Yılmaz Ensaroğlu ile söyleşi: “Hiçbir kavim üstün değildir”
Arife Köse: Bugüne kadar Türkiye’de milliyetçilik ve ırkçılık çeşitli vesilelerle hep gündemde oldu. Kürt sorunu hiç değişmeyen başlıktı. Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesiyle birlikte gayrimüslimler ve özellikle Ermeni sorunu etrafında tekrar gündeme geldi. Son bir yıldır, Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan mülteciler nedeniyle yine ırkçılıkla karşı karşıyayız. Halkın özellikle Suriyeli mültecilere yönelik çok sıradan gibi görünen ama aslında ırkçı söylemler barındıran tepkileri hakkında sizin gözlemleriniz ve düşünceleriniz nedir? Ağırlıklı olarak Müslüman bir toplumda savaştan kaçan insanların büyük bir hoşgörü ile karşılanması beklenirken nasıl bir ruh hali ve düşünsel iklim ırkçı tutumların ortaya çıkmasına yol açıyor?
Yılmaz Ensaroğlu: Toplumda azınlık gruplarına veya yabancılara yönelik zaman zaman düşmanlığa varan bu hoşgörüsüzlük ve duyarsızlığın kökeninde, modernleşmenin getirdiği bireyselleşme ve egoizm ile modern ulus devletin izlediği politikalar sonucu her birimizin zihninde pek çok “öteki”nin oluşturulması gibi iki önemli husus yatmaktadır.
Dediğiniz gibi, toplum “ağırlıklı olarak Müslüman bir toplum”, ancak dini yorumlayan ve topluma öğreten de laik olduğunu iddia eden modern ulus devlet. Örneğin, İslamî öğretide “insanların dillerinin, renklerinin farklı olması, Allah’ın ayetlerindendir” ve insanların farklı kavimlere, kabilelere ayrılmış olması, sadece daha kolay tanışmaları ve bir arada yaşamaları içindir. Dolayısıyla hiçbir kavmin bir diğerine herhangi bir üstünlüğü yoktur.
Ne var ki, devlet eliyle hepimize Türk olduğumuz, Türk’ün tüm diğer unsurlardan daha üstün olduğu ve Türk’ten başka da dostu olmadığı öğretilmiştir. Yıllar boyu süren ve adına eğitim denilen bu beyin yıkama süreçlerinden geçtikten sonra, insanın “öteki”ni kendisiyle eşit görmesi imkânsız hale geliyor zaten. İşin içine sosyo-ekonomik sorunlar da eklenince, ülkenin batısına gelen ve daha ucuz iş gücü olarak kullanılan Kürt veya Suriyeli mülteci yüzünden iş bulamadığını düşünen insanlarda ciddi bir nefret duygusu daha kolay gelişiyor.
Ancak sözünü ettiğiniz ırkçı tutum ve tepkileri gösteren kesimler azınlıkta. Yani toplumun büyük bir bölümünün daha duyarlı ve sorumlu davrandığını da belirtmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, ırkçı tepkiler yüzünden toplumun çok büyük bir bölümünün olumlu tutumunu göz ardı etmemek ve bütün bir toplumu ırkçılığa müptela olmuş gibi görmemek lazım diye düşünüyorum.
