Bundan yirmi yıl önce Etienne Copeaux adlı bir Fransız, Paris VIII Üniversitesi’nde “Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslâm Sentezi’ne” başlıklı bir doktora tezi yazmıştı. Bu çok başarılı çalışmanın büyük bölümü Türkçeye çevrilip Tarih Vakfı tarafından yayımlandı (1998).
Türk Dil Teorisi’nin eşliğinde, Türklerin Orta-Asya anayurdu, eski Mısır’a, Sumer’e, Hititlere, Yunan’a göçlerle başlayıp Türk-İslam güzellemeleriyle devam eden bu çizgiye günümüzde Yeni-Osmanlıcı özentiler eklendi. Ama ben burada onlara değinmeyip son yıllarda yapılan iki resmî düzeltmeden söz edeceğim: Biri Türk Silâhlı Kuvvetleri tarihinin 14. yüzyıldan 1.600 yıl geriye götürülmesi, öteki de İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunun 1453’e tarihlenmesi.
Türk dillerinin bizim de konuşanları arasında bulunduğumuz büyük bir grubu Oğuz Türkçesi diye adlandırılır. Bu Oğuz’un kim olduğu, ne zaman yaşadığı bilinmiyor. Ancak Nihal Atsız gibi tarihçiler onun Mete Han olduğunu savunmuşlardır. Benim adım 1930’larda çok moda olmuş olmalı. SBF’de okurken bizim sınıfta dört Mete idik. Bu isim Çin ideogramlarından Mado diye okunan, Hsiung-Nu şanyu’suna (reis) aitti. (Kabilede babası Tumin/Teoman’ı öldürerek başa geçişi İÖ 206.) Bizim ön Hunlar dediğimiz Hsiung-Nu’lar Moğolların atalarıydı. (Ergenekon efsanesine kadar geriye gidince Türk ile Moğol karışıyor. Bir rivayete göre, dişi kurdun büyüttüğü oğlan Moğolmuş, ailesini öldüren düşmanlar da Türk!) Bu hal böyleyken ve 12 Mart dönemine kadar TSK’nin kuruluşu Osmanlı egemenliğinin başlarına (14. yüzyıla) tarihlenirken, o zamandan beri 1.600 yıl daha geriye, Mete’ye götürüldü. (Ona da bir bayrak ve üniforma uydurulup 16 Türk devletinin başına yerleştirildi mi, dikkat etmedim.)
İstanbul Üniversitesi’ne gelince, 1933’te kurulmuştur. Darülfünun’u da katarsak, o zaman kuruluş II. Abdülhamid döneminde, 1900 yılındadır. Oysa şimdi resmen 1453 iddia edilmektedir. Aslında fetihten birkaç yıl sonra kurulan Fatih Medreseleri günümüze kadar kesintisiz gelememiştir. Batı’daki üniversitelerin ataları da teolojiyle başlamış, ama onlar doğa bilimlerini de kapsayarak gelişmişlerdir. Bizimkiler ise ilâhiyatla sınırlı kalmışlardır.
Rahmetli Sıddık Sami Onar’ın rektörlüğü sırasında Avrupa’da bir rektörler toplantısı olmuş. Burada duayenlik etmesi için en eski üniversite rektörü aranırken, Sıddık Bey 7. yüzyıldaki bir Bizans eğitim kurumuna işaret ederek İstanbul’un günümüze kesintisiz gelen İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol üniversitelerinden önceliğini savunmuş. Elbette gülüşmüşler.
Bir cümle de, Yeni-Osmanlıcılık üstüne. Geçmiş diriltilemez; ne söylenirse söylensin, kamuya eski diye sunulanlar, yeni projelerdir. Belki bu nedenle bizde tepkiciler (reaksiyonerler) değil, sahiden gericiler (mürteciler/retrogesyonistler) oluyor.