Düzenle 1970’lerin sonlarında lisede, 1980’li yıllarda üniversitede bağlarını koparma çabasındaki sosyalist gençlerden biriydim. Millî tedrisatın ezberlerine itiraz eden, okuyan, sorgulayan biri olmama rağmen benim için Ermeni soykırımı diye bir şey yoktu.
Yüzleşme
Bilgisizlik? Evet, bilgisizlik ama tam anlamıyla öyle de değil. Genel bir bilgisizlik değildi söz konusu olan. Birinci Dünya Savaşı’na, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne, Kafkasya’da sovyet cumhuriyetlerinin kuruluş sürecine dair ortalamanın üzerinde bilgi sahibi, Şaumyan’a hayran, kütüphanesinde Mikoyan’ın biyografisi bulunan, ama Krikor Zohrab’dan, Gomidas’tan, Zabel Esayan’dan bihaber bir gencin bilgisizliği. Geniş bir genel kültür ve tarihî bilgi yığını içinde bir delik gibi bilgisizlik.
Cesaret? Mesele, yasak konulara dokunmaktan çekinmek değildi. Kürt meselesinden cinsel yönelimlere kadar bin bir çeşit konuda tabuları kıra döke tartışan bir çevredeydim. 12 Eylül darbesinin hemen ertesinde yasadışı bir örgüt kuracak kadar cüretliydik. İllegal dergimizde Kemalizm’in Türkiye solu üzerindeki etkisini kırmayı öncelikli hedef olarak benimsediğimizi ilan edecek ölçüde tarih bilincini önemsiyorduk; Eruh ve Şemdinli’yi selamlayacak derece gözükaraydık. Ama bu gözükaralığa rağmen geniş ufkumuz Ermeni soykırımını içine almıyordu.
Duyarsızlık? Konunun toplumun gündeminin tamamen dışında olması? Türkiye’de azınlık olarak hayatta kalma çabası yüzünden Ermenilerin içinde bulunduğum sosyalist çevrelerde yer almaması? Ermeni soykırımına dair zihinsel körlüğü açıklamak üzere akla gelen her gerekçe elimde kalıyor: her türlü adaletsizliğe karşı aşırı duyarlı olmak çevremde neredeyse kuraldı. Asala’nın eylemleri zihinlerden silinmiş olanı hatırlatmak üzere gazete manşetlerinden bağırıyordu ve ben şiddet olaylarında trajik, politik ve toplumsal-tarihsel boyutları birbirinden ayırt edebilecek olgunluktaydım. Ermeniler sol hareketin içinde vardı ve dönemin devrimci örgütleri içinde lider konumlarda pek çok Ermeni bulunuyordu.
Bu zihinsel körlüğün kişisel bir açıklaması yok. Bu körlüğü Türkiye vasatıyla paylaşıyordum. Dolayısıyla açıklaması da bu toplumsal vasatta.
Ermeniler için süreklileştirilmiş zulüm ve adaletsizliğin, Türkiye’nin Müslüman halkları için zihinsel körlük ve vicdanî sakatlığın “normal durum” olması anlamına gelen bu toplumsal vasat kendiliğinden oluşmadı.
İmparatorluğun milliyetçilik rüzgarlarıyla dağılmasını önlemeye yönelik İttihatçı etnik temizlik ve soykırım politikaları, Osmanlı’yı kurtaramadı ama yeni Cumhuriyet’in temel harcını oluşturdu. Hukuk, siyaset, ekonomi bu temel üzerine kuruldu. “Kılıç artıkları” en iyi durumda folklorik bir çeşni olarak hoş görüldü, dönem dönem iç düşman olarak hedefe kondular; ama hep hiçe sayıldılar, hiçleştirildiler. Cinayet, tecavüz ve yağmayla başlayan, mülksüzleştirme, tarihsizleştirme ve kamusal alandan silmeyle devam eden süreç toplumun dokularına nüfuz etti. Irkçılık sıradanlaştı, sembolik şiddet normalleşti ve inkârcılık, başka yerdeki ırkçılığa karşı son derece hassas, muhalif ve kurulu düzen karşıtı kişi ve akımları bile körleştirdi. Talin Suciyan’ın “inkâr habitusu” diye kavramlaştırdığı, devlet politikasıyla belirlenen ve kitlesel onay ve destekle beslenen bu ortam, kanunları ve uygulamaları olduğu kadar yazılı olmayan kuralları, genel kabul gören tutumları ve algıları da şekillendirdi.
