HAYALÎ ATALARIN İZİNDE
Atilla Dirim
Tibet’in pek çok açıdan çok ilginç bir yer olduğuna şüphe yoktur. Orta Asya’da, ortalama 4.900 metre yüksekliğindeki bu ülke “dünyanın çatısı” olarak anılır. İlgi çekici olması sadece coğrafî özelliklerinden ötürü değildir. Tibet, eskiden bu yana güçlü bir mistisizme ve etkileyici efsanelere sahip bir yer.
On yedinci yüzyıldan sonra Tibet kökenli Sanskritçe metinlerin batı dillerine çevrilmesi, Tibet’e duyulan ilginin kaynağını oluşturur. Bu efsanelerin bir kısmında Agartha ve Shamballa adı verilen efsanevÎ ülkelerden söz edilir. Efsanelere göre her iki ülke de çeşitli felaketlerden sonra suların derinliklerine gömülen Mu ve Atlantis kıtalarının sakinleri tarafından kurulmuştu. Bu ülkeler mistik özelliklere sahipti, çağımızın çok ötesine uzanan teknolojik bilgi ve imkânlara sahipti. Uçan makinelere, uzaktaki yerleri gösteren büyülü aynalara, sonsuz enerji kaynağı yüzüklere sahiptiler. Shamballa, bir görüşe göre yüksek dağların tepesinde, başka bir görüşe de Gobi Çölü’nde ya da başka bir coğrafî bölgede bulunuyor ve ancak sırlara vakıf kişiler tarafından görülebiliyordu. Agartha ise bir yeraltı dünyasıydı, sonu olmayan tünellerle birbirine bağlıydı. Her iki ülkenin kralları arka planda kalmak suretiyle dünyayı yönetiyor; Shamballa kötülüğü temsil ederken, Agartha iyiliği temsil ediyordu. Bazı efsanelere göre durum bunun tersiydi, ya da bu iki ülke iç içe geçmişti.
İyiliğe karşı kötülük, aydınlığa karşı karanlık, beyaza karşı siyah olara simgeleştirilen bu zıtlıkların birliği, yani diyalektik, kuşkusuz sembolik bir anlama sahipti. Ancak bu simgeler politik anlamda da çok ilgi görmüş, bu efsanevî ülkelerin üstün vasıflara sahip sakinleriyle aynı soydan geldiklerini, bundan ötürü de dünyaya hükmetme imkânına ve hakkına sahip olduklarını iddia eden ırkçıların faaliyetleri için ideolojik dayanak teşkil etmeye başlamıştı.
Hitler ve ırkçı örgütler
Almanya’da yaşanan büyük ekonomik ve siyasî krizle birlikte radikalleşen küçük-burjuva hareketinin temsilcisi olan Naziler, üstün ırk kuramlarını Thule ve benzeri ırkçı örgütlenmelerden almışlardı. Thule örgütü, 1918 yılında Rudolf von Sebottendorf tarafından kurulmuştu. Görünürdeki amacı Alman ırkının kökenlerini araştırmaktı. Örgüt, Almanların temsil ettiği Ari ırkının kökenini, kuzeyde bulunan efsanevî Thule adasına bağlıyordu. Bu aslında Atlantis’in bir tür kuzeyli versiyonuydu, sakinleri büyük psişik güçlerle donatılmıştı, evrenle bütünleşmişti ve yüksek bir teknolojiye sahipti. Ancak Thule gerçekte antisemitizmi öne çıkartan faşist bir örgütlenmeydi ve sokakta devrimci güçlerle kanlı çatışmalara giriyordu. Örgüt, 1919’da faşist Almanya İşçi Partisi’ni (Deutsche Arbeiterpartei/DAP) kurdu. Hitler, DAP’ın bir toplantısına katıldıktan sonra partiye üye oldu, parti içinde hızla güç kazandı ve Thule örgütünü tasfiye ederek partiyi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei/NSDAP) dönüştürdü.
Hitler’in ilgisini Tibet’e yönlendiren kişi, önde gelen Thule üyelerinden General Karl Haushofer olmuştu. On üç dil konuşan, gamalı haç figürünün Naziler tarafından kullanılmasına önayak olan Haushofer, başta Japonya olmak üzere birçok Asya ülkesinde bulunmuş, buraların geleneklerini, inançlarını, dillerini incelemişti. Ari ırkın kökeninin Tibet’te bulunduğu düşüncesini ortaya atmış, bu düşünce Hitler tarafından benimsenmişti. Hitler, bu sayede Almanya ile Tibet arasında bir Ari köprüsü kurmayı ve Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmayı mümkün kılan bir ideolojik altyapı ortaya koymayı düşünüyordu.
Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti
Hitler, SS komutanı Heinrich Himmler’e, Haushofer’in anlatıları ışığında “Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti’nin (Forschungs- und Lehrgemeinschaft das Ahnenerbe e.V., kısaca Ahnenerbe) kurulması emrini verdi. 1935 yılında kurulan cemiyetin görevi, Nazilerin “üstün Ari ırk” iddiasının altını bilimsel olarak doldurmaktan ibaret gibi görünüyordu. Ancak örgütün gerçek faaliyet alanı daha genişti. Özellikle İngilizlerle rekabette öne geçmek amacıyla Asya ülkelerinde casusluk faaliyetlerinde bulunmak, keşif bahanesiyle gittiği yerlerden doğal zenginlikleri ve tarihî eserleri yağmalamak, ayrıca insanlar üzerinde sözde bilimsel deneyler yapmak gibi görevleri de vardı.
Ahnenerbe’nin en kapsamlı keşif gezisi, SS üyesi, zoolog ve botanikçi Ernst Schäfer liderliğinde 1938’de Tibet’e yapılan geziydi. Geziye yine bir SS üyesi olan Bruno Beger isimli antropolog da katılmıştı. Ekibin görevi Tibet yönetimi ile Almanya arasında siyasî ve ekonomik bağlar kurmak, Tibet’in sert ikliminde yaşayabilen dayanıklı bitki ve hayvan türlerini Almanya’ya götürmek, yerel halkın antropolojik özelliklerini inceleyerek Ari ırkla ilgilerini ortaya çıkarmak ve kültürel öğeleri araştırmaktı.
Ekip, Tibet’te uzun süreli incelemelerde bulundu. Schäfer bitki ve hayvanları incelerken, Beger de insanları inceliyordu. Yaklaşık 300 kafatası üzerinde, bunların Ari ırka ait olduğunu kanıtlayan çalışmalar yaptı. Tibetliler ve Sikkim halkı üzerinde de incelemelerde bulundu. Schäfer, raporlarında Tibet aristokrasisinin Avrupalılardan bile Ari olduğunu, “Üçüncü Reich”ın dünyayı ele geçirmesinden sonra, bu bölgenin yönetimini üstlenebileceklerini yazıyordu.
Demir adam
Ekip Almanya’ya geri döndüğünde, beraberinde pek çok bitki ve hayvan örneğiyle kültürel nesneler getirmişti. Bu nesnelerin üzerinde gamalı haçların bulunmasına özel bir önem verilmişti; ancak bir nesne vardı ki, daha ilk bakışta diğerlerinden farklı olduğu anlaşılıyordu. Eisenmann (Demir Adam) adı verilen 24 cm. yüksekliğinde, 10 kg. ağırlığında bu heykel, sakallı ve pantolonlu, zırhlı bir tanrıyı temsil ediyordu. Heykel muhtemelen Chinga meteorunun bir parçasıyla yapılmıştı; ağırlıklı olarak demir ve nikelden oluşuyordu. Göğsünün tam ortasında bir gamalı haç vardı.
Schäfer’in keşif gezisi başarıyla sona ermişti. Hitler memnundu. Tibet’le ilişkiler geliştirilmiş, Ari ırkın Orta Asya’ya uzanan kökenleri kanıtlanmış, doğuya çıkılacak seferde yeni ittifakların temeli atılmıştı.
Anadolu’dan Orta Asya’ya…
Bütün bunlar olup biterken, benzer gelişmeler Türkiye’de de yaşanıyordu. Türklerin aslında tarihin en eski ve köklü uluslarından biri olduğu, anavatanlarının Orta Asya’da efsanevî güzellikte bir ülke olduğu, doğal felaketler sonucu buralardan göç etmek zorunda kaldıkları ve bütün dünyaya yayılarak gittikleri her yere medeniyet taşıdıkları fikri, Abdülhamit baskısından kaçarak Avrupa’ya yerleşen Yeni Osmanlılara, Almanlar tarafından Turan projesi üzerinden empoze ettirilmişti. Almanya, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve ekonomik ortağı olmuştu. Osmanlı’da yükselen milliyetçi fikirleri denetimi altına alarak, Orta Asya’ya uzanan yayılmacı politikalarına güçlü bir müttefik kazanmak amacındaydı.
