Ragıp Zarakolu
Türkiye siyasal sisteminin sürekli kriz, kırılma ve yeni düzenlemelerle ilerlediği bir olgu. Bunlarda en fazla etkilenen iki kurum ise basın ve üniversite.
Şu günlerde bir çeşit “akademikırım” yaşanıyor. Yeni üniversite kuşağı 1980 darbesinden bu yana ilk büyük akademisyen kırımı ile karşılaşıyor. Akademisyenlerin yaptığı bir barış çağrısı, Türkiye üniversitelerine yeniden “ayar” vermek için kullanılıyor.
Barış Bildirgesi’ni imzaladığı için hapsedilen akademisyenler, ülke içinde ve dışında gösterilen dayanışmanın da etkisiyle tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu elbette olumlu bir gelişme. Ama akademik özgürlüğün aldığı ağır darbe ve Barış Bildirgesi’nden üniversitede ideolojik temizlik için yararlanıldığı unutulmamalı.
Bunu unutmazken, devletin üniversitelerle ilişkisinin tarihini de kısaca hatırlayalım.
İlk tasfiyeler
İstanbul Üniversitesi’nin henüz Dar-ül Fünun iken hiç olmazsa kağıt üzerinde var olan özekliğini 1933 yılında “üniversite reformu” ile yitirdiğini kaç kişi hatırlıyor?
Dar-ül Fünun ilk tasfiyeyi 1922 baharında, Ankara’yı eleştiren beş öğretim üyesinin atılması ile yaşadı: Ali Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Cenap Şahabettin, Hüseyin Daniş ile Varujan Barsamyan. Dar-ül Fünun yönetimi Barsamyan’ın verdiği İngiliz Edebiyatı dersini tamamen kaldıracaktı.
Üniversite 1933 yılında yitirdiği biçimsel özerkliği, Prof. Dr. Hirsch’in hazırladığı ve 1946 yılında kabul edilen yeni üniversite yasası sayesinde kazanacaktı. Kazanacak da ne olacaktı? Daha bir yıl geçmeden, Ankara Üniversitesi’nin faşizan gençlik hareketinin ve tek parti rejiminin boy hedefi haline gelen “Ankara 4’leri”ne (Pertev Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu) sahip çıkan rektör Şevket Aziz Kansu, odasını basan militanlarca istifaya zorlandı. Türk devleti unutmaz: Kansu’ya yöneltilen suçlamalardan biri, 1919 yılında Aydınlık dergisine yazı yazmış olmasıydı.
Yargıtay 4’lerin tasfiyesi kararını iptal edince, Eğitim Bakanı çareyi parlamentodaki bütçe yasasında 4’lerin ders verdiği bölümlerin ödeneğini kesmekte bulacaktı.
Aynı dönemde, Yunan klasiklerini, İliada ve Odiseus’u dilimize kazandıran Azra Erhat da üniversiteden ayrılmak zorunda bırakıldı. Azra Erhat, 12 Mart darbesinden sonra üstelik bir de tutuklanacaktı!
27 Mayıs: “Ordu eserini koruyacaktır”
Türkiye, 1960 darbesinden sonra yeni bir anayasaya kavuştu. Anayasa hazırlıkları sürerken, darbeyi gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi üniversitede kapsamlı bir temizlik yaptı; 147 öğretim üyesi üniversiteden atıldı.
Cuntanın güçlü seslerinden Orhan Erkanlı, “Atatürkçü bir üniversite kurma konusunda” kararlı olduklarını, bunun için üniversitede temizliğe gittiklerini söyleyecekti. Aydınlar demokrasi hayalleri kuradursun, Erkanlı’ya göre bu tasfiye 27 Mayıs’ın en olumlu eseri olarak tarihe geçecekti. Üniversite böylece artık sağlığına kavuşmuştu. Daha sonra CHP milletvekili olan Erkanlı, gelecek açısından ipucu niteliğinde bir saptamada da bulunacaktı: “Ordu eserini koruyacaktır”.
Cunta üyesi Albay Muzaffer Yurdakuler’in temizlik için yaptığı ideolojik gerekçelendirme şöyleydi: “Yapılan iş, sadece Atatürk devrimlerinin gerçekleşmesinde hızı artırmak, buna uymayanları uzaklaştırmaktan ibarettir.” Tasfiye edilenler “bilimsel, ülküsel ve ahlakî yetersizdiler” ve “anti-demokratik gerici fikirler” taşıyorlardı.
