Vietnam Savaşının bitiminden dört yıl sonra, 1980 yılında, savaşta ölen yahut kaybolan Amerikalı askerler için bir anıt tasarlanmak üzere bir yarışma düzenlendi. Yolsuzluk ve iltimas ihtimalini bertaraf etmek için adayların sadece rakamlarla tanımlandığı yarışmaya sunulan 1421 tasarım arasından jüri 1026 numaralı adayı seçti. Seçilen tasarımın Maya Lin adında, ailesi Çin’den göçmüş, 21 yaşında, mimarlık öğrencisi bir genç kadına ait olduğu ortaya çıktığında bazı çevrelerden ırkçı ve cinsiyetçi içerikli itirazlar geldi. Bu itirazların başını çekenlerden Texas’lı milyarder işadamı Ross Perot, “bir kara utanç yarığı” diye betimlediği, her biri 75 metre uzunluğunda iki siyah duvarın toprağın içinden geniş bir açıyla birbirine kavuştuğu anıta üç Amerikan askerinin gerçekçi bir biçimde temsil edildiği bronz bir heykel ekletmeyi başardı, ama Lin’in yaşından beklenmeyecek bir azimle direnmesi sayesinde heykel Perot’nun istediği gibi anıtın ortasına değil, bir ucuna yerleştirildi. (Lin, heykelin anıtın ortasına yerleştirilmesini “Mona Lisa’ya bıyık çizmek gibi” diye nitelendirmişti!)
İlginçtir ki, heykeltraş Frederick Hart’ın geleneksel kahramanlık (ve de ırk) imgeleri üzerine tasarladığı bu heykel fazla ilgi çekmedi ve hâlâ da pek çekmiyor; oysa Maya Lin’in 1982’de tamamlanan sözde “utanç yarığı” halk tarafından inanılmaz bir iştiyakla benimsendi. Anıtı oluşturan duvarlar, gabro denilen volkanik kayadan yapılmış olup, ayna gibi parlak yüzeylerine Amerika’nın savaşta kaybettiği 58 bini aşkın insanın adları tarih sırasıyla tek tek işlenmişti. Bu suretle anıtı ziyarete gelenler yalnız ölen yakınlarının adını bulmakla, ona dokunmakla, kömür kullanarak izini kâğıda geçirmekle kalmıyor, kendi yansımalarını da parlak duvarda, isimlerin arasında görerek savaşta ölenlerle rabıta kurabiliyor. Neticede, ilk baştaki çirkin polemiklere inat, eseri yılda üç milyon civarında kişinin ziyaret ettiği bildiriliyor; Amerikan Mimarlar Enstitüsü ise 2007 yılında anıtın “Amerika’nın en sevilen mimarî eserleri” arasında onuncu sırada olduğunu ilân etti.
Tefekkürle hatırlamak
Bence bu öyküde hepimiz için önemli bir ders yatıyor. Amerikalılar, kendileri için bir zaferle sonuçlanmayan, hattâ birçoğu için bir utanç kaynağı olan Vietnam Savaşı’nı unutmayı seçmediler, ama onu kahramanlık imgeleriyle değil, tefekkürle hatırlamak istiyorlar anlaşılan. Neticede memleketlerinden, sevdiklerinden on binlerce kilometre uzakta ölen askerler emperyalist bir devletin ordusuna mensuptular şüphesiz, ama ondan önce insandılar. Büyük çoğunluğu oraya iradeleri dışında devlet tarafından gönderilmişti, ve kendilerini sevmiş olan, yıllardır özleyen, ölümleriyle hayatları altüst olan yüz binlerce insan bırakmışlardı geride. Bugün anıtı ziyarete gidince en çok göze çarpan, sessizce kollarını uzatmış, duvardaki isme sanki bizzat oğulları, kardeşleri, babalarıymış gibi dokunan, gözleri kapalı, hayalleriyle baş başa insanlar oluyor.
Türkiye’de ise, memleketin dört bir yanına dikilmiş olan heykel ve anıtların büyük çoğunluğu büyük adamlara biat eden, kahramanları ve kahramanlıkları yad eden, ikonografileri son derece bayat eserler. Bir zaferi değil, gerçek bir insanlık trajedisini simgeleyen Sarıkamış Şehitleri Anıtı bile böyle. Kırk yılda bir farklı bir heykel yahut anıt dikildiğinde, devrin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mehmet Aksoy’un Kars’taki İnsanlık Anıtı’nı “ucube” olarak nitelendirmesi ve hemen arkasından birtakım belkemiksiz dalkavukların eseri yıktırması örneğinde görüldüğü gibi, uzun ömürlü olamıyor. Acaba vatandaşlar, “vatan millet Sakarya” mesajı vermeyen bir anıtı nasıl karşılayacaktır? Böyle bir anıt acaba insanları pek de hoşlanmadıkları bir işi yapmaya, yani tefekkür etmeye sevkedecek midir?