Nasıl herkes soykırımın talanından (doğrudan veya dolaylı olarak) payını almış ve alıyorsa, aynı şekilde herkes bu inkâr habitusunun kurbanı ve parçası. Soykırım inkârcılığı bundan yirmi yıl öncesine göre daha az kuşatıcı ve boğucu olsa da, inkâr habitusu hâlâ egemenliğini sürdürüyor.
Yüz yıl önce yaşanmış vahşet ve barbarlık manzaraları karşısında vicdanı olan herkes öfke, nefret ve utanç duyar. Bu marifet sayılmasa da iyidir. Ama yetmez. Yaşanmış olanın bir soykırım olduğunu teslim etmek, inkârcılığın soluduğumuz havaya sinmiş olduğu düşünülürse, büyük bir adımdır. Ama kafamızı çarptığımız duvarın bir duvar olduğunu teslim etmeye benzediği için bu da yetmez. Torunların ve torun çocuklarının kuşağında esas önemli olan bu inkâr perdesini yırtmak, adaletin sağlanması için zemini düzlemeye çalışmaktır.
Bu nedenle yüzleşme, benim için öncelikle soykırım inkârcılığının içinde yaşadığım toplumun dokusunda ve zihnimde yarattığı tahribatla yüzleşmek demek.
Hafıza
Yüzleşmem gereken bu zihinsel körlüğü bir toplumsal travmayı izleyen kollektif hafıza kaybına mı bağlamalıyım, yoksa Cumhuriyet tarihi boyunca kampanyalarla, yasalarla, müfredatla, kültür politikalarıyla adım adım örülmüş bir siyasî sürecin sonucu mu olarak mı görmeliyim?
Hafıza kavramının bireyin hafızasından farklı, toplumla, topluluklarla ilgili bir anlamda kullanılmasının yüz yıl öncesine giden bir geçmişi var. Ancak “kollektif hafıza” teriminin ortaya çıkışı, hafızanın toplumsal çerçevesinin tartışılması ardında pek iz bırakmadan unutuldu.
Unutulmuş “hafızanın” geri dönüşü muhteşem oldu: 1980’li yılların başında iki kitap, Y. Zakhor’un Yahudi Tarihi ve Yahudi Hafızası ile P. Nora’nın Hafıza Mekânları kitapları hafızayı tarihe ve topluma bakışın merkezine alan yaklaşımlarıyla kapıyı araladı ve ardından hafızanın istilası başladı. “Kültürel hafıza”, “hafıza siyaseti”, “yapısal hafıza”, “popüler hafıza”, “tarihsel hafıza” ve benzeri sayısız tamlama ile toplumsal düşüncede hafıza kelimesi tarihin yerine geçti ya da yanına eklendi. Hafıza kavramının anlam alanı bireysel hafızanın ötesinde, gelenekleri, sosyal pratikleri, nesneleri ve mekânları da içerecek şekilde genişledi.
P. Nora hafızanın tarih bilinci tarafından tahrip edildiğini, hafıza kavramına bu yüzden takıntılı olduğumuzu söylüyordu. Hafıza kavramının son otuz yıldaki yükselişinin temelinde 19. ve 20. yüzyılda tarihin akışının hızlanmasının yarattığı kimlik krizlerinin ve modernizmin yaralarına gecikmiş bir cevap arayışının yattığı da söylenebilir. Hafızayı merkeze alan çalışmalar farklı kılıklar (Hegelci, millî, vb) altında akademik tarih yazımına egemen olan tarihselciliğe bir tepkidir aynı zamanda. “Tarihsiz topluluklar”, “tarihi çalınan halklar” için doğal bir söylem çerçevesi oluşturduğu için, hafıza kavramı sömürgecilik karşıtı teorinin ve kimlik politikalarının gelişiminde de temel bir rol oynamıştır.
