Olmayan bir geleneği icat etmek sadece tarihin kötüye kullanılmasından mı ibarettir? Yoksa bilgi/bilim alanı olarak bir tür tarihçilik aslında kullandığı yöntem ve bu yöntemin ontolojik ön kabulleri açısından tam da gelenek icat etmeye mi yarar? Bu soruya yirminci yüzyılda verilen cevaplardan biri de Michel Foucault’dan gelir. “Nietzsche, Soybilim, Tarih” başlıklı 1971 tarihli ünlü makalesinde Foucault, Platoncu model olarak adlandırdığı, geleneksel metafiziği takip ettiğini savunduğu ve elbette Nietzsche’den yola çıkarak eleştirdiği geleneksel tarih yazımını tarif eder: Tarih-aşırı veya tarih-üstü bir bakış açısından bakan geleneksel tarih köken arar ve bulduğu kökenden hareketle tarihi bir sabitin çizgisel gelişimi olarak anlatır.
Foucault’ya göre bu köken arayışı şeylerin özünü, içlerinde barındırdıkları imkânların en saf halini ve titizlikle muhafaza edilmiş özdeşliklerini bulma çabasıdır. Bu yüzden geleneksel tarih zaten orada olduğunu iddia ettiği şeyin peşinden gider ve tarihini yazdığı şeyin asıl kimliğini açığa çıkarmak için tüm maskeleri indirmeyi arzular. Bu arayış, kökenin muhteşem ve ulvi olduğunu, “şeylerin başlangıçta en değerli ve en özsel halde” bulunduğunu ve “başlangıç ânının şeylerin en eksiksiz ânı” olduğunu varsayar. Maskeler indiğinde ortaya çıkacak şey ise hakikattir. Dolayısıyla köken, tarihin hakikati ifade eden bir bilgi alanı olmasını da mümkün kılar. Böyle bakıldığında geleneksel tarih zaman içinde muhafaza edilmiş olsa da unutulmuş olan bir hakikati hatırlama faaliyeti, bir tür hafızadır.
Ulvi kökenler
Foucault, geleneksel tarihçilerin bu önkabullerden hareketle, “Avrupalı denen –ve kim olduğunu, hangi adı taşıması gerektiğini bilmeyen– o kafası karışık ve anonim insana sahip olduğundan çok daha bireyselleştirilmiş ve çok daha gerçek kimlikler” sunduğunu söyler. Bunun sonucu olarak tarihçiler, “sırasıyla, Devrim’e Roma modelini, romantizme şövalye zırhını, Wagner dönemine Cermen kahramanlıklarının kılıcını” tedarik etmiştir. Kuşkusuz tesadüfen seçilmeyen bu örneklerle, Foucault üç hakim biçimi altında modern Avrupa bilincini şekillendiren üç tekil olaya gönderme yapmaktadır: Fransız Devrimi, İngiliz Romantizmi ve Wagner Almanyası. Yani bu olaylar ulvi kökenlere (Antik Roma, Ortaçağ Şövalyeliği ve Teutonia Kahramanlığı) sahip kimliklerle donatılmıştır ve elbette bu kimliklerin özleri ile ideal anlamlarının en mükemmel olduğu ân da kökenleridir. Kökenlerini hatırlamak bu olayların bugünkü kimlikleri koşullandıran hakikatini de kavramak olacaktır.
Kuşkusuz bugün Avrupa adı verilen coğrafyada köken bularak kimlik atfetme arayışlarının tarihini Foucault’nun yaptığından çok daha gerilere götürmek mümkün. Vergilius’un Roma’nın kuruluşunu anlatan Aeneis destanı belki de bunun ilk örneklerinden biridir. “Birlik ve beraberliğin” acil bir ihtiyaç olduğu Agustus döneminde Roma’yı Troya’dan kaçanlara önderlik eden Aeneas’a kurdurtan, dolayısıyla mevcut hanedanlığın soyunu Troya’nın kahramanları ve tanrılarına bağlayan ve böylece kafası karışık Romalının kimliğini ulvi ve eksiksiz bir kökene geri götürerek göklere çıkaran bir kurucu mit olarak bu destan aslında bir tür tarih yazma çabasıdır.
