Çanakkale Savaşı’nın 96. yıldönümü törenleri’ne katılmak için dört yıl önce Çanakkale’ye giden dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye’nin Dış Politika Vizyonu” konulu bir konferansa katılmıştı. Konferans öncesinde, “Çanakkale adını duyup da kalbi hoplamayan, yüreği titremeyen, damarlarındaki kan akış hızı artmayan bir Türk olamaz” diyen Davutoğlu, konuşmasına, “Bütün dünyaya 2015 yılını tanıtacağız. Bazılarının iddia ve iftira ettiği gibi bir soykırım yıldönümü olarak değil, bir milletin şanlı direnişinin, Çanakkale direnişinin yıldönümü olarak tanıtacağız” diyerek başladı.
Anadolu toprakları açısından 2015 yılı büyük öneme sahip iki olayın 100. yıldönümüdür: 1915, Anadolu’nun iki farklı tarihidir. İlki Düvel-i Muazzama’ya karşı verilen Çanakkale mücadelesinin öyküsü, diğeri yüzyıllardır bu topraklarda yaşamış koca bir halkın devlet eliyle yok edilişinin utanç verici gaddarlığıdır. Aradan yüzyıl geçmişken, Türkiye Cumhuriyeti hâlâ Anadolu topraklarında Ermenilere yapılanların adını koymamak, tanımını bulmamak için çabalamaktadır. Davutoğlu’nun dört yıl önce haberini verdiği ve bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yüzün üzerinde devlet başkanı ve yetkilinin davet edildiği Çanakkale 2015 etkinlikleri, Ayhan Aktar’ın deyimiyle, “küçük bir tarih oyunuyla ‘Ermeni soykırımını tanıma baskısı’nı Çanakkale Savaşları ile perdeleme” çabasıdır.
Tüm dünyada 24 Nisan, 1915’te yaşanan Büyük Felâket’in (“Medz Yeğern”) 100. yıldönümü olarak anılacak. Erdoğan, akıllı ve usta bir politikacıdır. Durumun ne kadar ciddi boyutlara ulaşacağını iyi bildiğinden, önemli ama çok yetersiz bir bildiri ilan ederek “ortak acı” kavramını ortaya attı. Böylece, ‘hepimizin acıları vardır, tarihte hepimiz eziyet gördük, trajedileri sıraya dizmek yanlıştır’ düşüncesinden hareket ederek söz konusu ortamı yumuşatmaya çalıştı. Ancak bu önerinin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi pek mümkün değildir. Düşünün, bir Alman devlet görevlisi “Yahudiler de acı çekti, biz de çektik, haydi gelin acılarımızı kıyaslayalım” diye önerse, sizce kabul görür mü? Hrant Dink’in dediği gibi, “Gelin, önce birbirimizin acılarına saygı göstermeyi öğrenelim. İkrar değil, inkâr değil, önce idrak.”
Soykırım mı, değil mi
Günümüz Türkiye konjonktüründe “soykırım olmuştur” diyenlerin karşısına “o dönemde yaşananları nereden biliyorsun? Birinci elden biliyor musun?” teziyle karşı çıkılmaya çalışılıyor. “Olmuştur” diyenler hem ciddiye alınmıyor, hem de vatana ihanet etmekle suçlanıyor. Artık takkemizi önümüze koyup düşünmeli, tarihî gerçeklerle yüzleşmeliyiz, çünkü olması gereken ezberletilmiş yalan ortamında değil, gerçekte yaşamaktır. Bu yazıda 1915 yılında Ermenilere yapılanların nedenlerini ve olayın sonrasında üzerimizde bir yük olarak kalan (ve kalmaya devam eden) kul haklarından kurtulmanın yollarını göstermeye çalışacağım.
Kanaatimce, 1915’te yaşanan bir soykırımdır. Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği ve Türkiye’nin de imzaladığı bir soykırım anlaşması var. Tanım şöyle:
“2. Madde : Soykırım oluşturan eylemler
Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kastten değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”1
Türkiye sözleşmeyi 31 Temmuz 1950 tarihinde imzalamış. Yukarıdaki Soykırım tanımı’nın (c) maddesi Ermeni tehcirini aynen tarif eder. Bir grup insanı hayatını idame ettiremeyeceği bir duruma koyarsanız ve bu suretle o grup kısmen veya bütünüyle yok olursa, bunun adı soykırımdır. Bir topluluğun/halkın soykırıma uğradığının tespiti için tamamen yok edilmesi gerekli değildir. Naziler bütün Yahudileri imha edemedi, ama yaptıklarının soykırım olduğundan –Almanlar da dahil– hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ermenileri anayurtlarından koparıp dağ, bayır, çöl yürüterek yarısından çoğunun ölmesine yol açan bu yaşananların da soykırım olduğundan şüphe olmaması gerekir.