Yerleşik akademik tarihçiliğin sorgulanmayan temel varsayımlarına, resmî tarihin boğuculuğuna, millî tarih anlatısının ezberlerine tepki olduğu ve bu surlarda gedikler açtığı ölçüde hafızayı tarihin karşısına koyan yaklaşımlara yakınlık duyulabilir. Ancak hafıza kavramının (ve yanında sürükleyip getirdiği travma, yas, acı, vicdan, katarsis, helalleşme gibi kelimelerden oluşan lügatin) risklerine de dikkat çekmek gerekir. Tony Judt’ın hatırlattığı gibi, hafızayı tarihin yerine koymak tehlikelidir. “Tarih zorunlu olarak, tekrar tekrar eski ve yeni bulgularla sınanarak, tekrar ve tekrar yeniden yazılan kayıtlar biçimini alır; buna karşılık hafıza kamuoyuna ve bilimsel olmayan amaçlara duyarlıdır.” Bir anıt ziyaretinin ya da bir televizyon programının, bir müzenin ya da bir bayrağın şekillendiriciliğine kolayca boyun eğer.
Tarih olmadan hafıza kötüye kullanılmaya açıktır. Tarihin sunduğu çerçeveden yoksun bir hafızaya ayrıcalıklı bir konum atfetmek geçmişi seçerek anımsamayı meşrulaştırır, olgulara dayanmayı önemsizleştirir. Akademik alanda tarihselciliğe karşı bir itiraz olarak geliştirilen yaklaşımın kendisi bir tür tarihselciliğe dönüşür. Bilimsel kuşkuculuktan terapi söylemine, yapı sökümünden burjuva öznelciliğine doğru kaymanın kolaylığı tutucu akademik camia içinde birkaç boş sloganın benimsenmesine izin verirken hakiki bir entelektüel radikalizme imkân tanımaz. Sosyal-politik alanda ise dayatılan ezberlere karşı koyma niyetiyle hafıza eşliğinde çıkılan yol bir yandan yeni ezberler yaratır, bir yandan da bütün ezberlerin, kurmacaların, deneyimlerin aslında eşdeğer olduğu varsayımını güçlendirerek kendi iddiasını zayıflatır.
Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünü, Cumhuriyet’in kuruluşunu ve Ermeni soykırımını anlamak için hafızaya değil, tarihe ihtiyacımız var. Arşivlere, kanunlara, talimatnamelere, zabıtlara, tapu kayıtlarına, kilise kayıtlarına, eski gazetelere dayanan nitelikli ve ciddi tarih çalışmalarına.
Hafızaya değil. Çünkü birincisi, soykırımın “hafızası” öncelikle kurbanların (ama faillerin de) belleğinde sapasağlam duruyor. Bu hafızanın kırıntılarının dillendirilmesine vesile olmak, belki bir aktivist için tatmin edici bir faaliyet olabilir, ama bir entelektüel cesaret örneği değildir. O tarafa bakmak yasaklanmış olsa da, dağı işaret edip “burada bir dağ var” demek jeolog olarak işini yapmak demek değildir. Akademik bir paye çıkarmaya hiç yetmez.
İkincisi, hafızalara kazınmış özel vahşet öykülerinin şok ediciliği kimi durumlarda uyarıcı, uyandırıcı olsa da bunların karşısına her zaman başka öyküler, “onlar da bizi kesti” anıları, “kurtarıcı” hikâyeleri, başka acılar konabilir. Soykırım kurbanlarının anılarıyla faillerin anıları arasındaki nitelik farkını ancak tarih kurabilir. “Tarihi tarihçilere bırakalım” sloganını inkârcıların elinden alıp ters yüz ederek tarihçileri kendi işlerini yapmak üzere göreve davet etmek gerekiyor. “Türk Tarih Kurumu kapatılsın”, “Bütün devlet arşivleri araştırmacılara açılsın”, “Ermeni tarihi, Ermeni kültürü ve Ermeni soykırımı alanlarında enstitüler kurulsun, bu alanlarda araştırmalar kamu fonlarıyla güçlü bir biçimde desteklensin” gibi talepleri yükseltmek de aktivistlere düşüyor. Bu talepler ilk bakışta görünenden çok daha güçlü bir siyasî içerik taşıyor.