Kurucu efsane
Ama aynı pratik elbette Avrupa ile sınırlı değil. Örneğin bugünlerde ‘fıtrat’ lafzının gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bizde de devletin tarihini düz bir çizgi üzerinde birbirini takip eden on altı epizoda bölen, bu çizginin kökenini daralmış Türklerin dağını taşını erittiği Ergenekon’a dek geri götüren, Aeneas’ın öncü rolünü bir bozkurda yükleyen ve bugün yeniden resmî tarih muamelesi gören bir kurucu efsanenin mevcudiyeti iyi bilinir. Daha da ilginci, aslında telif hakkı Moğollarda olan bu efsaneden hareketle ‘Başkanlık’ sistemine olan ihtiyaç bile bu tarihin kökeninde muhtemelen en ulvi ve eksiksiz biçimiyle bulunduğu düşünülen bir fıtrat ile ilişkilendirilebilmektedir.
Bu noktada Foucault’ya geri dönmek faydalı olabilir. Tekil olayları sabitlerin süreklilik çizgisinde eriten geleneksel tarihe karşı ideal süreklilikleri tekil olaylara indirgeyen bir tarih anlayışı olarak soybilim, Foucault’ya göre bir karşı-hafıza pratiğidir. Bu karşı-hafızanın hedef aldığı üç şey vardır: gerçeklik, kimlik ve hakikat.
Geleneksel tarih, olsa olsa geçici maskelerin sunulduğu ve bunların bireyselleştirilmiş ve gerçek kimlikler olarak benimsendiği bir karnavaldır. Bu durumun farkında olan soybilim ise maskaralığı en uç noktasına kadar götürecek ve sabit bir özü, tarihin herhangi verili bir ânında değişmez bir gerçekliği ve ulvi bir kökeni olduğu düşünülen her kimliğin (ve her maskenin) aslında çok sayıdaki mümkün kimlikten (ve çok sayıdaki mümkün maskeden) sadece biri olduğunu gösterecektir. Dolayısıyla bu doğrultuda tatbik edilecek bir tarih pratiğinin amacı artık, kendi solgun bireyselliğimizi geçmişin gerçek ve güçlü kimlikleriyle özdeşleştirmek yerine ortada mebzul miktarda mümkün kimlik olduğunu göstererek gerçekliğimizi elimizden almak olacaktır. Yani kökeni hatırlayarak “kendini gerçekleştirmek” değil, gerçek olduğu düşünülen “kendi”yi gerçeksizleştirmek.
Suç ortağı
Soybilim bir yandan da sabit, gerçek ve kıymeti kendinden-menkul olarak sunulanın sistematik olarak dağıtılmasıdır, “çünkü ne kadar cılız olsa da bir maskenin altında pekiştirmeye ve birleştirmeye çalıştığımız bu kimliğin kendisi bir parodiden başka bir şey değildir.” Bu yüzden soybilimin amacı kimliğimizin köklerini bulmak değil, tersine, onu dağıtmaya can atmaktır. Soybilim bugüne gelmek için atladığımız eşiği, metafizikçilerin geri döneceğimizi vaat ettikleri anavatanı tanımlamaz. Dolayısıyla, tarihin bu kullanımı, kimliğimizin en özlü parçasını barındıran bir “köken” fikrini ve tarihin de bu özü muhafaza eden ve gerçekleştiren sürekli bir gelişim çizgisi olduğu iddiasını reddetmek anlamına gelir.
Nihayet, Foucault’ya göre, soybilim bir bilgi öznesi olarak tarihi, tarihin muhayyel tarafsızlığını ve hakikat vaadini tahrip eder, çünkü taşıdığı maske nedeniyle tarafsız olduğunu, hakikate dört elle sarıldığını iddia eden tarih, dönüp kendine baktığında bir bilme istenci keşfedecek ve bu istencin içgüdü, tutku, hırs, acımasızlık ve kötülük gibi biçimler altında işlediğini görecektir. Başka bir deyişle, bir güç istencine cevap veren bu büyük bilme isteğinin tarihsel analizi adaletsizliğe yaslanmayan bilgi olmadığını ortaya çıkartacaktır.
Bir köken bularak kimlik için gelenek kurmaya çalışan tür tarih, fıtratın sözcülüğünü yapan totalitaryen eğilimlerin en önemli suç ortağıdır.