Cunta üyesi Yüzbaşı Muzaffer Karan ise çok daha aşağılayıcı bir açıklamada bulunacaktı: “Biz sadece, ahlak ve bilimsel ideolojisi açısından yüz kızartıcı notlara sahip olanları, özellikle de çoğu komünist, mason, yeteksiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen, asistanlarını metres olarak kullanan, doçentin yazdığı kitaba imzasını koyan, senede üç beş kere fakülteye uğrayan üyeleri görevlerinden aldık.”
Bir yüzbaşının, “komünist”, “Kürtçü”, “cinsi sapık”, “mason”, “kitapsız” olarak nitelediği akademisyenlerin isimlerine baktığımızda ise, bunların Türk entelijansiyasının en parlak isimleri arasında yer aldığını görürüz. Türk tiyatrosunun medarı iftiharı Haldun Dormen mi, siyasal partiler tarihi uzmanı Tarık Zafer Tunaya mı, Türkiye’de sosyoloji biliminin kurucularında kabul edilen felsefeci Hilmi Ziya Ülken mi, Türkiye hümanizminin kurucularından Sabahattin Eyüboğlu mu, sosyolog Mazhar Şevket İpşiroğlu mu, Çetin Özek ve Metin Özek’in babası Doktor Ömer Özek mi, Hıfzı Timur, Takiyettin Mengüşoğlu mu, Fransız filolojisinin unutulmaz isimlerinden Süheyla Bayrav mı, SBF’nin anıt isimlerinden Yavuz Abadan, arkeolojinin parlak isimlerinden Halet Çambel mi, filozof Nusret Hızır mı, Celal Saraç mı, Tahsin Artunkal mı, Bülent Köprülü mü, İsmet Giritli mi, Cevdet Perin mi, Larousse ansiklopedisinin editörü olacak olan Adnan Benk mi, Memduh Yaşa mı (herhalde listenin Kürtçüsü oydu!), Şevkiye İnalcık mı, Özer Ozankaya mı, Mukbil Özyörük mü, en cin yazarlarımızdan biri olan Orhan Duru mu, hangi birini saysak? Kazara üniversiteye akademisyen olarak girmeyi başarmış azınlıklardan birkaç isim varsa, elbette onlar da halledilecekti: Aristidi Karyofili, Yani Stomadiyadiz, Selim Baruh…
Olayın utanç verici yanı ise, tasfiye edileceklerin listesinin yine üniversite içindeki akademisyenler tarafından hazırlanmış olmasıydı. Bu akademisyenler ile tasfiye edilen isimlerin yapıtlarını karşılaştırır ve kalitesine bakarsak, arada dağlar gibi farklar buluruz.
Kararı protesto etmek için dört üniversite rektörü, Fikret Narter (İTÜ), Sıddık Sami Onar (İstanbul Üniversitesi), Suut Kemal Yetkin (Ankara Üniversitesi) ve Turhan Feyzioğlu (ODTÜ) istifa edecekti.
Yeni anayasa, celladını kendisi seçmişti. MBK cuntası, MGK adı altında kalıcılaştı. Hele 28 Şubat postmodern darbesinden sonra 1000 yıllık saltanatını ilan etti.
Gerçekten de, 1960 sonrasında üç başarısız darbe girişimi, iki başarılı darbe ve bir postmodern darbe ile ordu, Erkanlı’nın dediği gibi, “eserini” canla başla savundu.
12 Eylül ve 1402’liler
12 Eylül cuntası, yönetimi ordunun gözetimi altında sözde sivillere bırakmadan önce son rötuşlarını yeni Basın Yasası ve 1402 nolu yasada yapılan bir değişiklikle yaptı. Ve erki terk etmeden önce, üniversitede sol veya “ayrıksı” olan akademisyenlere yönelik bir temizlik harekâtına girişti.
Bu temizlik yapılmadan kısa bir süre önce, yolum SBF’ye düşmüştü. Yeni oluşturulan YÖK’ün disiplin yönetmeliğinin “sakal yasağı” üzerine nasıl bir tavır alınması gerektiği tartışılıyordu. Mete Tunçay, Alpaslan Işıklı, İlber Ortaylı, Korkut Boratav vardı hatırladığım kadarıyla sohbet sırasında. Mete Hoca’nın simgesi oldum olası sakalı olmuştur. Hocaya takılıyorlardı, “Sakalını kesecek misin?” diye. Ama kimsenin sakalını kesmesine gerek kalmadı.