Turan
Yeni Osmanlıların hızla Jön Türklere dönüşmesi sonrasında, İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden Turan fikri Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezî politikası haline geldi. Artık okullarda duvarlara asılan boy boy haritalarda Türklerin Orta Asya’dan dünyaya nasıl yayıldıkları kalın kırmızı çizgilerle gösteriliyordu. İslam milleti yerini Türk ulusuna bırakıyordu. Gençler arasında o güne dek bilinmeyen Aydemir, Cengiz, Börtüçine gibi isimler hızla yayılıyordu. Ancak Şevket Süreyya (Aydemir) gibi milliyetçi fikirlerden etkilenen gençler, İstanbul dışına çıktıklarında, kendilerine anlatılanlarla gerçeklerin örtüşmediğini, Türklük ve Turan söylemlerinin kimseler tarafından bilinmediğine acı bir şekilde şahit oluyorlardı.
Turan’ı fethetmek üzere Sarıkamış’tan yola çıkması planlanan ordunun daha harekete bile geçmeden imha olması, İttihat ve Terakki’nin Turan İmparatorluğu hayallerini suya düşürdü. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte, Enver Paşa’nın muhalifi olan ve daha küçük çapta bir ulus-devlet projesini benimseyen Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Turancılığın ve Orta Asyacılığın bir süreliğine rafa kaldırılmasına neden oldu. Ancak 1930’lu yıllarda bu durum hızla değişmeye başladı.
Ari ırkın temsilcisi: Türkler
Ekonomik krizinin dünyayı vurmasıyla birlikte 1929’dan itibaren Avrupa’da milliyetçilik ve ırkçılık hızla yükselmeye başladı. Krizin etkisiyle bunalıma giren küçük burjuva kitleler giderek radikalleşiyor, faşizan fikirleri benimsiyordu. Bu durum Türkiye’de de hızla yankısını buldu. Zaten ırkçı bir öze sahip olan Kemalizm, bu özü hızla yeşertecek bir zemin bulmuş oldu. Almanya giderek daha fazla silahlanıyor, yaşam alanlarından, kaderi dünyaya hükmetmek olan üstün Ari ırktan söz ediyordu. Kemalistler de kendi içlerinde Türkleştiremedikleri unsurları – Kürtleri – tasfiye etmek, muhalefeti susturmak ve olası yayılmacı savaşlara ideolojik zemin hazırlamak için üstün vasıflara sahip Türklük fikrini tekrar ısıtıp masaya koydular.
Bizzat Mustafa Kemal’in emirleriyle Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi geliştirildi. Bu tezlere göre, Türkler dünyanın en eski ırkıydı. Dünyanın ilk dili Türkçeydi. Diğer bütün diller Türkçe’nin bozulmuş haliydi. Türkler Orta Asya’dan dünyaya yayılmış, akla gelebilecek bütün medeniyetleri kurmuş ve dillerini diğer kavimlere vermişlerdi. Türkler her zaman dünyaya hükmetmişlerdi, bu kaderlerinde vardı ve yeniden hükmetmek üzere ayağa kalkmışlardı.
Bütün bu tezleri araştırması için 1930 yılında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Amaçları itibarıyla Ahnenerbe’den farksız olan bu kurumun aslî amacı, Anadolu’da yaşamış olan kadim halkların Türk olduğunu, dolayısıyla Anadolu’nun doğal olarak Türklerin yurdu olduğunu kanıtlamaktı. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, diğer halkların durumunu şöyle ifade ediyordu: “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı”.
Bu tezleri yaratmak kolaydı, ancak az da olsa inandırıcı olmaları için bilimsel temellere oturtulmaları gerekiyordu. Bunun sağlanması için 1932 yılında Birinci Türk Tarih Kongresi düzenlendi. Kongrede, Atatürk’ün manevî kızı Afet İnan tarafından yapılan sözde antropolojik araştırmaların sonuçlarına yer verildi. İnan, yaptığı konuşmada Türklerin Ari ırkın temsilcileri olduğunu ilan etti: “Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, Ari, medenî, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir”. (Birinci Türk Tarih Kongresi, 1932, s. 41).
Efsanevi kıta Mu
Bu esnada Enver Paşa’nın damadı Tahsin Bey (Mayatepek), Mustafa Kemal’e Güney Amerika medeniyetlerinden olan Maya toplumun dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlikleri anlatan bir rapor sundu. Raporu inceleyen Mustafa Kemal, Tahsin Bey’i konu hakkında daha ayrıntılı araştırmalar yapmak üzere Meksika’ya ataşe olarak atadı. Tahsin Bey, Meksika’da yoğun araştırmalar yaptı. Bu araştırmalar esnasında, Mayaların dili ve kültürü ile Türk dili ve kültürü arasındaki benzerlikleri anlatan toplam 14 raporu Mustafa Kemal’e ve Türk Dil Kurumu’na gönderdi.
