Tolga Yıldız
Psikoloji deyince akıllara genellikle bir psikiyatri kliniğinde beyaz önlükle dolaşan bir klinik psikolog gelir. Bu, fizik dendiğinde inşaat mühendisi, kimya dendiğindeyse eczacı düşünmek gibi bir şey. Halbuki psikoloji, her modern bilim gibi -oldukça popülerleşmiş- uygulama alanları olan bir temel bilim. Derdi ise (insan da dahil olmak üzere) hayvanların zihinsel süreçlerini ve davranışlarını incelemek ve anlamak.
Leipzig Üniversitesi’nde fizyoloji profesörü olan Wundt’un 1879’da ilk psikoloji laboratuvarını kurmasıyla birlikte psikolojinin modern akademilerde kurumsallaşmasına kapı aralanmış. Yani tüm sosyal bilimler gibi psikoloji de bir 19.yy Avrupa ürünü. Yine tümü gibi onun da amacı insan toplumunun “doğal” yasalarını keşfetmek. Wundt, bu amaçla açtığı laboratuvarında -bugün hiç geçerliliği kalmamış da olsa- fizik bilimlerin yöntemlerini öncüsü olduğu fizyolojik psikoloji çalışmalarına uyarlamaya kalkmış bir öncü.
Aslen fizyoloji alanında tıp doktoru olan Wundt’la aynı eğitimsel arkaplanı paylaşan bir başka ünlü psikoloji öncüsü de Freud. Sanırım birçoğunuz Wundt’un adıyla ilk defa burada karşılaşan ve fakat Freud’u zaten az çok tanıyan okurlarsınız. Hazır sözü açılmışken, Freud aslında psikolog değildir. Birilerinin kabul etmemesinden değil, kendisi kabul etmediğinden. Freud, öğretisinin ve yöntemlerinin bilimsel olmadığının farkındaydı. Bu yüzden yaptığı şeye “metapsikoloji” denmesini önermişti ve bunu ömrü boyunca itinayla akademiye bulaştırmamıştı.
Şimdiye kadar geçen iki ismin de Almanyalı olduğuna dikkat çekelim. Psikolojinin ilk yıllarına bakıldığında kurucu kadronun ve ilk kuramcıların hemen hepsinin Almanyalı olduğunu görülür. Çünkü bu ülke, Antik Yunan Platonculuğunun 19.yy’daki yeni yurduydu: İdealizmin. Bu kadim felsefe ekolünün odağında düşünce vardır. Her şey orada tartışılır, her şey onunla açıklanır. Düşünme süreçlerini anlama ve açıklamanın bilimi olan psikolojinin doğum yerinin Almanya olmasına şaşırmamalı o yüzden.
Klasik koşullanma
Psikolojiye oldukça erken dönemde olağanüstü katkılarda bulunmuş bir fizyolog daha var. Ama o Rusyalı. Psikoloji hakkında eline dişe dokunur birkaç şey geçmiş herkes Pavlov adına aşinadır. Ve tabii onun kadar ünlü köpeklerine.
Pavlov, 1904 Nobel Ödülü’nü kazanmasına vesile olacak ama çok geçmeden çürütülecek sindirim sistemi çalışmaları sırasında psikolojinin en temel yasalarından birini o keskin gözlem yeteneği sayesinde keşfetmişti. Bir deneysel düzeneğe bağlayıp hareketsiz hâle getirdiği köpeklerin yanaklarını delerek tükürük bezlerine tüpler yerleştiren Pavlov, ne zaman tükürük örneği almak istese asistanlarından köpeğin önüne bir parça et getirmelerini istiyordu. Eti gören köpekler refleks olarak salya salgılıyordu. Bir zaman sonra Pavlov, hep rastgele lazım olan tükürüğün tam da ihtiyaç duyduğu anlarda, asistanların et getirmek için daha kapıya yöneldikleri anda salgılandığını görüp şaşıracaktı.