Yaşananları bugün kimse birincil elden bilemeyeceğine göre, eldeki verilerden hareketle bir sonuca varılması gerekmektedir. Bazıları “soykırım olmuştur” kanısına, bazıları “kesinlikle olmamıştır” kanısına, bazıları da olmadığını söylemenin “millî menfaatlere” daha uygun olduğunu düşünerek susma kanısına varabilir. Siyasî kerteye gelindiğinde, 1915 olayları için sadece “Soykırım mıdır, değil midir?” sorusu üzerinde durmanın ve tartışmayı bu nokta üzerinden değerlendirmenin, Hasan Cemal’in deyimiyle “bizleri bir kısır döngüye iterek kilitlediğini, bunun da iki taraftaki fanatiklerin, milliyetçilerin değirmenine su taşıdığını” unutmamak gerekir. Yapılması gereken, millî duygu ve menfaatlerden arınmış olarak somut verilere dayanan mantıklı bir analizdir.
Belki de tartışılması gereken, yaşananları tanımlamaktan öte, bağlam üzerinde durmaya çalışmaktır. Söz konusu bağlama baktığımızda, 18. yüzyıldan itibaren bozgun üstüne bozguna uğramış bir imparatorlukla karşılaşıyoruz. Stefanos Yerasimos, bu sürecin başlangıcını 1699’daki Karlofça Antlaşması olarak belirtir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden bu süreçte, kaybedilen her toprak sonrasında binlerce Müslüman Anadolu’ya ricat etmek zorunda kalıyor.
Gelişmeler (Yunan ve Bulgar bağımsızlıkları, Balkan Harbi ve Kafkas bozgunu) Osmanlı’nın elinde son vatan olarak Anadolu’nın kalmasına ve bu toprakların da –tabiri caizse– muhacir akınına uğramasına neden olmuştur; her kaybedilen toprak sonrasında Müslüman nüfusa karşı ciddi boyutlarda etnik temizlikler yapılmıştır. Bu süreç, yüzlerce yıldır yaşadığı toprakları, malını, mülkünü, evini, sevdiklerini geride bırakarak Anadolu’ya ricat etmiş olan kızgın ve içten içe bir o kadar da kin dolu bir Müslüman kitlenin ortaya çıkışına zemin hazırladı.
Ermeniler, tam da bu süreçte, Anadolu’da kalan ve Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bağımsızlıklarını kazan(a)mamış olan kadim ve ahir gayrımüslim azınlık konumundaydı. İmparatorluğun 1914 nüfus sayımına göre bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde 1.161.169 Ermeni (Apostolik / Gregoryen) vardı.2 Kemal Karpat’a göre 67.838 Ermeni Katolik, 65.844 Protestan (Protestanların tamamına yakını Ermeniydi) da dahil olmak üzere, bugünkü sınırlar içinde 1.294.851 Ermeni yaşamaktaydı. 3Ancak 1927 nüfus sayımına baktığımızda, dini “Ermeni” olarak gösterilenlerin sayısı, 77.433’tür.4
Ermeniler’in özerklik talepleri 1912’nin sonlarına doğru, Rusya’nın da desteğiyle artmıştır. Özerklik tasarısı, ilk olarak Temmuz 1913’te İstanbul’da Avusturya sefaretinde Ruslar tarafından ortaya atılmıştır. Rusya’nın artan baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla hazırlanan özerklik projesi Mart 1914’te Osmanlı hükümetine iletildi. Özellikle Kafkas bozgunu sonrasında Doğu’da çok zor durumda kalan Bab-ı Âli hükümeti, alınmış olan bu kararı imzalamak zorunda kaldı. Böylece, Doğu’daki altı vilayette5 (Vilâyat-ı Sitte / Arevmdjan Hajasdan) Ermenilere özerklik ve hiçbir vilayette çoğunluğa sahip olmamalarına (nüfusça %40 civarında) rağmen %51 temsiliyet hakkı verilmiştir. İlan edilen özerk bölgenin yönetimine bir vali atanmış ve valinin yanında Batılı iki komiser/müfettiş (Norveçli Hoff ve yardımcısı Hollandalı We Stenek) görevlendirilmiştir. Müfettişler Ağustos 1914 başında Erzurum’a gelmiştir.
