Laki Vingas ile söyleşi:
“İşte bu kadar hukuksuz bir düzen!”
Devletin el koymuş olduğu vakıf mallarının iadesi 2003 ve 2008’de yapılan yasal düzenlemelerle mümkün hale geldi. Yasaya 2011 bir ek yapılarak 1936 beyannamesinde kayıtlı olup “sahip” bölümü açık olan tüm taşınmazların tapu kayıtlarındaki haklarıyla birlikte cemaat vakıflarına iadesinin ve üçüncü şahıslara geçmiş olanlar için tazminat ödenmesinin yolu açıldı. Ancak Kamp Armen örneği gösteriyor ki bu düzenleme de sorunu çözmüyor. Çünkü 1974’te Yargıtay’ın verdiği kararın ardından, vakıfların satın aldığı malların satışı iptal edilerek sahibine geri verilmiş ve bu kişiler bu malları başka şahıslara satmış oluyor. Yasa Kamp Armen’i de içeren bu tür vakıf malları için bir düzenleme öngörmüyor. Sorunun kökenini ve çözümünü, 2008’de yapılan düzenleme ile oluşturulan Vakıflar Genel Meclisi’nde Azınlık Vakıfları’nı iki dönem boyunca temsil eden Laki Vingas ile konuştuk.
Arife Köse: Yeni Vakıflar Kanunu kapsamında 2008’de kurulan Vakıflar Meclisi’nde Azınlık Vakıfları Temsilciliği görevini ilk yürüten kişisiniz oldunuz. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden başlayalım isterseniz. Nedir bu Müdürlük?
Laki Vingas: Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), Cumhuriyet döneminde yeni ilkeler çerçevesinde kurulan ve doğrudan Başbakanlığa bağlı bir kurum. Halen VGM tarafından mazbut vakıflar olarak tanımlanan ve yönetilen 50.000 civarında vakıf var.
Diyanet Başkanlığı ile aynı dönemde kurulan VGM, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişi simgeleyen en çarpıcı kurumlardan biri. Kısacası, din yönetimi Diyanet’e, mülk yönetimi de VGM’ye aktarılmıştır.
Osmanlıdan günümüze gelen tüm vakıfların vakfiyeleri, yani bir çeşit tüzükleri mevcuttur. Allah adına kurulan bu vakıflar zamanın şartlarında hayır yapmak isteyenlerin en büyük teminatı olmuştur.
Gelelim azınlık veya şimdiki tabiriyle öteki dinlerin mensuplarına ait olan Cemaat Vakıflarına.
Bunlar, aynı fikirle, aynı hareket noktasıyla kurulmuş vakıflar değildir. Kuruluş felsefeleri hayır işleri olabilir, ancak kuruluş şekilleri, gelenekleri, ait oldukları toplumların anlayışına göre şekillenmiş olması gerekiyorken rızaları olmadan bir siteme entegre olmak zorunda bırakılmışlar.
Nasıl entegre ettirildiniz?
Devlet 1912’de Patrikhanelerden ve Hahambaşılık’tan bir mülkiyet listesi ister. Bu listeye Eşhas-ı Hükmiye denir. Ardından Cumhuriyet ve VGM’nin kuruluş süreçleri yaşanır. Vakıflar 1935’de bütün kiliselerimizden, ibadethanelerimizden, okullarımızdan, hastanelerimizden ellerindeki malları beyan etmelerini ister. İşte 1936 Beyannamesi diye kamuoyunda bilinen ve halen tartışılan liste bu taşınmaz listesidir. Rumlara ait kurumlar “Biz vakıf değiliz” diyerek bu isteğe itiraz etmiş. Şüphe içinde sunulan bu yeni liste 1912 listesi ile çoğu zaman çakışmaz. Çünkü taşınmazlara el konulacağı korkusuyla bazı kurumlar tam listeyi beyan etmemiş. Velhasıl 1936 beyannamesi veriliyor. Devlet de diyor ki, “Sen artık vakıfsın, bu da senin malın”.
VGM, kanunla cemaat vakıflarını belirliyor ve mal bildirimlerini vakfiye sayıyor. O günden beri günümüze sarkan sorunlar bu hukuk dayanağının yetersizliğinden kaynaklanıyor.
Bu arada, şunu da özellikle belirtmek istiyorum; Patrikhaneler ve Hahambaşılık kurumları, Millet Başı sayılmalarına rağmen tüzel kişilikten mahrum oldukları için Cumhuriyet dönemindeki örgütlenme şeklinden zarar gördüler. Müstakil tüzel kişilik olarak tanımlanan vakıflarımız, artık tüzel kişiliği olmayan bu kurumlara maddî olarak destek veremedi. Muhtelif formüller üretilse de ibadethanelerin/hastanelerin/eğitim kurumlarının kurulmasında önayak olan, manevî ve dinî merkezleri olan bu tarihî kurumlar haksızlığa uğradı.