Köpeklerin asistanların ayak seslerine salya salgıladıklarını anladığında psikoloji biliminin yasalarından birine ismi geçmişti bile: Pavlovcu (klasik) koşullanma. Klasik koşullanma, zamanda ve mekânda genellikle ardışık olan ve biri her ortaya çıktığında diğeri de ortaya çıkarak tekrarlanan iki olayın zihinsel temsilleri arasında bir bağlantı kurulması sonucunda, olaylardan sonrakine verilen doğal tepkinin önceki olay ortaya çıktığında verilmesidir.
Bunun en klasik örneği zil-et eşleşmesidir. Bir köpek hayal edelim. Köpeğe et vermeden önce zil çalıyoruz, bakıyoruz salya falan yok, köpek kulakları dikmiş zile bakıyor. Sonra et veriyoruz, eti gören köpek istemsiz olarak salya salgılıyor. Zaten ete salya salgılamak köpeklerin refleksi. Köpeklerin evrimsel tarihi boyunca yiyeceklerini sindirmeleri için seçilmiş bir davranış. Şimdi köpeğimize her et verdiğimizde önce zil çaldığımızı hayal edelim. Bir süre bunu tekrarlayalım. Bir yerde sadece zil çalıp artık et vermediğimizde köpeğimizin zil uyaranına da doğal olmayan bir şekilde salya salgıladığını görürüz. Et yok, zil var, ama bu sefer salya da var. Çünkü zil, eti çağrıştırmakta artık. Doğal bir tepki, normalde onu ortaya çıkarmayacak bir uyarana veriliyor. Bu, öğrenmedir. Bu konuya tekrar döneceğim.
Evrimsel adaptasyon
Evrimsel adaptasyon, bir türün bireyleri arasındaki genetik farklılıklar içinden çevresel şartlara en iyi uyum sağlayan genetik bileşime sahip bireylerin hayatta kalıp bir sonraki kuşağı domine etmesidir. Zaten uyumsuzlar zamanla popülasyonda azalacaktır. Buradaki önemli bilgi şu: Bir türün her bireyi tıpa tıp aynı değildir. Örneğin biz insanlar arasındaki genetik fark binde dört-altı kadardır (bireyselliğin oranı bu). Geri kalan binde 994-996 aynılık ise herbirimizi insan türüne ait kılan genetik paydaşlığımız.
Bu bilgi, evrim mekanizmalarının o binde dört-altılık çeşitlilik alanı içinde çevreye uygun seçimler yaptığı anlamına gelmez. Asıl olan, o binde 994-996’lık ortak genetik alanımızın evrim mekanizmaları tarafından seçilerek insan türüne tüm canlılık evreni içinde bir biçim kazandırılmış olduğu gerçeği. Evrim, bir birey üzerinden zar atmaz çünkü. Aksine tüm türün, hatta daha doğrusu tüm canlılık popülasyonunun nitel ve nicel adaptif çeşitlilik mekanizmalarını bireyler üzerinden çalıştırır. Canlılık âlemi içinde herhangi bir bireyin en küçük bir farklılığı, canlılık suyunun akıp gideceği evrimsel bir çatlak olabilir; fakat bu karmaşık türler arası etkileşimler ağı içinde doğanın hangi bireysel farklılığı seçeceğini öngörmek imkânsızdır.
Açıklamama lütfen izin verin. Tür içi çeşitlilik, çoğalma mekanizmalarının rastlantısal organizasyonuyla belirli bir oranda muhafaza edilir. Mesela şu anda anlatımını yapan göz rengim dışında anlatım yapmayan (çekinik) bir göz rengim daha olabilir. Çekinik rengim, çocuğumun gözünde anlatım yapabilir. Ama partnerimin de getireceği biri baskın diğeri çekinik iki göz rengi alternatifi daha olabilir. Tek bir göz rengi için olası dört alternatiften hangisi kazanacak ve hangisi belki çekinik olarak aktarılacak, bunlar tamamen sperm ile yumurta hücrelerinin birleştiği andaki rastlantılara bağlı. Ama insan türü için iki gözlü olmak katı bir genetik kural.