Özellikle asıl uzmanlık alanınız olan insan haklarından, dünyadaki uygulamalardan yola çıkarak hükümetin başından itibaren mültecilere yönelik politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mültecilere önce sadece “misafir” dendi, ardından “geçici sığınmacı statüsü” verildi. Ayrıca resmî rakamların dışında hiçbir şekilde kayıtlı olmayan çok sayıda mülteci olduğu biliniyor. Örneğin, geçen gün katıldığım bir toplantıda BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden bir görevli hükümetin yabancı STK’lardan bu konuda hiçbir yardım kabul etmemesini ve çok kapalı bir politika yürütmesini eleştiriyordu. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bildiğiniz gibi, Türkiye mültecisi olmayan bir ülkedir. Türkiye, Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi başta olmak üzere, iltica hakkını düzenleyen uluslararası belgelere taraf olurken, koyduğu coğrafî çekinceyi hâlâ kaldırmamıştır. Yani mevcut mülteci politikasının, bugünkü hükümetle sınırlı olmayan, öteden beri benimsenmiş bir devlet politikası olduğunu belirtmemiz gerek. Bu çekinceden ötürü de, doğumuzda ve güneyimizde bulunan hiçbir ülkeden kimse Türkiye’ye iltica edemiyor. Buralardan gelen insanlar, maalesef uluslararası hukukun sağladığı güvencelerden yoksun bir biçimde, “misafir” veya “geçici sığınmacı” olarak kalmakta. Örneğin, ilk gelen Suriyeli mülteciler için bir takım kamplar inşa edildi ve bu kamplarda uluslararası kurumların sağlayamadığı imkânlar kendilerine sağlandı, ama daha sonra gelen Suriyeliler ülkenin dört bir yanına dağıtıldı.
Bu durumda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Bir yandan Türkiye, tek başına olağanüstü bir yük yükleniyor, bir yandan da bu insanlar bir takım haklarını kullanamaz duruma düşüyor. Dolayısıyla, hem Türkiye’nin tek başına bu kadar yükü taşımaktan kurtulması hem de bu insanların tüm hak ve özgürlüklerini kullanabilir bir duruma kavuşturulması gerekmektedir. Bunu sağlamak için de, iltica mevzuatına konulmuş olan coğrafî çekinceler kaldırılmalı ve tüm mültecilerle ilgili sorumluluklar uluslararası toplumla birlikte yerine getirilmelidir.
Siz aynı zamanda Akil İnsanlar Heyeti’nin Güneydoğu Anadolu Bölge Başkanlığı’nı da yaptınız. Bugünlerde özellikle sınırda yaşanan olaylardan dolayı çözüm sürecinde de hassas günlerden geçiyoruz. Sizce çözüm süreci hâlâ çok kırılgan mı, yoksa artık gemi yola çıktı ve bu yoldan geri dönüş mümkün değil diye mi düşünmek lazım?
Barış ve çözüm süreçleri, savaş ve çatışmadan çok daha zordur; çok daha fazla sabır gerektirir. Kaldı ki, biz her siyasî muhalifini “düşman” bellemiş; her siyasî sorununu bir güvenlik ve asayiş sorununa indirgeyerek askerî yöntemlerle çözmeye çalışmış bir ülkeyiz. İlk kez, hem de çok karmaşık bir sorunumuzu konuşarak, tartışarak, demokratik mekanizmaları işleterek çözme arayışındayız. Yani çok yabancısı olduğumuz, çok acemisi olduğumuz bir süreci yaşıyoruz. Tüm çatışma çözüm süreçlerinde görülen gerilimler, iniş-çıkışlar, provokasyonlar, sabotajlar bizde de olmaktadır, olacaktır.
Ama çok ağır provokatif saldırılara, sabotajlara, tahriklere, hatta cinayetlere rağmen, yavaş da olsa ilerleyen bir süreç yaşadığımızı düşünüyorum. Ayrıca şunu da unutmayalım: Militarizm, sadece devletle ilgili bir sorun değil; tüm topluma, düşünce dünyamıza sinmiş bir problemdir. Nitekim bu süreçte medyanın, sivil toplumun, siyaset dünyasının genel tutumlarına bu gözle baktığınızda, tüm bu aktörlerin çözüm sürecini kolaylaştırmaktan çok zorlaştırdığını görürsünüz. Neyse ki, ana aktörler, üçüncü aktörlere nazaran daha aklı selimle, daha teenni ile hareket ediyor ve tahriklere kapılmıyor.