Kurumların disiplin altına alınması, mülklerinin korunması gibi bir anlayış çerçevesinde bu gelişmeler sağlanmış olsaydı, bu vakıfların hukukî altyapısı çok daha güçlü olurdu, 12 yıldır yapılan iyileştirme çabalarına gerek kalmazdı.
Devletin amacı neydi peki?
Yargıtay 1974 kararında azınlık vakıflarının 1936 Beyannamesi’nde beyan edilen malları dışında mal alıp satmasını yasaklıyor, bağışları tanımıyor ve 1936 ile 1974 arasında gerçekleşen alma ve satma işlemlerini iptal ediyor. Bu karardan sonra azınlıklara ait mülklerin önemli bir kısmı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, belediyelere ya da hazineye geçiyor. Karar, bu sürecin amacının bizim mallarımızı korumak olduğu iddiasını yalanlıyor.
Türk-Yunan ve Kıbrıs meseleleri bahanesiyle bir tasfiye sürecine girilmiş oldu. Bütün azınlıklar bu siyasî anlayışın bedelini ödemiştir. Gördüğünüz gibi, bir taşınmaz listesi Vakfiye gibi kabul ettiriliyor, sonra da onun üzerinde bir siyasî süreç başlatılıyor.
İtiraz edilmiyor mu buna?
Yıllar sonra mahkemeye gidenler oluyor. Ama hemen o dönemde olmuyor, çünkü korkuyor insanlar. Onları destekleyecek ne bir toplumsal bilinç, ne basın, ne STK’lar, hiçbir şey yok. Cezalar, davalar, endişeler, korkular var. Ben gençken yaşlı bir Rum’dan “gizli yaşa” diye bir tabir öğrendim. Kendisini Tarih Vakfı’nın Varlık Vergisi için düzenlediği bir etkinliğe çağırmıştım. Konuşurken bana “Evlat, ben Kayseriliyim. Biz Anadolu’da gizli yaşamayı öğreten bir gelenekten geliyoruz. Gizli yaşamak zorundayız. Sana da tavsiyem, gizli yaşa. Biz alt katta fakir bir oda yaparız, üst katta sofra kurarız. Kızımızı ikrama çıkarmayız, ninemizi çıkarırız, kızımız yukarıda bekler. Biz gizli yaşarız” demişti. Şimdi geldik 2000’li yıllara. 2003’te yeni vakıflar mevzuatı çıktı. 2008’de çok daha radikal ve önemli bir kanun çıktı, Vakıflar Meclisi oluşturuldu. 2011’de de 2008’deki bu kanunun 11. Maddesi’ne bir ek konarak mülklerin iadesinin önü açıldı.
Nasıl başladı hükümetin girişimleri, amaç neydi?
Çünkü bugüne gelinceye kadar bir sürü dava açıldı. İnsanlar artık kendi haklarını talep etmeye başladı. Avrupa Birliği süreci de etkili oldu. Bu mülkler, kısmen Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, kısmen hazineye, kısmen belediyelere, kısmen de üçüncü şahıslara geçmişti. 2003’te bir iyileştirme süreci başladı. O günden bu yana bunlar adım adım arttı. Vakıflar Meclisi beş kişiden 15 kişiye çıktı. Cemaat vakıflarının da orada bir temsilcisi oldu. Ben de bu görevi ilk kez yerine getirme onuruna sahip oldum. Kolay olmadı tabii. Sonuçta bugüne kadar, yani 80 yıldır sizin lehinize hiçbir adım atmayan bir kurumun en üst organına seçiliyorsunuz. Azınlıkları, onların kurumlarını bilmiyorlar. Bugüne kadar hiç diyalog kurmamışlar.
Nasıldı ilk gittiğinizde?
Çok ilginçti. Ben dâhil herkeste bir çekingenlik, bir soru işareti vardı. Benim kimi temsil ettiğim sorgulandı. Yabancıların temsilcisi miyim? Yoksa Patrikhane’nin mi? Kimi temsil ediyorum? Dış güçlerle ilişkim var mı? Bunlar hep sorgulandı. Yüzüme karşı da söylendi.
Nasıl tepki verdiniz bunlara?