Adalet
Kurbanın mazlum olma dışındaki bütün niteliklerini silen korkunç hikâyelerle merhamet ve insaf duygularını uyandırmaya çalışmak vicdanlara seslenmenin tek yolu değildir. Yapılması gereken tek tek hikâyeleri içeren ve çerçeveleyen bir tarih anlatısıyla adalet duygusunu harekete geçirmeye çalışmak olmalı. Çünkü soykırımın son bulduğu ancak adaletle ilan edilebilir.
Ne zaman sona erdi Ermeni soykırımı? Anadolu’daki sürgün, katliam, tecavüz, yağma dalgası durulduğunda mı? Peki, Resülayn, Der Zor, Rakka katliamlarını nereye koymalı? Soykırım suçlusu İttihat Terakki hükümeti dünya savaşı sonunda yıkılınca mı? Ama hayatta kalanlar neden dönemedi? Cumhuriyet’le mi? Anadolu’nun Ermenilerin yaşamasına imkan tanınmayan bir yer olması ne zaman değişti? Yağma, talan, yıkım ne zaman son buldu? Son bir iki yıl içinde Malatya’da “yanlışlıkla” tahrip edilen Ermeni mezarlığı son dua yerinin, Antep’te “cami olarak kullanılan kilisenin” avlusunda yıkılan sıbyan mektebinin, yağmurlar, fırtınalar ve defineciler tarafından delik deşik edilen kiliselerin sahipleri nerede?
Hrant Dink’in, Sevag Balıkçı’nın, Maritsa Küçük’ün ölüm tarihini 1915 olarak belirtmenin simgesel olmanın ötesinde bir anlamı var. Bu cinayetler 1915’te başlayan ve hâlâ sona ermemiş bir sürecin ürünü. Soykırım hâlâ sürüyor. Nasıl “düşük yoğunluklu savaş”, “gayrinizami harp”, “soğuk savaş” gibi terimler tam anlamıyla savaş olmayan, ama savaşa barıştan daha çok benzeyen durumları gösteriyorsa, inkâr habitusu da soykırımın farklı koşullarda, farklı araçlarla sürdüğüne işaret ediyor.
Soykırım inkârcılığı basitçe suçlamayı reddetmekten ya da atalarının korkunç bir suç işlediğini kabullenememekten ibaret değildir. Soykırımın inkârı, tarihî ya da hukukî bir terim anlaşmazlığı da değildir. Soykırım inkârcılığı her şeyden önce soykırımı sürdürme niyetinin beyanıdır.
Bu nedenle adaletin tesisi doğrultusunda atılacak ilk adım soykırım inkârcılığına son vermektir.
Adalet, adaletin tesisi gibi kavramlar yere, zamana ve temel referanslara bağlı bir görelilik taşıdığı için kaçınılmaz olarak muğlaktır. Yüz senenin ardından aslî kurbanlara sunacak bir adaletin, aslî faillere verecek bir cezanın kalmamış olması durumu daha da muğlaklaştırıyor. Yine de hangi temel değerlerden türetilmiş olursa olsun bir adalet duygusuna sahip herkesin şu temel noktalarda uzlaşması beklenir.
- Adaletin tesisini mümkün kılacak asgari zemini hazırlamak için Ermeni soykırımı devlet tarafından tanınmalı ve özür dilenmelidir.
- Soykırım inkârcılığının izleri yasalardan, ders kitaplarından, kamusal alanlardan silinmelidir.
- Ermeni diyasporası Anadolu diyasporası olarak görülmeli ve bu topraklardaki köklerinden sökülmüş bütün Ermenilere yurttaş olma hakkı verilmelidir.
Tek taraflı ve koşulsuz olarak atılması gereken bu adımların ardından veya bunlarla birlikte, görüşmeler yoluyla, mutlak adaleti sağlayamasa da adalet duygusunu bir ölçüde tatmin etmek üzere;
- Soykırım mağdurlarına verilen zarar tazmin ve telafi edilmelidir.
- Ermenilere ait kilise, manastır, okul, hastane gibii kamusal mülkler restore edilmeli ve iade edilmelidir.
- Türkiye-Ermenistan sınırı önce koşulsuz açılmalı, zamanla varlığı ya da yokluğu önem taşımayan bir dostluk hattına dönüştürülmelidir.