TERRIBLE TURK: Irkçı bir imaj ve biz
Roni Margulies
Batı’nın tüm ülkelerinde “Türk” sözü çok çeşitli bilinç ve anlam düzeylerinde, çok katmanlı ve çok zengin bir olumsuzluk sözüdür. Bunu sadece “Terrible Turk” (korkunç Türk) “Unspeakable Turk” (adı ağıza alınmaz Türk) veya “Kümmeltürke” (kimyon Türk) örneklerinde olduğu gibi açıkça ve bilinçli bir olumsuzluk sözü olarak kullanıldığı durumlar için söylemiyorum. Önünde “terrible” sıfatı bulunsa da bulunmasa da, “Türk” sözünü duyan bir Batılı, önce sıfatı da duyar.
Önce böyle olur. Sonra, söz konusu beyin bir ırkçının beyni değilse, bilinç devreye girer, “korkunç” sıfatını ve kılıç imgesini çıkıp geldikleri yere, yani bilinçaltına, itiverir tekrar. “Nerelisiniz?” sorusuna “Türkiyeliyim” cevabını veren kişinin bu sözü ettiği anda bürünüverdiği korkunç görüntü ve elinde beliriveren görünmez yatağan yok olur tekrar. Tümüyle değil ama; görüntü ve yatağan bilinçaltında varlığını sürdürmektedir çünkü.
Tüm ulusal, etnik ve dinsel gruplar için benzer bir önyargı sürecinin işlediği düşünülebilir. Bir İngilizle tanışan bir Fransız İngilizlerin soğuk olduğunu, bir Almanla karşılaşan bir İngiliz Almanların iki dünya savaşı başlatmış olduğunu, bir Belçikalıyla tanışan bir Fransız Belçikalıların aptal olduğunu, kısaca da olsa, pek ciddiye almadan ve pratik bir sonuç doğurmadan da olsa, düşünüverir büyük olasılıkla. Norveçliler hakkında, örneğin, bu tür bir önyargının bilincinde değilim, ama İsveç ve/veya Finlandiya’da Norveçli fıkralarına konu olan yaygın ve küçümseyici bir kanı olduğundan kuşkum yok. Bu tür sıradan, gündelik, ‘düşük yoğunluklu’ ırkçılıklar bir dönemden diğerine, bir coğrafyadan diğerine değişebilir, ama çarpıcı bir kalıcılık ve yaygınlık sergileyenleri de vardır. Örneğin, Batılıların Araplar hakkındaki “soylu yabani” görüşü Türkiye’de yerini “bizi arkamızdan bıçaklayan hain” görüşüne bırakır, ama tüm Arapların, Osmanlıların deyişiyle, “hal-i vahşet ve bedeviyette” yaşadığı İngilizlerle Türklerin ortak görüşüdür ve yüzyıllardır süregelmiştir.
Hiçbir önyargı tümüyle zararsız değildir. Bugün en masum görünen, mizah konusu olmanın ötesine geçmeyen önyargıların yarın, farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda, nelere zemin oluşturabileceklerini kestirmek zordur. Ve açık ki, siyahların tam anlamıyla insan olmadıkları, evrim sürecinde insandan daha geri bir aşamada oldukları inancı ile, Türkiye’de Lazların, Amerika’da Polonyalıların, İngiltere’de İrlandalıların aptal oldukları düşüncesi arasında kategori farkı yoktur; her ikisi de, basitçe, ırkçılıktır. Dolayısıyla, anlatanın ırkçılıktan tümüyle masum olduğuna inanarak anlattığı Laz fıkrasının da, “Abi, yanlış anlama ama, herifler tembel/pis/futbola yatkın değiller” ifadesinin de (“herifler” hangi insan grubu olursa olsun) ırkçılık olduğunu, ırkçılığı pekiştirdiğini gözden kaçırmamak, önemsiz bulup azımsamamak gerekir.