Ben dik ve şeffaf durdum. Görevim yapıcı olmaktı. Çözüm aramaktı. Empati kurmaktı. Çünkü bizlerin iki tane değerli hüviyeti var; biri kültürel, dinî, etnik hüviyet, diğeri de vatandaşlık hüviyeti. Her iki hüviyetimiz de önemlidir. Ben oraya seçimle geldim, gücümü beni seçen vakıflardan ve toplumlardan aldım. Temsil etmeye çalıştığım kurumların tarihsel, kültürel yapılarını, büyüklüklerini biliyordum. Devletle temas etmeyi öğrendim, çaba gösterdim. Devletin bizleri hep homojen gruplar olarak değil kişilik haklarımızla da görmesi için çalıştım. Bir de cemaatler arası ilişkiye çok önem verdim. Rum-Ermeni-Yahudi-Süryani-Keldani-Bulgar-Gürcü toplum yöneticileri birbirini tanımazdı. Bu sürece katkı sunmuş olmaktan çok mutluyum.
Siz 2008’deki değişiklikle bu göreve geldiniz, 2011 yılında yapılan değişiklik sırasında görevdeydiniz. Bu düzenleme sürecine dâhil oldunuz mu? Fikriniz soruldu mu?
2008’deki kanun çok kavgalı çıktı. Bir sürü itirazlar oldu. Ben kanunda bazı eksikler olduğunu gördüm. Görüşlerimi söyledim. 2011 yılındaki düzenlemenin 11. Maddesi’ne mülklerin iadesi ile ilgili bir ek konurken niyeti biliyordum, ancak 7. Madde’nin içeriğini bilmiyordum. Bana da sürpriz oldu. Yani o süreçte bizzat benimle “şunu koyalım, bunu koymayalım” gibi bir müzakere olmadı.
Uygulamada ne tür sıkıntılarla karşılaştınız? Sonuçta bu yasanın da yeterli olmadığını gösteren en canlı örnek olarak Kamp Armen olayı var.
Şu anda uygulamanın en büyük sıkıntısı bu üçüncü şahıslara satılan mallar konusunda. İki tane çok önemli eksik var; bir tanesi Kamp Armen örneği. Devlet vakıflara “Evet, ben senden aldım ama eski sahibine verdim. Sen de git mahkeme yoluyla ondan al” diyor. Ben de diyorum ki devlete, “Malı benden alan sensin. Sen git ondan geri al”. Kamp Armen rahmetli Hrant’tan dolayı çok ünlü, ama aynı durumda olan Bomonti Mıhtaryan Okulu Vakfı da var.
O da mı aynı?
O daha dehşet. Zamanında Vakıf valiliğin izniyle okul mülkünü satıyor. Gidiyor yine valiliğin izniyle Şişli’de bir bina alıyor. Okul yapıyor. Yargıtay kararıyla bu satış iptal ediliyor. Vakıflar el konulan mülkü kime verecek? Gidiyor Ayaş Belediyesi’ne veriyor. Çünkü mülkün eski sahibi bir hanımefendi ölürken bütün mallarını belediyeye bağışlamış. Ancak bu vasiyeti hazırlamadan 10 ay önce binayı vakfa satmış zaten. Yani parayla satın aldığım bir mal benim elimden alınıyor ve Ayaş Belediyesi’ne veriliyor. Niye? Çünkü malı satın aldığım kişi satış işleminden 10 ay sonra mallarını belediyeye bağışlamış. İşte bu kadar hukuksuz bir düzen! Bu örneklerin mutlaka düzeltilmesi gerekiyor.
Son olarak, bugün gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
Artık Vakıflar Genel Müdürlüğü vakıflarımızla çok yakın ve doğrudan bir diyalog kurulabiliyor. İkincisi, ortak yaşam kültürü gelişti. İlk tanıştığımızda cemaatler Vakıflar’dan, Vakıflar da cemaatlerden çekiniyordu. Şimdi ciddi bir güven ortamı gelişti. Çok sorun aşıldı veya aşılması için ortak bir gayret mevcut. Haksızlıklar örtbas edilmiyor, korunmuyor. İskenderun’da bir cemaat vakfımız VGM ile ortak yatırım yapıyor. Tadilat, mal-mülk alma satma gibi sınırlamalar kalktı. Vakıfların genel bütçesinde yardımlar sağlanıyor. Ortak bir irade ile yeni seçilen temsilcimiz Dr. Toros Alcan bu görevin sürdürülebilirliğini tescil etmiş oldu. Bütün bu gelişmeler sağlanmışken eksik olan temel hukukî sorunların da (tüzel kişilik, seçim yönetmeliği, mazbut vakıflar, mülk iadeleri) halledilmesinin zamanı gelmiştir.