Evrimsel adaptasyon mekanizmaları, bu alternatiflere doğrudan karışmaz. Olasılıklara şartlar koyar sadece. Çevre dediğimiz şey bu şartlardır. Çevresel şartlara uyumsuz alternatifler popülasyonda azalır, uyumlular çoğalır. Çünkü üremek için hayatta olmak gerekir. Hayatta kalmak içinse çevreye uyumlu olmak. Yoksa bu göz rengi çevreye daha uyumlu diye o göz rengi anlatım yapmaz. O renk rastlantı eseri anlatım yapar. Dört olası alternatif içinde birini ortaya çıkaran bireyin o çevrede hayatta kalma şansı ise ya azalır ya da çoğalır. Yani çevresel şartlar üremede doğrudan belirleyici değildir, ama hayatta kalıp kalmamada etkilidir.
Tabi ki uyumlu bileşimleri oluşturmak için üremeden başka yollar da olabilir. Ama bunlar “arıza” süreçlerdir. Mesela birine mutasyon diyoruz. Üreme sırasında üreme hücrelerinin radyasyona maruz kalmaları (üreme hücreleri dışındaki hücrelerin DNA’ları aynı yolla bozulsa da bir sonraki kuşağa geçmez) zaten var olan olasılıklılığı iyice karmaşık hâle getirebilir. O karmaşıklıktan sonraki kuşaklara da aktarılabilen tür içi ya da türler arası büyük çeşitliliklere giden kalıtım yolları açılabilir. Yakın evrenimizdeki en ciddi radyoaktif cismin Güneş olduğunu hatırlarsak, yaratıcı bir enerji diye Güneş’e tapan insanların ciddi bir haklılık payları olduğunu düşünebiliriz.
Koşullanmanın gücü
Davranış, bir canlının çevresine, oradaki etkilere karşı verdiği tepkidir. Bitkinin çiçek açması bir davranıştır, güneş ışığına yönelimi de. Canlı olan her şey davranır. Refleks davranışlar, bir türün istisnasız tüm bireylerinin belirli bir uyaranla karşılaştıklarında verdikleri evrensel tepkilerdir. Çok basit ya da çok karmaşık olabilirler. Örneğin, örümceğin ağ yapması refleks bir davranıştır. Refleksler doğuştan gelir, katıdır, istemsizdir.
Öğrenme ise, bir canlının deneyimleri sonucunda davranışlarında meydana gelen ve görece uzun süre devam eden değişimlerdir. İşte adaptif mekanizmalardan bir diğeri de bu. Çünkü canlılar yaşadıkları çevreye sadece genetik yollardan aktardıkları davranışlarla (reflekslerle) uyum sağlamaz. Bu, özellikle bazı canlılar için çok hantal, hatta ölümcül bir yol olurdu. Canlılar öğrenerek de davranışlarını çevresel şartlara uyarlayabilir. Arılar, hatta tek hücreliler bile.
Öğrenmenin en ilkel biçimi, Pavlov’un tanımlamış olduğu klasik koşullanmadır. Bizlere ilk anda çok karmaşık gelen davranışlarımız, aslında klasik koşullanmanın birçok kez tekrarlanmasından ibaret olabilir. Bir parça dikdörtgen kâğıt örneğin. Nötr bir uyaran. Hiçbir manası yok, değil mi? Fakat bir kağıt parçası yerine para deseydim? İşin rengi bir anda değişir. Para, aslında kimyasal bir element olan altın da olsa, koşullanma olmasa, yani yaşamsal reflekslerimizle eşleşmese, manasız bir nesnedir. Örnekse yiyeceğe verdiğimiz tepkileri ona vermeyi öğrendiğimiz için para paradır.