Sonuç olarak, geri dönmenin mümkün olmadığını düşünüyorum, umuyorum. Tabii, bu sürecin hiç de kolay olmadığını belirtelim. Kısa vadede süreci en fazla zora sokacak olan, sanırım Suriye’deki gelişmeler olabilir. Çünkü Rojava konusunda tarafların çıkar ve talepleri ciddi bir çatışma içinde ve Rojava, Kürt tarafının duruşunu, taleplerini köklü biçimde etkiledi. Onlar Rojava’yı da sürecin bir parçası haline getirmek istiyor, hükümet ise Suriyeli Kürtlerin Suriye muhalefetiyle birlikte hareket etmesini ve Suriye’nin geleceğini de birlikte kararlaştırmalarını talep ediyor. Ancak ben bu tür faktörlerin sürecin ilerleyişini kesintiye sokabileceğini, ama tamamen durduramayacağını düşünüyorum.
Bu süreçte edindiğiniz gözlemlere dayanarak Türkler ve Kürtler arasındaki mesafenin bu süreçte aşıldığını, önyargıların ve milliyetçiliğin kırıldığını söyleyebilir misiniz? Özellikle muhafazakâr ve mütedeyyin kesimde bu konuda hangi hassasiyetler hangi düşünsel arka plandan kaynaklanıyor?
Bu süreçte, toplumda herkesin Türk olmadığı, içimizde bazılarının anadillerinin farklı olduğu, yıllardan beri bu farklılıkların yasaklanıp inkâr edildiği ve Kürtler başta olmak üzere, bu insanların kendi farklı kimliklerinden kaynaklanan birtakım haklara sahip olduğuna ilişkin bir farkındalık ve kabullenmenin geliştiğinisöyleyebiliriz. Ancak sosyal mesafenin tam kapanması, uzun zaman istiyor. Kaldı ki, etnik temelli çatışmalarla ilgili çözüm süreçleri, belli ölçüde karşılıklı olarak milliyetçilikleri tahrik eden bir etki de yapabiliyor. Yani milliyetçiliğin hâlâ kayda değer bir etkisinin sürdüğünü göz ardı etmemek gerek.
Muhafazakâr ve mütedeyyin kesimi özel olarak ele alacak olursak, bu kesimin toplumun büyük bir kısmını teşkil ettiğini hemen belirtelim. Bu kesimin düşünce dünyasını belirleyen en önemli ve etkili aktör, kuşkusuz devlet. Bu kesimin tüm zihinsel kodları, davranış kalıpları, önemli ölçüde devlet tarafından belirleniyor. Hatta bu geniş kitle, dinini de sadece devletten öğreniyor. Dolayısıyla, Kürt sorunu başta olmak üzere, kritik bütün sorunlarımızla ilgili devletin dezenformasyonunun ve zaman zaman başvurduğu manipülasyonların etkisiyle, devletin hassas olduğu konularda, bu kesimde de belli bir hassasiyet var. Kaldı ki, geniş mütedeyyin kesimlere nazaran daha farklı kaynaklardan da beslenen Türkiye İslamcıları dahi, istisnaları olmakla birlikte, genel olarak bu konularda sağcı, milliyetçi virüslerle hayli enfekte olmuş durumda; yeni yeni bundan kurtulmaya çalışıyorlar.
İmralı’ya giden heyetin açıklamalarından Öcalan’ın artık müzakere aşamasına geçilmesi gerektiğini, hatta artık her şeyin belgelerle ve altına imzalar atılarak yürütülmesi gerektiğini söylediğini biliyoruz. Hükümeti bu aşamaya geçmekten alıkoyan nedir?
Çok haklı nedenlerle, Türkiye’deki hukuk mevzuatını, demokrasi anlayışını ve uygulamalarını beğenmeyebiliriz, yeterli bulmayabiliriz, birçok açıdan eleştirebiliriz. Ancak şunu da görmek zorundayız diye düşünüyorum: Demokratik yollarla, yani seçimle işbaşına gelmiş hiçbir yönetim, kendi siyasî geleceğini risk altına sokacak işlere girişmez. Dolayısıyla mevcut iktidar da, zamana yayarak, toplumu hazırlayarak bu süreci ilerletmeye çalışıyor.
Dahası, iktidar kadrolarının zihin dünyasında da bu konuda ciddi engeller, duvarlar var. Önce onu aşmaları lazım ki, köklü reformlara girişebilsinler. Sürecin ağır yürümesinin önemli nedenlerinden birisi budur kanısındayım.