Ancak, “Korkunç Türk” imgesinin, ifadesinin ve bunların yansıttığı köklü ve yoğun inanç, düşünce, önyargı yapısının yukarıda örneklediğim diğer önyargılardan farklı olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce, yaygınlığıyla farklı. Temel kaynaklarından biri Hıristiyanlığa rakip bir dine karşı duyulan öfke olduğu için, tüm Hıristiyan dünyasında mevcut olan bir önyargı. İkincisi, kökleri 600 yılına gittiği için, eskiliğiyle farklı. Üçüncüsü, önce rakip dinlerin, sonra rakip imparatorlukların rekabetinden beslendiği ve tarihin önemli savaşlarının pek çoğunun kanıyla sulandığı için, şiddetiyle farklı.
Batı dünyasında “Korkunç Türk” önyargısı kadar yaygın iki ırkçılık daha var sadece: biri anti-semitizm, diğeri siyahlara karşı ırkçılık. Bu ikisi, en azından geçen yüzyılın ikinci yarısından beri, ırkçılık olarak adı konulan, aşılmaya çalışılan, hem aydın kamuoyu, hem devlet düzeyinde artık hoşgörülmeyen, kabullenilmeyen, yasal yaptırımlara tabi olan ırkçılıklar. Türk düşmanlığı ise değil. “İliklerimizi emen Yahudiler” veya “Ağaçlardan daha dün inmiş olan zenciler” sözlerini kullanmak, örneğin İngiltere’de, Irk İlişkileri Yasası’nın ihlâlidir, “Kılıç sallamaktan başka bir şey bilmeyen Korkunç Türk” ifadesinin kullanımı ise değildir.
Türk düşmanlığının diğer ikisi kadar ciddiye alınmamasının, konu bile olmamasının nedeni, Yahudilerle siyahların Batı toplumlarının içinde yaşayan azınlıklar olmaları ve bu yüzden ırkçılığın bu azınlıkları doğrudan ve gündelik düzeyde etkilemesi, geçmişte haklarının tanınmamasına, şiddete maruz kalmalarına yol açmış olması. Türkler ise Batı dünyasına içsel bir unsur olmadıkları için, Batı devletlerinin en azından teorik düzeyde korumak ve eşit muamele etmek zorunda oldukları vatandaşlar değiller. Daha doğrusu, yirmi otuz yıl öncesine kadar değillerdi.
Zaman zaman, Batı’nın bizi yanlış tanıdığı, kendimizi iyi tanıtmadığımız kaygısı dile getirilir, tanıtım amaçlı resmî ve gayriresmî kurumlar oluşturulur, birkaç milyon dolar harcayıp bir tanıtım kampanyası daha yaparsak bu yanlışlığı düzeltebileceğimiz düşünülür, kâh devlet kâh sivil kuruluşlar uluslararası reklam şirketlerine böylesi kampanyalar ısmarlar. Eskiden beri, bu tür girişimleri ilgiyle ve gülerek izler, bu kadar çok paranın bu kadar boş yere harcanmasına üzülürüm.
İngiltere’de yaşadığım ve bu ırkçılığı yakından izlediğim otuz küsur yıl boyunca, ırkçıların ırkçılığını pekiştirecek, ırkçı olmayanları ırkçı edecek nitelikte o kadar çok şey yaşandı ki Türkiye’de, kozmetik bir tanıtım kampanyasının gülünçlüğünü ve bu kampanyaların işe yarayacağını sananların akılsızlığını hep derin bir hayret duygusuyla izledim.
Batı’nın Türkler’e bakışının ırkçı olduğu aşikâr. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı Avrupa’daki direncin önemli ölçüde ırkçılıktan kaynaklandığı açık. Öte yandan, Batı’nın ırkçılığı karşısında Türkiye’de gösterilen yaygın tepkiler anlaşılır gibi değil.
“Bizi yanlış biliyorlar” tepkisi
Batı’nın Türklere karşı ırkçılığı yıllarda Türkiye’de olup bitenlerden, Türklerin yaptıklarından kaynaklanmıyor elbet. Ama çağdaş olayların bir etkisi olmadığı da düşünülemez. Kürt illerinde onyıllardır yapılanların “barbar Türk” imajını tekrar tekrar kanıtladığı açık değil mi? Gezi olayları bahanesiyle öldürülen her gencin bu imajı pekiştirdiğinden kuşku duyulabilir mi? Yolsuzluk dosyalarının hasıraltı edilmesinin, tek bir kişi hakkında dava açılmamasının Türkler hakkında Batı’da olumlu bir izlenim yarattığı düşünülebilir mi?