Klasik koşullanma, “İslamî terörizm” seslerine durmadan maruz kalan birinin zihninde bu iki kavramın temsillerinin otomatik olarak birbirlerine bağlanacağını öngörür. Birisi için İslam, terörizmin olumsuz değerini alırken; başka birisi için terörizm, İslam kavramının olumlu değerini alabilir. Bu, araba fuarlarında hedef kitle olan orta sınıf için çekici olduğu düşünülen ve ürünleri bu yüzden tanıtan mankenlere yönelik beklenen hoş duyguların ticarî ürünlerle eşleştirilmesiyle aynı şeydir. Seçim ya da savaş propagandalarında kullanılan stratejiler de bu temel öğrenme mekanizmasını işleterek hedef bireylerin davranışlarını manipüle etmeye yönelik olur genellikle. Ünlü TV şovu Köpeklere Fısıldayan Adam’ın bütün esprisi de budur.
Altın vuruş
Klasik koşullanma, doğuştan getirilen davranış repertuarına yeni bir davranış eklemeden, sadece belirli bir refleks davranışı ortaya çıkaran doğal uyaran yerine nötr bir uyaranın geçmesidir. Evrimsel adaptasyon, bu öğrenme sürecinin de altında yatan şey. Peki adaptasyon ve koşullanma mekanizmaları hep canlı lehine mi çalışır? Hayır. Çevresel şartlar aniden değiştiğinde, daha evvel uyumlu olduğu için seçilmiş refleks ve yatkınlıklar uyumsuz kalabilir. Buna vereceğim örnek, altın vuruş.
Altın vuruş, insanın yüksek doz uyuşturucu alarak bedenini iflasa sürüklemesidir. Önce, uyuşturucu nedir, onu tanımlayalım. Uyuşturucu, tıbbî ya da kişisel zevk amaçlı kullanılan psikoaktif maddedir. Psikoaktif maddeler, merkezî sinir sistemini etkileyerek sinir hücreleri arasındaki moleküler iletimleri değiştiren ve böylece algıda, bilinçte ve davranışta geçici değişikliklere neden olan doğal ya da suni kimyasallardır. Uyuşturucunun ritüel ya da tedavi amaçlı kullanımlarının neredeyse hepsindeki ortak hedef, ağrı duyusu eşiğinin geçici olarak yükseltilmesidir. Eşik yükselmesinden kastım, normal şartlarda bir birimlik etkiden bir birim ağrı duyarken, uyuşturucu etkisinde ancak on birimlik etkiden bir birim ağrı duyma durumuna gelmek.
Ağrı, sinir sistemi içinde görme, dokunma, tatma, işitme ve koklama gibi kendine özgü alıcıları ve işlem ağı olan ayrı bir duyudur. Evrimsel tarihimiz boyunca bizim için (de) yaşamsal olduğundan seçilmiştir. Uyuşturucu kullanımıyla kapatılmaya çalışılan bu “sigorta sistemi” doğuştan getirilen yaşamsal bir yapı olduğu için inatla kendini yeniden düzenlemekte, sunî yollardan yükseltilen ağrı eşiğini dengelemek üzere duyarlılaşmaktadır. Yani canlı, normal şartlarda bir birim etkiye bir birim ağrı duyarken, uyuşturucu kullanarak bu denklemi on birime bir birim olarak değiştirdiğinde; ağrı sistemi, buna otomatik bir tepki vererek 0,1 etkiye bir birim ağrı duyacak şekilde yeniden düzenlenir, ki uyuşturucu etkisi altında da yine bir birimlik etkiye cevap verebilsin. Böylece uyuşturucu etkisindeki beden çevresinden tamamen yalıtılmamış olur. Bu, bir reflekstir.