Gerçi anıt kavramını sorgusuz sualsiz kabullenmek doğru olmaz. Anıtlar neden dikilir? Romalıların zafer taklarından Hiroşima Barış Anıtı’na bütün anıtlar bir midir? Böyle soruları biraz düşünmek, anıtların kimler tarafından ne gibi menfaatler yararına inşa edildiğini tartmak gerekiyor. Yani en başta anıt kavramının kendisini sorunsallaştırmak.
Fransız tarihçi Pierre Nora, çağdaş dünyada toplumsal hafızanın değer kaybettiğini, onu ikame etmek için toplumların anıtlar dikip törenler düzenlediklerini, bunların birer “hafıza mekânı” (lieux de mémoire) olarak işlev gördüğünü öne sürmüştür. Hafıza mekânları ise toplumların kimlik inşasında, geçmişle ilişkilerin tanımlanıp düzenlenmesinde, bu suretle de geleceğin şekillendirilmesinde önemli rol oynarlar ve tam da bu nedenle devletler, özellikle de günümüzde ulus devletler tarafından kullanılırlar, sömürülürler, baskıcılığın hizmetine koşulurlar.
O halde neden anıt dikilmesine taraftar olalım? Çünkü bütün anıtlar bir değildir.
Acı ve utanç mekânları
William Logan ile Keir Reeves’in derlediği Places of Pain and Shame: Dealing with ‘Difficult Heritage’ (Acı ve Utanç Mekânları: ‘Zorlu Miras’ ile Baş Etmek, Londra ve New York: Routledge, 2009), adından da anlaşıldığı gibi, hatırlanması zor olaylarla ilgili anıtlar üzerine ufuk açıcı bir kitap. Dört bölümden oluşuyor: Katliam ve soykırım mahalleri; Savaş dönemi esaret mahalleri; Sivil ve siyasî mahpushaneler; İnsanların “iyilikleri için” tıkıldıkları tutuk evleri (örneğin akıl hastahaneleri).
Konumuzla en yakından alâkalı olan katliam ve soykırım mahalleri bölümü, Qian Fengqi’nin Nanjing Katliamı Anıtı (Çin), Yuşi Utaka’nın Hiroşima Barış Anıtı (Japonya), Katie Young’ın Auschwitz-Birkenau Temerküz ve İmha Kampları Anıtı (Polonya), Colin Long ile Keir Reeves’in Anlong Veng Soykırım Anıtı (Kamboçya) ve Bronwyn Batten’ın Myall Creek Katliamı Anıtı (Avustralya) üzerine makalelerden oluşuyor.
Bunlardan Nanjing, 1937’de Japonların tezgâhladığı katliam sonucunda bir tahmine göre 300.000 kişinin öldürüldüğü, Çin’in doğusunda bir şehir. Hiroşima Japonya’da, Amerikalılar tarafından ilk defa bir savaş aracı olarak 1945’te kullanılan atom bombasının yerle bir ettiği, 80.000 kişinin patlama anında, belki bir o kadarının da sonradan bombanın tesiriyle öldüğü şehir. Auschwitz-Birkenau, bugün Polonya sınırları içinde kalan ve Almanların II. Dünya Savaşı esnasında büyük çoğunluğu Yahudi olan bir milyonu aşkın insanı gaz odalarında öldürdüğü temerküz ve imha kampları. Anlong Veng, Kamboçya’da Kızıl Khmer kuvvetlerinin 1999’a kadar faaliyet gösterdiği son kaleleri ve sergiledikleri insanlık dışı vahşetin son sahnesi olan, Tayland sınırında bir kasaba. Myall Creek (Myall Deresi) ise 1838 yılında Avustralya’da sürgünde olan Anglosakson mahpusların yerli halka karşı işlediği bir katliamın gerçekleştiği yer.