Yaşanan bu süreç, İttihatçıların Ermenilere karşı giriştiği etnik temizleme harekâtını asla haklı çıkarmaz elbet, ama Bab-ı Âli hükümetinin neden gözünün döndüğünü anlamamızı sağlayabilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde sadece Asya toprakları kalmıştır. Yaşananlar hükümetin çokuluslu bir imparatorluğu ayakta tutma çabası olan Osmanlıcılık politikasından vazgeçerek, imparatorluktan ayrılan ya da ayrılma aşamasında olan diğer halklar gibi tek bir millî politika belirlemesine neden olmuştur. Elde kalan son toprakları korumak için Türkçülük çatısı altında toplanılmaya çalışılmıştır. Bunu sağlayabilmek için de, bu topraklardaki iki temel “sorunu” çözmeye çalıştılar: batıda Rumlar, doğuda Ermeniler.
1915’te yaşananlar, kitlesel bir tasfiye hareketi olarak başlamış ve Anadolu’daki toplam Ermeni nüfusunun yarısından fazlasının yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Tehcir edilenlerden hayatta kalanların bir kısmı Suriye’deki temerküz kamplarında toplanarak kırıma uğramış, bir kısmı ise seferberlik zamanında Osmanlı bünyesinde askere alınarak ‘amele taburlarında’ kurşuna dizilmiştir.6Günümüzde Türkiye’de 60.000 civarında Ermeni kaldığı söylenmektedir. Bu gerçeklik bile, yapılan temizlemenin %100’e çok yakın olduğunun tartışmasız bir göstergesidir.
“Burası benim memleketimdir”
Neydi bu kırımın arkasında yatan nedenler? Anadolu’nun 1915’teki şartlarını düşünelim. İmparatorluğun her köşesinden gelen (veya gelmeye çalışan) öfkeli ve kin dolu mülteciler, Tanzimat’la birlikte kalkınan ve refah seviyelerini yükselten Ermeniler ve onlara büyük bir kıskançlıkla bakan yorgun ve yoksul Anadolu Müslümanları. Örneğin, Kurtuluş Mücadelesi zamanında TBMM’de yapılan gizli bir oturumda, Misak-ı Millî sınırları içinde kalan azınlıklarla ilgili konuşan Malatya mebusu Mustafa Fevzi (Bilgili) Bey, 1921 yılında şunları söyler:
“Evet, Ermeniler 500 lira bedeli naktî verirlerse febiha… Vermeyenler Sivas’a, Erzurum’a gönderilsin ve yollarda çalıştırılsın… Maksadım onların ezilmesidir. Memleketimizin her cüzü bizim memleketimizdir. Erzurum da benim memleketimdir, burası da benim memleketimdir. Maksadım onların ezilmesi, yıkılmasıdır. Oraya gitmesidir. Benim memleketimdir. Burası da benim memleketimdir, burası da bizim memleketimizdir. Bunun için ezilmek için oraya gönderilsin diyorum.“7
Tehcirle birlikte Anadolu’da mal-mülk kavgaları başlamıştır. Bu kavgaların adına gasp kavgası demek daha doğru olur. Bunların izlerini arşivlerde bulmak zor değildir. Örneğin, İttihat ve Terakki hükümeti tehcir sonrasında Anadolu’da kalan Ermeni malları için “Emval-i Metruke”, yani “Terkedilmiş Mallar” komisyonları kurulmasına karar vermiştir.8 Komisyonların amacı, Ermenilerden geriye kalan her türlü malı korumak ve kayıt altına alarak güvenliğini sağlamaktır.9 Daha komisyonların kuruluş aşamasında Meclis-i Âyan’da yapılan tartışmalar, kuruluş amaçlarının Ermenilerden kalan malların düpedüz gasp edilişine kılıf hazırlamaya çalışmak olduğunu gösterir. Öncelikle, Ermenilerden kalan mallar, komisyonların adındaki gibi “terkedilmiş” mallar değildi, çünkü Ermeniler bu mallarını terk etmedi, zorla terk ettirildi. Söz konusu komisyonlarla ile ilgili olarak, İstanbul mebusu Ahmet Rıza Bey 29 Kasım 1917 günü Meclis-i Âyan’da şunları söylemiştir:
