Ferda Keskin
Türkiye’de 1915’te yaşananları “soykırım” olarak tanımlayan söylem giderek normalleşmeye başladı. Ama söylemin normalleşmesi konuyla ilgili bir fikir birliğine varıldığı anlamına gelmiyor. Dolayısıyla, yaşanan şey bir tehcir miydi, mukatele miydi, yoksa soykırım mıydı konusundaki tartışma da elbette devam edecek. Üstelik 1915 Çanakkale Zaferi’ni anma etkinliğinin tam da 24 Nisan’a denk getirilmesi tartışmayı milliyetçilik merkezli bir ideolojik savaşın yepyeni bir cephesine taşımışken.
Milliyetçi ideolojinin bu kadar belirleyici olduğu bir ortamda soğukkanlı argümanlarla sonuca varmak neredeyse imkânsız gibi görünebilir, ama önemli olan yaşananın kendisi olduğunda “kullanışlı” kavramların ne türden beklenmedik anlamlara gelebileceğini görmek de önemli.
Bu fikirden hareketle bundan bir kaç yıl önce yaptığım bir konuşmada, 1915’i “tehcir” olarak tanımlayarak başlayacağımı söylemiştim. Çoğu beni yakından tanıyan dinleyicilerin bir kısmı haklı olarak başıma taş falan düştüğünü düşünmüş olmalı ki, salonda görülebilir bir hareketlenme ve işitilir bir fısıltı dalgasına neden olduğumu hissettim. Oysa söylemek istediğim şuydu: 1915’e “tehcir” desek de bu kavramın benim izlediğim türden bir okuması o tehciri Holokost’un prototipi yapar. Burada, aslında daha fazla ayrıntılandırılması gereken bu okumanın ana hatlarını vermekle yetineceğim.
Söz konusu okumanın çıkış noktası Giorgio Agamben’in Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Yaşam başlıklı, çok bilinen ve yayınlandığından bu yana kapsamlı tartışmalara neden olan kitabı. Bu kitaba başlığını veren “Kutsal İnsan” kavramı Latince “Homo Sacer” kavramının çevirisi. Roma Hukuku’nda “Homo Sacer” kavramı, belirli bir suç işlediği için dışlanan ve dolayısıyla bir yurttaş olarak sahip olduğu tüm hakları kaybeden insan anlamına gelir. Ama yurttaşlık hakları elinden alındığı ve dolayısıyla hukukun dışında kaldığı için öldürülebilir olan bu insan aynı zamanda “kutsal” (sacer) kategorisine alındığı için kurban edilemez. Agamben’e göre, Kutsal İnsan paradoksal olarak hukukî düzenin içine ancak dışlanmak suretiyle alınan bir figürdür ve bu anlamda hukukun hem içinde hem de yeri geldiğinde yasayı askıya alma yetkisi olduğu için dışında duran hükümranla (egemenle) aynı paradoksu paylaşır.
Hükümranın yasayı askıya alma yetkisi ise, kökü elbette Hobbes’a gitmekle birlikte, Agamben’in Carl Schmitt’ten hareketle kullandığı bir kavramdır. “Olağanüstü hal” olarak da bilinen bu ‘askıya alma’ ediminin en önemli işlevi, politik olarak nitelendirilmiş ve dolayısıyla yurttaşlık haklarıyla donatılmış olan yaşamı (Antik Yunancası ile Polis’teki yaşam olarak “bios”) çıplak, yani biyolojik (yine Antik Yunancası ile Polis öncesi yaşam olarak zoe) yaşama indirgemesidir. Her ne kadar Aristoteles’ten bugüne Batı düşünce geleneği politikayı zoe’den bios’a geçiş olarak tanımlasa da, Agamben aslında içerisi ile dışarısının, yan zoe ile bios’un moderniteyle birlikte birbirinden ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiğini savunur. Bu durumun en önemli örneklerinden biri “toplama kampı” olgusunda ortaya çıkar. Zira olağanüstü bir hâlin geçerli olduğu ve yasanın askıya alındığı toplama kampı aynı zamanda bios’un zoe’ye, yani çıplak yaşama indirgendiği yerdir. Toplama kampındaki insan – Auschwitz’deki Yahudi – bir Homo Sacer figürü olarak herhangi bir yaptırımla karşılaşma tehlikesi olmadan öldürülebilir olandır.
Yukarıda fazlaca kaba bir şekilde özetlemek zorunda kaldığım bu analizi Agamben’in niçin 1915’i kapsayacak şekilde genişletmediğini bilmiyorum. Ama analizin “Ermeni Tehciri”ne uygulanabileceği çok açık. Bunun nedeni, “tehcir”in hareketli bir toplama kampı olarak düşünülebilir olması. Bu iddiamın devamı nispeten basit. Hükümranın olağanüstü hâl (savaş) bağlamında yasayı askıya aldığı hareketli bir toplama kampı olarak tehcir, Ermeni tebaanın yurttaşlık haklarının elinden alındığı, çıplak yaşama indirgendiği ve suç işlemeden öldürülebilir olduğu bir mekâna işaret etmektedir. Dolayısıyla, Hitler Holokost’u tasarlarken 1915’i örnek almakta haklıdır – Ermenilere yapılanların unutulduğunu söylediği için değil, dışlanarak içeri alınanı öldürmenin kendi hükümranlığının kurucu unsuru olduğunu anladığı için.