Bu raporlarda Mayaların güneşle olan ilişkileri anlatılıyor, özellikle Mevlevi giysileri ve ayinleri ile Maya güneş tapınmaları arasındaki benzerlik vurgulanıyordu. Güneş bu araştırmaların merkezini oluşturuyordu, çünkü Türkçe’nin dünyanın en eski dili olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi bunu gerektiriyordu. Tümüyle fantastik bir tahayyül üzerine inşa edilen bu teori Tahsin Bey’in raporlarında da desteklendi.
Tahsin Bey bu araştırmalarla meşgulken, William Niven adlı bir kişi tarafından bulunduğu ve 13.000-15.000 yıllık olduğu iddia edilen tabletlerin deşifreleriyle karşılaştı. Gerçi tabletlerin orijinalleri ortada yoktu ve çevirilerinin nasıl yapıldığına dair veriler de son derece şüpheliydi; ancak Tahsin Bey konuyla ilgilendi. Bu tabletlerde Mu adında, bir zamanlar Pasifik Okyanusu’nda bulunan, ancak birtakım doğal felaketler tarafından denizin dibine gömülen bir kıtadan söz ediliyordu. Kıtanın sakinleri dünyanın dört bir yanına dağılarak bugünkü bilinen medeniyetleri kurmuşlardı.
Tahsin Bey bu konuyla ilgilenirken, James Churchward ismine ulaştı. Hakkında pek az bilgi bulunan bu kişi bir İngiliz albayı olduğunu, uzun yıllar Hindistan ve Tibet’te kaldığını, burada bir Tibetli rahip tarafından kendisine gösterilen binlerce yıllık tabletleri, yine aynı rahipten öğrendiği kadim bir dille deşifre ettiğini anlatıyor ve uzun uzun Mu kıtasından bahsediyordu.
Tahsin Bey, James Churchward’ın hiçbir maddî temele dayanmayan kitaplarını – ortada ne tabletler vardı, ne rahip, ne de coğrafî konum bilgisi – Ankara’ya bildirince, Mustafa Kemal konuya büyük ilgi gösterdi. Ne de olsa kitaplarda Mu’nun mirasçıları olarak Uygurlardan söz ediliyordu. Türkler de Uygurların bir kolu olarak, bu efsanevi kıtanın doğrudan temsilcisi oluyordu. Mustafa Kemal, derhal 60 kişiden oluşan bir tercüman ekibi kurdurarak Churchward’ın kitaplarını Türkçe’ye çevirtti. Bu kitapları satırların altını çizerek ilgiyle incelediği bilinmektedir.
Tahsin Bey geri döndüğünde Mustafa Kemal tarafından kabul edildi ve kendisine Meksika’daki faaliyetleri doğrultusunda Mayatepek soyadı verildi. Ancak nedendir bilinmez, tekrar Meksika’ya dönme yolundaki istekleri kabul edilmedi ve Mu kıtasının araştırılması faaliyetlerine son verildi.
Hayaller ve yalanlar
1930’lu yılların fırtınalı günlerinde Almanya ve Türkiye’de aynı anda Orta Asya’da Âri ırkın aranmaya başlanması, bunun belgelenmesi için dünyanın değişik yerlerine heyetler gönderilmesi tesadüf müydü, yoksa iki devlet arasında bu konuda görüşmeler yapılıyor muydu? Thule örgütünün kurucusu von Sebottendorf 1910’lu yıllarda İstanbul’da bulunmuş, çok değişik kişi ve gruplarla ilişkiye geçmiş, olasılıkla Turan politikaları üzerinde çalışmıştı. Keza sonradan birer Nazi olacak çok sayıda Alman askeri ve subayı da Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de savaşmıştı.
Bu ilişkileri bilmek şu anda pek mümkün görünmüyor. Ancak görünen şu ki, ta Tibet’e kadar uzanan Âri ırk arayışının sonuçları hiç de iyi olmadı. Üstün ırk olma iddiasındaki Naziler dünyayı ateşe ve kana boğarak, milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Keza hem İttihat ve Terakki Cemiyeti hem Kemalistler, kendilerinden olmayanlara ancak köle olma hakkı tanıdıkları topraklarında milyonlarca insanı katlettiler. Hayaller ve yalanlar üzerine inşa ettikleri ırk politikalarını temsil ettikleri sınıfların çıkarları uğruna kullanarak, geniş toprakları ateşe ve kana boğdular.
Ari ırk teorisi hem Almanya’da hem Türkiye’de şu anda çöplüğe atıldı, ancak sınıfların hüküm sürdüğü bir dünyada başka kılıklarda karşımıza çıkmak için fırsat kolladıklarından emin olabiliriz. Böyle bir tehlikeye karşı hazır olmamız gerektiğinden de …