“Anlamak istediğim üçüncü bir nokta da, ‘Emval-i Metruke’ unvanıdır. Herhangi bir unvanı kabul etmek de bizi mesuliyet altında bulundurabilir. Benim anladığıma göre ‘Emval-i Metruke’ terkedilmiş mal ve mülk demektir. Halbuki hiç kimse kendi rızası ile mal ve mülkünü terk etmemiştir. Buna bir münasip isim koymalı ve çekinmeyerek ‘Bir Lüzum-u Siyasiye Mebni Yerlerinden Kaldırılmış Olan Ermenilerin, Rumların ve Bir Kısım Arapların Mal ve Mülkünü Hüsn-ü Muhafazaya Mahsus Kanun’ demelidir. ‘Emval-i Metruke’ yanlış bir tabirdir; böyle yanlış bir tabiri Ayan da kabul etmemelidir. Hakikat-ı halde, ahali, yerlerinden kovularak cebren çıkarılmış, mal ve mülkü meydanda kalmıştır. Bu muamele, esasen Kanun- u Esasi’ye de muhalif bir harekettir, zira Kanun- u Esasi, malûm-u âlilerinizdir ki mal ve mülkün masuniyetini temin ediyor. Bu babda daha ileriye giderek diyeceğim ki, bir memlekette hakk-ı tasarruf yok ise, taht-ı emniyette değilse, o memlekette Hükümet de yok demektir. Bunlar emval-i menkule mi, emval-i gayri-menkule midir? Emval-i menkule ise, aldığımız malûmata göre bunlar maatteessüf kısmen yağma edilmiş, kısmen de Hükümet tarafından sattırılmıştır. Ve bu suretle bu emval-i menkule tamamen nakde tahvil edilmiştir. Bunların muhafazası için komisyona, paraya lüzum yoktur.“10
Tazminat
Olup bitenlerin birinci dereceden sorumlusu Osmanlı İmparatorluğu’dur. Türkiye Cumhuriyeti ise Osmanlı’nın maddî ve manevî borçlarını üstlenmiştir. Bugün her fırsatta göğsünü gere gere Osmanlı İmparatorluğu ile övünen devlet yönetiminin, Osmanlı’nın işlediği soykırım suçunu da kabul etmesi ve bedelini ödemesi gerekir. Burada ödenmesi gereken bedel toprak olamaz, çünkü Ermeniler o dönemde yapılmış olan sayımlara bakıldığında, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde kalan hiçbir vilayette çoğunluk değildi. Ödenmesi gereken bedel tazminat olmalıdır, çünkü söz konusu yağma ve gasp korkunç boyutlardadır.
Sadece birkaç örnek verecek olursak; Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü11, Erzurum Kongre binası ve Eminönü Adliyesi Ermenilere aittir. Bunların dışında, hemen hemen her yerde inşa edilip 1915 öncesi Ermenilere ait olan birçok okul ve vakıf, bugün ya kışla ya da devlet binası olarak hizmet vermektedir. Ayrıca 2000 civarında kayıtlı dinî bina ve Anadolu’daki binlerce dönümlük toprak da gasp edilmiştir. Türkiye’de bireysel olarak birçok insan varlığını Ermenilerden alınan mallara borçludur.Bugün Türkiye’nin en zengin ailelerinin servetlerinde Ermeni mallarının etkilerine rastlamak mümkündür. Tıpkı Almanya’nın savaş sonrası Yahudilere ödediği tazminat gibi, Türkiye’nin de tazminat ödemesi; hukuk, ahlak ve hakkaniyet icabıdır. Hatırlayalım, Fatih Altaylı’nın bile bir kilise sahibi olduğu ortaya çıkmıştır.12
Şunu da unutmayalım. Kurtuluş Mücadelesinde atılan ilk kurşun, İzmir’de Yunan ordusuna karşı değil, Mondros Mütarekesi sonrasında Adana, Antep, Urfa hattına Fransız bayrağı altında 1915 sonrası öfke dolu olarak evlerini, topraklarını geri almaya gelmiş olan Ermenilere karşı atılmıştır. Yani Anadolu’nun doğusundaki “şanlı ve kahraman” direnişimiz yabancı işgaline karşı değil, Ermenilerin geri dönüşüne karşı yapılmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde 19 Eylül 2006’da, bu konuyla ilgili önemli bir haber çıktı. Osmanlı tapu arşivlerinin bilgisayar ortamına alınıp devlet arşivlerine devri projesi ile ilgili olarak Millî Güvenlik Kurulu’na danışılıyor. MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanı Tuğgeneral Tayyar Elmas, 26 Ağustos 2005’te konuyla ilgili olarak “gizli” yazıyla şu yanıtı veriyor: “Tapu Kadastro bünyesinde muhafaza edin ve kullanıma sınırlı açın. Buralardaki bilgiler asılsız soykırım ve Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları gibi konularda istismara yol açabilir.”