Türkiye sınırları dışında dünyada hiç kimsenin kuşkusu olmayan basit tarihsel gerçekleri, yani bu ülkede Ermeni ve Kürtlerin öldürülmüş olduğunu ifade eden bir kişinin, Nobel ödüllü bir romancının (ve başkalarının) “Türklüğü aşağılamak” suçundan mahkemeye verilmesi, Batı’nın Türkleri yanlış bilmesinden mi kaynaklanır, Türkiye’de ifade özgürlüğü olmamasından mı? Sorun, tanıtım sorunu değil, demokrasi sorunudur. Dahası, bu işleri biraz bilen bir Batılı, Türkiye’de Türklüğü aşağılamanın suç olduğunu, ama Ermeniliği, Kürtlüğü ve çok çeşitli insan gruplarını aşağılamanın hiçbir suç kapsamına girmediğini bilir. Yanlış değil, doğru bilir.
“Siz de yaptınız” tepkisi
Ermeni soykırımının yüzüncü yılında, hem Papa hem Avrupa Parlamentosu “soykırım” ifadesini kullanınca tüm büyüklerimiz gibi Başbakan Davutoğlu da feveran etti: “O zaman biz de Katolik tarihinin dosyalarını açarız. Engizisyon’dan kaçanların nasıl ülkemize geldiğini anlatırız. Avrupa tarihini açacaksak Afrika’da, Asya’da neler yapıldığını sorarız. Nerede Aborjinler, nerede Kızılderililer, nerede Afrika kabilelerinin çoğu?”
Davutoğlu’nun dediği şu: “Ne varmış biz Ermenilere soykırım uyguladıysak? Siz de aynısını yaptınız. Rahat bırakın bizi.” En düşüncesiz Batılı bile, herhalde “Siz öldürdünüz, biz de öldürürüz, en doğal hakkımızdır” iddiasının biraz gülünç olduğunu anlayabilir. Davutoğlu anlayamıyor.
Geçtiğimiz 70 yıl boyunca dünyada hiçbir devlet insan öldürürken “Ne var yahu, Almanlar altı milyon kişiyi öldürdü, biraz da biz katlediyoruz, ne karışıyorsunuz” diyerek kendini savunmadı. Hutular Tutsileri öldürürken de böyle demedi, Sırplar Boşnak öldürürken de demedi. Başkalarının yaptığı bizim yaptığımızı haklı çıkarmaz diye anlayabiliyorlardı herhalde.
Avrupa’yı ikiyüzlülükle suçlamak kolay, tüm Batı Avrupa devletlerinin tarih boyunca sömürge halklara uyguladıkları akıl almaz vahşeti hatırlatmak doğru. Ne var ki, Batılıların da barbarlık etmiş olmalarının Türklerin bugün barbarlık etmelerini haklı kıldığını gösteren kuramsal ve etik bir yaklaşım henüz keşfedilebilmiş değil. Dahası, geçmişte Avrupa devletleri ne yapmış olursa olsun, bugün Avrupa kamuoyunu “Bakın, geçmişte siz de uygulamışsınız, bugün uygulamayacağınızın bir garantisi de yok zaten, demek ki zulüm iyi bir şeydir” yaklaşımına ikna etmek, tanıtım kampanyalarına kaç milyon dolar harcanırsa harcansın, kolay iş değildir. Burada Batı’nın herhangi bir “yanlış anlama” veya “yanlış bilme” sorunu yoktur. Anlayamayan ve bilemeyen sadece Türkiye devletidir.
“Avrupa’ya çaktırmayalım” tepkisi
Türkiye’deki üçüncü tepki, köylü kurnazlığıyla akraba olan, “Ne yapıyorsak yapalım, ama Avrupa’ya çaktırmayalım” tepkisidir. Bunun örnekleri çok çeşitli ve çok eğlenceli olmakla birlikte, ben en sevdiğim örneği Radikal gazetesinde bir süre önce çıkan “Başbakan’a ‘4 kadın’ tepkisi” başlıklı haberden aktarayım:
“Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘şartlar oluştuğu takdirde dört kadınla evlenilebileceği’ yönündeki açıklamasına kadın kuruluşlarından tepki geldi. 27 üyeli İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği’nin açıklaması şöyle: ‘Cumhuriyet ilkelerinin ihlali anlamına gelen ve ülkemizin imajını zedeleyen her türlü söylem ve tutumu kınıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine bağlı kalacağına ve koruyacağına ant içmiş olanlara ‘yeminlerini’ hatırlatıyoruz. Çağdaş Türk kadınlarının, Medeni Kanun’un Aile Hukuku kurallarını yok sayma özleminde olanlara izin vermeyeceğini duyururuz.’”
