizması siyasal demokrasinin tam zıttıdır.
Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin aynı zamanda darbeler tarihi olmasının nedeni de budur. Hem büyük sermaye hem de bürokratik ve aşırı merkezîleşmiş devlet aygıtı, halkın demokratikleşme yönündeki, merkezî devleti zayıflatma ihtimali taşıyan her hamlesinde, devletin gerçek, donuk, aşırı merkezî yüzünü gizleyen parlamenter yapıyı her yetersiz gördüğünde, kısıtlı demokrasiyi rafa kaldırmakta bir ân bile tereddüt etmedi.
Ordunun kendisine değil, ordunun siyasete müdahalesine de değil, esas olarak ordunun AKP’yi devirmesine karşı olan AKP liderliği, bu tehdidi atlattığını düşündüğü siyasî evrede, demokrasiye göz kırpmaktan vazgeçti ve iktidarını sağlamlaştırmaya soyundu. Hem sermayeyle hem de merkezî devlet aygıtıyla içiçe girdi. Burada devreye, demokrasi açısından başka bir öğe daha girdi. Erdoğan, hayallerini gerçek sanmaya ve özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından, başkanmış gibi davranmaya başladı. AKP’liler yeni bir Türkiye’nin kurulduğunu ilan etti.
Yenilik, sadece cumhurbaşkanın halkoyuyla seçilmesinde olsa da, cumhurbaşkanını seçmek için oy verenler, başkan seçmek için oy vermemiş olsa da, Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildiği günden beri başkan ya da yarı başkan gibi davranıyor. Bu eğilimin nedeni, Erdoğan’ın ve yakın çevresinin 2013 yılının sonlarında açığa çıkan yolsuzluk dosyaları nedeniyle yargılanma olasılığının belirmesi. Erdoğan, arka arkaya siyasî hamlelerle, sadece yolsuzluk dosyalarını ve yargılanma olasılığını geri plana itmekle kalmıyor, başlı başına bürokratik ve merkezi devlet aygıtını neredeyse yeniden biçimlendirircesine daha da merkezîleştirip daha da bürokratikleştirmek için, demokrasiyle pek alakalı olmayan ama devlet geleneğiyle özdeşleşen teamülleri de dağıtıyor. Erdoğan’ın pratiği başkanlık rejimine yönelik adımlara sahip; ama yasal mevzuat Erdoğan’a sadece “sıradan” bir cumhurbaşkanlığı yetkisini yüklüyor. Erdoğan’ın bu siyasal hamlelerinin nedeni ise, AKP’nin merkezî liderliğinin denetimini gerçekleştirebilmesi ve milyonlarca insanın oy verdiği bir partinin son sözü söyleyen lideri olmayı sürdürmesi.
Bu, dinamik ve artık AKP’nin hak ihlalleriyle özdeşleştiği bir süreç. Ama bu aynı zamanda, hem Erdoğan’ın siyasî yönelimlerinin hem de AKP liderliğinin, başlı başına siyasî istikrarsızlık anlamına geldiği bir süreç. Egemen sınıf, devlet, orta sınıflar ve işçi sınıfı açısından, aynı anda yaşanan bir istikrasızlık bu. Devletin Kürtlere karşı başlattığı savaş, bu istikrarszılığı daha da derinleştiriyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra bir koalisyon hükümeti kurulamamasının temel nedeni de bu, yoksulların yaklaşık yüzde 40’ının oyunu alan AKP’nin “fabrika ayarlarına” dönmesini imkânsız hale getiren de.
“Fabrika ayarları” zaten siyasal demokrasinin sınırsız genişlemesini arzulayan bir siyasal ufka işaret etmiyordu. Demokrasiye mecburi bir göz kırpmadan ibaretti. O mecbruiyet ortadan kalkınca, Berkin Elvan’ın annesini AKP mitinglerinde yuhalatan, Soma’da yüzlerce madencinin öldüğü gün devletin madenci yakınlarını tekmelemesinin önünü açan siyasî öz açığa çıktı. Siyasal demokrasinin her bir zerresini korumak için gösterilecek çabaların önceliği işte bu siyasî, anti-demokratik özle mücadele etmek olmalı.