SESİ KALMAYAN ERMENİLER
Ferhat Kentel
Geçmiş, Türkiye toplumunun adeta bir prangası gibi rol oynuyor. Türkiye’nin resmî tarihi unutma ya da yeniden yazma operasyonlarıyla dolu. Ermeni meselesi, din meselesi, başta Kürt meselesi olmak üzere bütün etnik grupların varlık ve kültürleriyle ilgili meseleler yok sayıldı ya da bastırıldı.
Ancak bugün çok uzun sessizliklerden sonra, nihayet çok geniş bir yelpazede neredeyse ufkumuza giren bütün meseleler hakkında toplum konuşuyor. Bu “konuşma” bazen gerilimlere sahne olsa da, çok büyük bedeller ödense de, sürdürülüyor.
Türk ulus-devletinin inşasında kullanılan “temiz bir geçmiş” söyleminin geçerli olmadığını bugün çok daha fazla görüyor ve biliyoruz. Ancak meselenin sadece 1915, İstiklal Mahkemeleri’nde kurulan darağaçları, Dersim katliamı, Varlık Vergisi soygunu gibi “kuruluş”a özgü karanlık sayfalar olmadığını da biliyoruz. 6-7 Eylül’lerden, Başbakan ve Bakanları asan 27 Mayıs’lara, gencecik insanları asan 12 Mart’lara, elli kişiyi “resmen” asan, yüzlerce kişiyi işkencede öldüren ya da “kaçarken” vuran 12 Eylül’lere, gencecik öğrencileri başörtüsünden ötürü okula sokmayan, hayatlarını karartan 28 Şubat’lar da devletimizin ve tarihimizin karanlık sayfaları arasında yer alıyor.
Resmî ideoloji tarafından körü körüne bağlanmamız istenen ve aslında bir ölçüde başarılan “geçmişimiz ve atalarımız temizdir” iddiasında yer aldığı gibi mesele “ataların” meselesi değildir; tabii ki geçmişte iyi işler yapanlar olduğu gibi çok kötü işler yapan atalarımız da olmuştur.
Ama daha önemlisi, “benim atalarımın geçmişi temizdir” iddiasında takılmak yerine, devletin tüm tarihi boyunca kendi halkının farklı kesimlerine karşı uyguladığı zulmün farkına varmamız gerekiyor. Herkese yapılan adaletsizlikleri görebilirsek, o zaman Ermenilere yapılanları refleks olarak reddetmek yerine görmemiz ve anlamamız kolaylaşabilir.
Devletin Müslümanlara, Kürtlere, solculara, Alevilere yaptıklarını bugün kabul ediyoruz; çünkü bu kesimler zaman içinde kendilerini bir ölçüde korumayı becerdiler; seslerini duyurabilecek bir nüfusa ve mecraya sahip oldular.
Bugün varlığını sürdürebilen geçmişin mağdurlarından farklı olarak, Ermeniler kendilerini koruyamadılar, çünkü devletin yanı sıra bu toprakların insanları da ne yazık ki bu sürece katıldı. “Yedi tane Ermeni öldürmeyen cennete gidemez” gibi sözde İslamî fetvalar halk arasında yayıldı ve derin bir sessizlik, susturulmuş derin bir suç eşliğinde, Ermenilerin bugün seslerini duyuracak neredeyse kimse kalmadı.
Ermenilerin yaşadığı travmayı konuşmak, bugün diğer mağdurların borcu olarak önlerinde duruyor.
“İhanet”
Bugün, yüz yıldır adalet arayan, yas tutmaya çalışan, yası kabul edilmediği için tutamayan ve bu yüzden huzur bulamayan Ermeni diasporasının, Türkiye’den bakıldığında “kapris”, “inat” ve benzeri kelimelerle aşağılanan bitmez tükenmez çabalarının, Agos gazetesini kuran ve hayatıyla bedel ödeyen Hrant Dink’in ve yeni nesil Türk tarihçilerin çalışmaları sonunda “Ermeni meselesi”ni geç de olsa fark ettik.