Nanjing, Hiroşima ve Auschwitz-Birkenau, insanlığa karşı suçların dış düşmanlar tarafından işlenmiş olduğu yerler ve dolayısıyla bulundukları ülkelerde devlet tarafından siyasî amaçlarla kullanılmışlardır. Qian ile Young’ın makaleleri, özellikle Çin hükümetinin Nanjing katliamını, Sovyet dönemi Polonya hükümetinin ise Auschwitz-Birkenau kamplarını gerek dış, gerekse iç siyasetlerinde nasıl tepe tepe araçsallaştırdıklarını inceliyor. Utaka ise Hiroşima şehrinin nasıl Japonya’nın savaşın etkilerinden sıyrılarak normalleşmesinin ve kalkınmasının simgesi haline geldiğini, Barış Anıtı’na odaklanarak anlatıyor.
Anlong Veng, dış değil iç düşmanların kendi halklarına uyguladığı soykırımı anmak üzere anıta çevrilmiş. Long ve Reeves, Kamboçya’nın karmaşık siyasî ilişkileri ve geçmişiyle tamamen yüzleşememiş olmasının, bu anıtın bir “tarihsel ve ahlâkî boşluk” içinde yer almasına sebep olduğunu, bu nedenle de amacına ulaşamadığını belirtiyor.
Myall Creek’te ise uzun tartışmalardan sonra ancak 2000’li yıllarda inşa edilebilen anıtın bir ziyaret ve barışma mahalli olması umuluyor. Anıtı yapanların, mağdurların değil, katliamı işleyenlerin torunları olması, onu yukarıda adları geçenlerden ayırıyor. Ve Türkiye’de artık vakti gelmiş olan bir Ermeni Soykırımı Anıtı’na —katledilenlerin sayısı açısından değilse de birçok başka açıdan— konusu en yakın olanı. Bu bakımdan bizler için bir örnek teşkil edebilir.
Unutkanlık
W. Scott Howard’a göre anıtlar her ne kadar geçmiş olayların hatırasıyla iç içeyse de, geçmişten ziyade şimdiki zamanla ilgilidir: “Tarihsel olaylarla yüzleşip onları geride bırakmayı amaçlayan abidelerden (monument) farklı olarak, anıtlar (memorial), yaşayan insanların henüz halledememiş oldukları kayıplarla baş etme mücadelesiyle ilgilidir.” Bu bağlamda Qian, Nanjing Anıtı’na mahkûk olan bir Çin atasözüne dikkat çekiyor: “Geçmiş, unutulmadığı taktirde geleceğe rehberlik eder.” İspanyol asıllı Amerikan filozofu George Santayana’nın da adeta bunu tamamlayıcı bir sözü vardır: “Geçmişi hatırlayamayanlar, onu tekrar yaşamaya mahkûmdur.” Bu cümle de II. Dünya Savaşı’ndan sonra anıt haline getirilmiş olan Dachau Temerküz Kampı’nın duvarına yazılıdır. Ermeni Soykırımı’ndan sonra insanlığın bunca soykırım daha yaşamış olması belki de böyle bir unutkanlıkla ilgilidir.
Long ve Reeves, “Kızıl Khmer döneminin bize zamanca yakınlığı ile Kamboçya toplumunun hâlâ muzdarip olduğu açık yaralar”a dikkat çekerek “Kamboçya’nın henüz Kızıl Khmer travmasını atlatamadığını,” bu nedenle de Anlong Veng’i “nesnel, siyasîleşmemiş, yapıcı bir biçimde yorumlamanın ve tanıtmanın son derece zor olduğunu” belirtiyor. Üzerinden yirmi yıl bile geçmemiş olan Kızıl Khmer vahşeti için böyle bir kanaat elbette anlaşılabilir, ama bu yıl yüzüncü yıldönümünü idrak ettiğimiz Ermeni Soykırımı bağlamında da bu sözlerin o kadar akla yakın gelmesine ne demeliyiz?
Soykırım gerçi bir asır önce cereyan etmiştir ama hâlâ dün olmuş gibidir, çünkü yüz seneden beri varlığı inkâr edilmekte ve her inkâr edildiğinde o yeniden vukubulmaktadır. Nazi Soykırımı araştırmacısı, 1986 Nobel Ödüllü Elie Wiesel’in dediği gibi, “Cellât her zaman iki defa öldürür, ikincisinde sessizlik yoluyla.” Cellâtın ilk darbesini önleyemedik ama, söylenen her yalanla yinelenen ikincisine son verebiliriz belki. Bir Ermeni Soykırımı Anıtı yalnız hunharca katledilen bir buçuk milyon kişiyi tekrar tekrar öldürülmekten kurtarmakla kalmayacak, hem Türkiye’ye bir asırlık inkârcılık sonucunda kaybettiği itibarını iade edecek, hem de ülkemiz vatandaşlarının kendi geçmişleriyle olan marazî ilişkilerinin şifa bulmasına imkân verecektir.