Uyuşturucu kullanan birinin her defasında biraz daha fazla madde almasının nedeni de budur. Uyuşturucu kullanan kişiler, genellikle belirli bir ortamda ve aynı malzemeler aracılığıyla madde kullanır. Bedenin uyuşturucu madde alındığında önce ağrı eşiğini yükselttiğini ve hemen ardından buna karşı bir tepki olarak ağrıya duyarlılaştığını söyledim. Uyuşturucu kullanan biri, bu duyarlılaşan refleksi (önceki örnekte salya) uyuşturucu kullandığı ortam ve malzemelere (önceki örnekte zil) vermeyi öğrenir. Her kullanım bir klasik koşullanma aşamasıdır. Bu yüzden kullanıcı, her zaman uyuşturucu aldığı ortama girdiği anda ağrı duyusu çoktan hassaslaşmakta ve bu nedenle uyuşturucu ortamında henüz madde almadan 0,1 birime düşen ağrı eşiğini on birime yükseltmek için daha fazla uyuşturucuya ihtiyaç duymaktadır.
Yabancılaşma
Çevre, insan türünün tarihinde birçok kez büyük çapta değişti. Bu değişiklikler çoğu zaman buzul çağları gibi döngüseldi ve ani değildi. Ancak bugün apartman dairemizde gecenin bir yarısı kalkıp buzdolabını açıp acıkmadığımız halde bir şeyler atıştırıyor ve bu gibi nedenlerle gitgide aşırı yağlanıyorsak; bunun sebebi, besin zincirinde ortalarda bir yerde olmaya adapte olmuş bedenlerimizin kültür, tarım ve sanayi devrimleriyle birlikte ani ve büyük adımlarla (200 bin yıllık homo sapiens tarihinin son %5’lik diliminde) bu zincirin en tepesine çıkmasını sağlamış olan niş oluşturma becerisidir.
Bir başka adaptasyon mekanizması olan niş oluşturma, bir organizmanın hayatta kalma şansını yükseltecek davranışlar sergileyerek çevresini kendisine ve yakın türlere uygun olacak şekilde yeniden organize etmesidir. Fakat altın vuruşla ölen insanların çoğu, her zaman kullandıkları ortamdan başka bir yerde (genellikle umumî tuvaletler veya yabancı bir ev) uyuşturucu aldıkları için ölürler. Yani klasik koşullanma sonucunda adaptif ağrı eşiğini düşürme refleksini ortaya çıkaran ve böylece gitgide artan dozlarda uyuşturucu madde alınmasını tolere edebilmelerini sağlayan her zamanki ortamlarından uzaklaştıklarında bedenleri gafil avlanır. Bu, evrimsel adaptasyon ve öğrenme ile otomatik olarak çevresine uyum sağlayan bir türün iradî yollardan çevresini değiştirerek kendi varlığını yok etmesine çarpıcı bir örnek.
Yazımı iki Almanyalıyı daha anarak bitireyim. İnsan durmaksızın değişir. Çünkü parçası olduğu doğa değişir. Kayıtlara geçtiği kadarıyla Efesli Heraklitos’tan beri bunun farkındayız. Muhtemelen çok daha öncesinde de farkındaydık. İnsan, doğayla kurduğu ilişkide ondan kopup onu kontrol ederek kendi değişimiyle onun değişimini ahenkli hale getirebilecek haricî çözümler üretmiş, yüksek zihinsel kapasitesi olan sosyal bir tür. Bu kopup dönüştürerek yeniden bağlanmaya Hegelci anlamda yabancılaşma deriz. Fakat insan, aynı zamanda bu ahengi bozabilir de. Doğayla kurmak zorunda olduğu ilişkiyi yüksek zihinsel kapasitesi, doğaya uyumsuz öğrenmeleri ve yeni kültürel nişinde bedeninin arkaik kalması gibi sebeplerle yitirebilir. Hatta yitirmektedir. Buna da Marksist anlamda yabancılaşma diyoruz.
Çoğalırken yok olma riskini de arttıran yegâne tür “homo alienus”dur belki de.