Ne var ki, 2015 Türkiye’sinde söz konusu tazminatın kolay kolay ödenmeyeceği açıkça görünmektedir, çünkü Türkiye uluslararası Soykırım Anlaşması’nı imzaladığı günden beri bu anlaşmayı ihlal etmekte, çirkin açıklamalarla bu ihlalin görmezden gelinmesine çalışmaktadır. Avrupa Konseyi ve AİHM metinlerinde kayıtlı en temel insan haklarına riayet etmeyi ve evrensel hukuk kavramını, dindarımız da milliyetçimiz de, Kemalistimiz de, solcumuz da daima millî çıkarlarımıza aykırı görmüş ve hâlâ görmeye devam etmektedir. Türkiye, Ermeni Soykırımı konusunu yüz yıldır inkâr etmeyi başarmıştır, ama bugün gelinen noktada artık bu inkârla bir yere varılamayacağı da ortadadır.
Kul hakkı
Ermeni Soykırımı’nın arka planında yatan ve günümüzde gittikçe içinden çıkılmaz bir hâl almasına neden olan lokomotifi gasptır, yani kul hakkıdır. Bugün bir devlet üniversitesine giden veya bir devlet hastanesinde tedavi gören her Türkiyelinin bilmeden de olsa Ermenilerin haklarını yeme riski yüksektir. Bu durumun sorumlusu devlettir ve bundan kurtulmanın tek yolu devletin soykırımı tanıması ve mağdur yakınlarına gerekli tazminatları ödemesidir. Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan Müslümanlar, eğer Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkmak istemiyorsa, mensubu olduğu devlete baskı yapıp bu borçtan kurtulmayı istemelidir, çünkü sessiz kalmak söz konusu kul hakkını bile bile kabul etmekle eşanlamlıdır.
Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu romanından bir alıntı ile bitireyim: “Bir de senden dileğim oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Sahiplerine hayretmeyen ev, başkasını barındırmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.”
İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Tuğrul Artunkal’a ve özel arşivinden kartpostallar kullanmama izin veren Osman Köker’e teşekkür ederim.
1 Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği ve Türkiye’nin de imzaladığı Soykırım Antlaşması.
2 Stanford J. Shaw, “The Ottoman Census System and Population, I83I-I9I4”, International Journal of Middle East Studies, Cilt: 9, No: 3, Cambridge University Press, 1978, s. 337.
3 Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914): Demografik ve sosyal özellikleri, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 2003, ss. 226-227.
4 Cem Behar, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu 1500-1927, Tarihi İstatistikler Dizisi, Cilt 2, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, Mayıs 1996, ss. 64-65.
5 Söz konusu altı vilayet Erzurum, Van, Mamüretü’l Aziz, Diyarbekir, Sivas ve Bitlis’tir. Ancak 1915’te, söz konusu vilayetler bugünkü Malatya Tunceli, Bingöl, Siirt ve Erzincan illerini de içine almaktadır.
6 Erik Jan Zürcher, “Ottoman labour battalions in World War I”, Mart 2002.
http://www.academia.edu/5726048/Ottoman_labour_battalions_in_World_War_I
7 “Mustafa Fevzi Bilgili’nin Konuşma Tutanakları”, TBMM Gizli Celse Zabıtları, 22 Kânunusâni 1337 (22 Ocak 1921), TBMM, Devre 1, Cilt 1, ss. 322 – 323;
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT01/gcz01001136.pdf
8 “Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915–1920)”, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, No: 14, Ankara 1995, ss. 8, 18-55.
http://www.devletarsivleri.gov.tr/assets/content/Yayinlar/osmanli-arsivi-yayinlar/014-ermeni.pdf
9 “Metrük Malların Muhafaza ve Deftere Kaydedilmesi”, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Şifre, No: 54/226, 15 Ş. 1333 (28 Haziran 1915), s. 53.
http://www.devletarsivleri.gov.tr/assets/content/Yayinlar/osmanli-arsivi-yayinlar/014-ermeni.pdf
10 “Ahmet Rıza Bey’in Konuşma Tutanakları”, Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi, Cilt 1, İçtima Senesi 4, 29 Teşrinisâni 1333 (29 Kasım 1917) Perşembe. TBMM Kütüphanesi, Ankara, Sayfa: 104-105.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MECLISIAYAN/mad03ic04c001/mad03ic04c001ink008.pdf
11 Ayşe Hür, “Kasapyan Bağ Evi’nden Çankaya Köşkü’ne?” Radikal, 18.08.2014.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/kasapyan_bag_evinden_cankaya_koskune-1207224
12 Hayko Bağdat, “Sahibinden satılık kilise”, Taraf, 23 Temmuz 2013.
http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/hayko-bagdat/sahibinden-satilik-kilise/26747