Fark ettik ancak, farketmeye paralel olarak adeta reflekse dönüşen “inkâr” ve çarpıtma dili de devreye girdi. Bu çarpıtma dilinin en merkezî yerine ise “Ermenilerin ihaneti” söylemi yerleştirildi.
Bol miktarda ezber ve milliyetçi hamaset, zafer-ceza retoriklerine rağmen, yüzleşmemiz gereken ve ancak öğrenerek yüzleşebileceğimiz çok basit bir gerçeklik var. O da şu: “İhanet” çok tehlikeli ve göreli bir kavram ve suçlama. Şu anda Anadolu topraklarında yaşayan halkların hepsinden önce var olduğu bilinen Ermeniler hakkında “ihanet ettiler, dolayısıyla cezalandırıldılar” şeklinde bir değerlendirme yapmak sadece ve ancak güçlünün dayattığı dilin arkasına saklanmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Eğer “ihanet” varsa, bütün Osmanlı coğrafyasında Osmanlı’ya ve onun padişahlarına “ihanet” eden Sırplar, Yunanlılar, Bulgarların yanı sıra, tabii ki Ermenilerle birlikte padişaha komplolar kuran Jön Türkler ve İttihat Terakki de “ihanet” etmişti. Tabii ki, sonradan kendisine görev veren padişah Vahdettin’i “hain” ilan eden ve aslında ona “ihanet” eden Mustafa Kemal ve arkadaşları da ihanet içindeydi.
Veya Ankara hükümetine “sadık” olan Çerkes Ethem, Padişah’a “sadık” kalan Ahmet Anzavur’un Çerkes birlikleri ile savaştığında hangisi “ihanet” ediyordu? Eğer Çerkes Ethem’in Ankara hükümetine değil de Padişah’a ihanet ettiği kabul edilecekse, evet, o zaman Ermenilerin de ihanet ettiğini kabul edebiliriz.
Ancak bütün bu ihanet meselelerinden öteye çok daha basit bir soru sorabiliriz: 19. yüzyıldan beri diğer halklarla (ve Müslümanlarla) birlikte daha çok eşitlik ve özgürlük isteyen Ermeni gruplarına yönelik baskı politikalarının “ihaneti cezalandırmak” olarak tanımlanabileceği varsayıldığında, Kastamonu’dan, Kütahya’dan Der Zor çöllerine sürülen yaşlı Ermeni kadınlarının, anasının kucağından koparılıp öldürülen bebeklerin “suçunu” nasıl tanımlayacağız?
“İhaneti cezalandırdık” derken, aynı zamanda “Biz soykırım yapmadık” demek de çok anlamlı değil. Ancak soykırımı yapan zaten “biz” diye bir özne yok; İttihat Terakki’nin kontrolundaki bir devletin ve uzantılarının yaptığı bir operasyon söz konusu. Ve aynı organizasyonun diğer toplum kesimlerine, aynı ölçekte olmasa da, çeşitli dozlarda zulüm uyguladığını bildiğimize ve o kesimlere uygulanan zulmü “biz yaptık” demediğimize, yani sahiplenmediğimize göre, Ermenilere yapılanları neden “yapmadık” diyerek İttihat Terakkici bir devleti üstleniyoruz?
Bugüne gelirken…
Ermenilerin bu topraklardan silinmesini “savaş koşulları”, “karşılıklı mukatele”, “ihanet”, “cezalandırma” söylemlerinin diliyle saklamak yerine, Ermenilerin mallarına, topraklarına kimlerin el koyduğunu, 1915’ten bu yana geri kalan Ermenilere ne yapıldığını ve bu bağlamda 1915’i saklamanın ne anlama geldiğini sorgulamakta yarar var.
Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 saldırıları gibi Müslüman olmayan tüm azınlıklara yönelik haksızlıkların ötesinde, Ermenilerin bugün hâlâ yaşadığı sorunlar var: hâlâ tam olarak iade edilmeyen vakıf malları, azınlık okullarını adeta “yabancı” okul gibi görülüp denetleyici bir Türk müdür başyardımcısının bulunuyor olması, Ermeni tarihinin okutulmaması ve çarpıtılmış bir 1915 anlatısının tevhid-i tedrisat nedeniyle Ermeni okullarına bile dayatılması gibi… Bunlar soykırımın devam eden sonuçlarından sadece birkaçı…
1915’te bir şeyler sonsuza kadar kaybedildi. Onları geri getirebilmek artık mümkün değil. O insanlar kaybolunca onlarla birlikte olan birçok bilgi de yok oldu. Tüm halk eğitimsizleşti, kültürsüzleşti… Ve bunun artık telafisi yok.
Soykırım sonraki süreçte her şeyin çarpıtılmasına yol açtı. Yolsuzluklar, adalet sistemine olan güvensizlik, sanat, edebiyat vs. alanında çoraklaşma, siyasetin ve siyaset kurumlarının yok edilmesi, siyasî taleplerin yerine getirilmemesi gibi…
Huzursuzluğun temelleri
Öte yandan, örneğin yerel yönetim, kültürel özerklik, grup hakları, adem-i merkeziyet, demokrasi gibi bugün talep ettiğimiz birçok hak, soykırım öncesinde Ermeni partilerin devletten talepleri idi. Soykırım, bu hak mücadelesini de geriletti. Örgütlü siyaset bu taleplerin arkasından çekilmiş oldu.
Bu yokoluş ya da eksilme Anadolu’da korkunç yaralar açtı. Sadece yokolanlar ve gidenler için değil, gidenlerin yerlerine yerleşenler ve kalanlar için de derin bir huzursuzluğun temelleri atıldı. Eğer bugün üst üste binen sorunlar, arka arkaya eklenen travmalar, darbeler ve birbirine öfkeyle düşman olanlar varsa, geçmişte Ermeniler yok edildiği için var.
Devlet Ermenilerin zenginliğinin üzerine oturdu. Bugün işadamı olarak gördüğümüz birçok zenginin sermayesinin kökeninde Ermenilerden el konan mal, mülk ve sermaye var. Ancak en sıradan şehir ve kasabalarımızda bile Agop’ların, Artin’lerin, Hrant’ların mallarına ya sıradan insanlar el koydu ya da başka felaketlerden kaçıp gelen insanlar yerleştirildi. Ama daha ötesi de var; hiçbir mala el koymayanımızın bile maaşına sirayet eden ve ne yazık ki boğazımızdan geçen ve “helal olmayan” bir maddiyat var.
Türkiye Cumhuriyeti “Ermeni”yi vatandaş olarak kabul etmedi. Askere aldı, vergisini aldı, Ermeni okullarında “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganını söyletti, ancak subay yapmadı; Yargıtay kararlarında diğer gayrimüslimler ile birlikte Ermenilerden “yabancı vatandaşlar”, “yerli yabancılar” diye bahsetti.
İşte 1915’ten önce başlayan, 1915’te nihaî adımı atılan, ancak daha sonra da devam eden bir politika artık bu topraklarda sürdürülmek zorunda değil.
Belki şu iki soruyu sormak bile hayırlı bir başlangıç olabilir: çok acı çekmiş bir toplumun insanları olarak bugün Türkiye’de yaşayan ve sayıları 50 bin kalmış Ermenilerin ne yaşadığını duyabilecek miyiz? Dünyanın dört bir yanına dağılmış, yaslarını hiçbir zaman tutamamış, zaman tünelinde asılı kalmış bir şekilde ve bu toprakları özleyerek yaşamaya çalışan Ermenilerle empati kurabilecek miyiz?