Türkiye solunun tarihi üzerine ilk akademik çalışmayı yapması ile bilinen Mete Tunçay, zaten 12 Mart darbesi ile tasfiyeye uğramış, sonra üniversiteye geri dönmüştü. 12 Eylül darbesi onu ikinci kez tasfiye ettiği gibi, Belge Yayınları’nın yayınladığı Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler adlı kitabından dolayı, Ayşe Nur ile birlikte, İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılayacaktı.
12 Eylül cuntası tarafından tasfiye edilenler, sıkıyönetim yasasının numarası ile, 1402’likler olarak anıldı. Çoğu, daha sonra 90’larda bu karar iptal edilse de, üniversiteye dönmedi.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kurucularından Haldun Özen, 1402’liklerin haklarının iadesi ve üniversiteye dönmeleri için ciddi bir kavga verdi. 12 Eylül tasfiyesini en kapsamlı veren kitaplardan biri de onun Entelektüelin Dramı: 12 Eylül’ün Cadı Kazanı (İmge Yayınları, 2002) kitabıdır.
12 Eylül cuntasının uyguladığı tasfiye, gerçek bir ‘akademisid’ (akademikırım) oldu. İşte Paşalarımızın hoşlanmadığı isimlerden bazıları: Rona Aybay, Burhan Cahit Ünal, Mete Tunçay, Alpaslan Işıklı, Tuncer Bulutay, Bahri Savcı, Korkut Boratav, Kurthan Fişek, Murat Sarıca, Nuri Karacan, İdris Küçükömer, Üstün Korugan, Gençay Gürsoy, Yücel Sayman, Bülent Tanör, Hüseyin Hatemi, Niyazi Öktem, Tarık Zafer Tunaya, Güney Gönenç, Oya Köymen, Orhan Silier, Tahir Hatipoğlu, Veli Lök, Haldun Özen…
Ermeni soykırımı
‘Akademisid’ dedik de, mesela 1915 soykırımının üniversite boyutundaki yansıması ne kadar yansıtılabildi bu güne kadar? Akademyamız olayın bu boyutunu ne kadar araştırdı ve içselleştirdi?
Katledilen Ermeni aydınlarının bir bölümü Dar-ülfünun’da ders veriyordu. Elbette bu isimlerin Osmanlı basınında da önemli bir yeri olduğunu akılda tutmak lazım. Şimdi sadece Krikor Zohrab ve Diran Kelegyan’ın adını bilebiliyoruz, biraz deştikten sonra o da.
Beyrut’ta Haygazyan Üniversitesi’nde 2010’da düzenlenen Uluslarararası Soykırım ve Hukuk konulu bir konferans sırasında kütüphaneyi ziyaret ettiğimde, anısına Lübnan’da üniversite kurulan Haygazyan’ın Konya Koleji’nin kurucusu olduğunu öğrenecektim. Daha sonra Polis Koleji olmuş!
Amerikalı misyonerlerin 1921 yılında hazırladığı bir Tehcir Raporu’nu 90’lı yıllarda tercüme ettirmiştim. Ona tekrar baktığımda, Haygazyan’ın her nasılsa 1915 tehcirinden sağ çıkmayı başardığını, Mütekare’den sonra yeniden Harput Koleji’ni canlandırma hayali ile Elazığ’a döndüğünü, öğrendim. Haygazyan, bu misyoner raporuna göre, Elazığ yakınlarında salgın hastalıktan yaşamını yitirecekti.
1915’in en vahşi aydın kıyımlarından biri Harput Koleji’nde yaşanmıştı. Prof. Garabed Soğigyan, Prof. Mıgırdıç Vorperyan, Prof. Hovhannes Bucikanyan, Prof. Tenekeciyan, Nahigyan, Lüleciyan… Kimi Cornell, kimi Yale Üniversitesi’nden.
Merzifon Koleji ise bunu 1921 yılında şimdilerde kahraman ilan edilen Sakallı Nurettin Paşa eliyle yaşayacaktı. İstiklal Mahkemesi’nin 12 Eylül 1921 yılında “bölücü faaliyet” gerekçesi ile idam ettiği 69 Kolej mensubu arasında Dimitrios Theoharides, H. George, A. Simeon, A. Pavlidis vardı. İlginç olan, okulda hocalığını sürdüren ve bu nedenle Kemalistlerin tehdit ettiği Zeki Bey’in “derin” bir suikaste kurban gitmesi ve suçun Merzifon Anadolu Koleji mensuplarına yıkılması idi.