Türkiye’de herhangi bir kurumun adı “çağdaş” kelimesiyle başladığında, kurum üyelerinin çağdaş olup olmadığını bilemiyor, ama Kemalist olduklarını öğrenmiş oluyoruz. İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği adı altında bir araya gelmiş olan Kemalist kadınlar gerçekten “çağdaş” olsalardı, Tayyip Erdoğan’ın sözleri karşısında önce, dalga geçen bir ses tonuyla, “Hangi şartlar oluştuğu takdirde dört kadınla evlenilebilir?” diye sorarlar, sonra da kadın hakları temelinde hiçbir koşulda dört kadınla evlenmenin doğru olmayacağını savunurlardı. Ama asıl kaygıları kadın hakları değil, “ülkemizin imajı”. İsteyen dört kadınla evlensin, sorun değil, ama aman Avrupalılar duymasın!
Benzer bir örnek, ünlü bir Türk romancısının Amerika’da bir üniversitede yaptığı edebiyat sohbetinden sonra, o üniversitenin Türk öğrenci ve öğretim üyelerinin Kars’taki yoksulluk ve sorunlardan söz ettiği ve bu güzel kentimizi kötü tanıttığı için internet yazışmalarında romancıya ateş püskürmesi, “Kars ile ilgili anlatacak hiç mi olumlu bir şey yoktu?” diye feveran etmesi idi. Bir romancının görevi ülkesinin turizm rehberliğini yapmak mıdır sorusunu bir kenara bırakırsak, söz konusu Amerikan üniversitesindeki Türkler’in Kars’taki yoksulluğu sorun etmeyip bu yoksulluğun Amerika’da dile getirilmesine kızmaları Türkiye’de yaygın olan anlayışı yansıtıyor.
“Bizi yanlış biliyorlar, biz aslında iyiyiz” ve “Biz aslında iyi değiliz, ama bari onlara bunu çaktırmayalım” yaklaşımlarına ek olarak, bir de “Bizden iyisi yoktur, anca giderler” tepkisi var.
Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı Andrew Duff, memlekette boş bulunan her duvara Atatürk resmi asılmasını garipsediğinde (ve dolayısıyla dünya nüfusunun Türkiye sınırları dışında yaşayan kesiminin hemen hemen tümünün hislerine tercüman olduğunda), bu üçüncü tür tepkinin en güzel örneği Adana’dan geldi:
“Bölge gazetesinin başlattığı ‘Cumhuriyetçilere 3 tarihi çağrı’ kampanyası kapsamında yeralan ‘Merkez Park’ın adı Cumhuriyet Parkı olsun’, ‘en büyük Türk bayrağını Adanalı hazırlasın’ ve ‘en görkemli Cumhuriyet Şölenini biz yapalım’ çağrısına Adana Kadın Kuruluşları Birliği’nden tam destek geldi. Başkan Sunay Karatoprak, yaptığı konuşmada, Atatürk ilkelerine bağlılıklarını bir kez daha dile getirerek, ‘Bizler, tek ses, tek vücut olarak, diyoruz ki; Atatürk’e uzanan eller mutlaka bir gün kırılacaktır…’ dedi. Karatoprak ‘Özellikle Cumhuriyet ve Atatürk’e dil uzatanlara, bu anlamlı kampanyalarla gereken ders verilmiş olacaktır…’ diye konuştu.”
Duff Adana Bölge gazetesini okumuyor olabilir, okumuyorsa gerekli dersi öğrenemeyeceği kaygısıyla olsa gerek, kalitesi değilse de satışları daha yüksek olan Hürriyet gazetesi de “Şerefsiz İngiliz” manşetini attı.
“Masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi”
Elimde bir kitap var: Erzurum Atatürk Üniversitesi Yayınları’ndan, üniversitenin kuruluşunun XX. yıl armağanı. Adı Ermeniler Hakkında Makaleler – Derlemeler. “Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Ermenilerin Türklük Aleyhdarı Propagandaları ve Bir Belge” başlıklı yazısında Doç. Dr. Saim Sakaoğlu şöyle yazıyor:
“Ermenilerin her yıl tekrarladıkları bir komedi vardır. Masum bir cemiyet hüviyetine bürünüp haklarını aramak isterler. Bir buçuk milyon masum insanın katledildiğinden bahsederler… Bütün bu aleyhte propagandalar ile, masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi, biz, suçsuz insanları öldüren caniler, barbarlar olarak tanıtılmaktayız.
Ben bu üniversiteye adımımı attığımda [University of California, Los Angeles] tarih 6 Mayıs 1974 idi. Ben gelmeden birkaç hafta evvel bu kütüphanede açılan bir kitap sergisi benden sonra da tam iki ay hiç değiştirilmeden kaldı. Bu sergi, Ermeni propagandası yapan bir sergi idi… Sinsi bir Türk düşmanlığı da gizlice yürütülüyordu. Öyle anlaşılıyordu ki bu sergi, Ermenilerin her yıl 24 Nisan’da tekrarladıkları “dövünme” yıldönümleri ile ilgili olarak hazırlanmıştı.
Üniversitenin bir günlük gazetesi vardır. Bu gazetenin 23 Nisan 1975 günlü sayısının bir tam sayfası, aynı üniversitede okuyan Ermeni talebelerin kurduğu “The Armenian Studies Club” [Ermeni Araştırmaları Kulübü] tarafından satın alınmış ve bizim aleyhimize olan bir ilan olarak kullanılmıştır. Sayfanın ortasında, harap olmuş bir Ermeni kilisesinin fotoğrafı yerleştirilmiştir. Bunun üst tarafında da iri puntolarla şu iki soru dikkati çekmektedir: Burası neresidir? O niçin harap olmuştur? Fotoğrafın altında ise özetle şu cümlelere yer verilmiştir: Bunlar, tam 60 yıl evvel, Türk hükümeti tarafından 24 Nisan 1915’te sistemli olarak imha edilmeye başlayan Ermenilerdi. Türkler onlara işkence etti, tecavüz etti ve onları öldürdü… Mevcut Ermeni (ve Rum) okulları, yetimhaneleri ve kiliseleri, anlaşmaların garantisine rağmen sistemli bir şekilde yok edilmektedir. Ermeniler adalet ve tazminat istiyorlar.
Biz, UCLA’da bulunan birkaç araştırmacı Türk, gazetenin pek çok nüshasını konuldukları yerden alıp imha ettik. Ama, bizim imha ettiğimiz miktar binlerce derginin yanında pek büyük bir miktar değildi.”
Yukarıdaki alıntı bu yazıda vurgulamaya çalıştığım her şeyi örnekliyor!
“Masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi, caniler, barbarlar olarak tanıtılmaktayız”. Yani, “Ah, bizi yanlış tanıyorlar”. “Gazetenin pek çok nüshasını konuldukları yerden alıp imha ettik”. Yani, “Aman, Batılılar ne yaptığımızı bilmesin”.
“Bizi yanlış tanıyorlar” tepkisi, yerini “Acaba dediklerinde bir gerçek payı olabilir mi?” sorusuna bıraktığı gün, Korkunç Türk imajı ortadan kalkmayacaktır elbet, ama Türkiye başka türlü bir ülke olmaya başlayacaktır kanımca.
Türkiye’de yapılan bir yanlış karşısında gösterilen “Eyvah, Avrupa ne diyecek?” tepkisi, ve bu yanlışı Avrupa’da bir Türk’ün dile getirmesi üzerine atılan “Bizi ele verdi, vatan haini!” çığlığı, yerini “Avrupa ne derse desin, bu iş yanlış, ve yanlış olduğu için bir daha yapılmamasını sağlamamız gerek” tepkisine bıraktığı gün, Batı’da Türklere karşı ırkçılık ortadan kalkmayacaktır elbet, ama Türkler biraz daha uygar insanlar olacak, Türkiye daha güzel bir ülke olacak, dünyada Türklere saygı duyanların sayısı biraz daha artacaktır.