Tabii, tek ya da en önemli sorun budur diyemeyiz. Örneğin PKK-HDP çizgisindeki Kürt siyasî hareketinin içinde de çözüm sürecinden yana tereddüt yaşayanlar ya da farklı düşünenler olduğunu biliyoruz. O yüzden, çözüm süreçleri gerçekten sabır istiyor. Çünkü sadece karşınızdakileri değil, yanı başınızdakileri, kendi tabanınızı da hazırlamanız gerekiyor. Bu nedenlerle, çözüm sürecine toplumsal destek son derece önemli. Kamuoyunun desteklemediği bir süreci, seçimle gelmiş iktidarların yürütmesini beklemek gerçekçi değil. Destek arttıkça bu tür süreçler hızlanır, düştükçe de yavaşlar.
Hükümetten söz etmişken, bir de şu konudaki görüşünüzü almak istiyorum: AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne kadar geçen süreci kimileri otoriterleşme olarak değerlendirirken bir diğer uçta da ‘Yeni Türkiye’nin kuruluyor olduğu iddialarını görüyoruz. Kimilerine göre tarihin en karanlık dönemini yaşıyoruz, kimilerine göre işler bugüne kadar hiç olmadığı kadar iyi gidiyor. Siz AKP’nin otoriterleştiği görüşüne katılıyor musunuz? Bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyasî aktörlerle ilgili değerlendirmelerde, adil olmak, hakkaniyetli davranmak son derece zor. İster istemez, kendi politik tercihleriniz o siyasî aktörle ilgili duygu ve düşüncelerinizi etkiler. Açıkçası, güncel ve sıcak siyaset pek ilgilenmediğim, takip etmediğim bir alan. Yanlış anlaşılmaları da göze alarak ve olabildiğince nesnel davranmaya çalışarak şunları söyleyebilirim: AK Parti’nin iktidara geldiği günden bugüne kadar geçen süreci “otoriterleşme” olarak değerlendirmek bana pek doğru gibi gelmiyor. Çünkü otoriterleşme suçlamaları, esasen Gezi Parkı olaylarından sonra gündeme geldi. AK Parti iktidarının ilk yıllarında, AB uyum süreci bağlamında pek çok reformun gerçekleştirildiğini biliyoruz. Reform sürecinin 2006-2008 yıllarında durakladığını, hatta birkaç konuda geriye giden düzenlemeler yapıldığını; 2009’dan itibaren yine birtakım reformların yapıldığını söyleyebiliriz. Yapılan açıklamalar, bundan sonra da, zamana yayılmış ve her adımda bir sorunumuza kısmî çözümler getirecek gelişmelere tanık olacağımızı ima ediyor.
Tüm bunların dışında, özel kırılma noktaları olarak, Gezi Parkı olaylarını ve geçtiğimiz yıl sonunda gündeme gelen 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarını zikretmemiz gerek. Bu olayları, doğrudan hükümeti devirmeye yönelik girişimler olarak değerlendiren iktidar çevreleri, ciddi bir kendini güvenceye alma psikolojisi ve politikası içine girdi ve hukuken kabul edilemeyecek ama siyaseten anlaşılabilir birtakım “koruma tedbirleri”ne girişti. Bu bağlamda, ifade özgürlüğü başta olmak üzere, insan haklarında kısıtlama getiren ve merkeziyetçiliği pekiştiren düzenlemelere giriştiler. Ancak ben tüm bunların, başvurulan geçici tedbirler olduğunu, fazla sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Ancak bu olumsuzlukların her birini ayrı ayrı ele almak gerek. Örneğin, Twitter ile ilgili gelişmelere bakalım. Bu konu, Türkiye’de ve dünyada, “otoriterleşen Tayyip Erdoğan twitter’ı kapattı, Anayasa Mahkemesi de bunu önledi” şeklinde biliniyor. Yani yasakçı bir Erdoğan, buna karşı özgürlükçü bir Anayasa Mahkemesi fotoğrafı konuyor önümüze. Bu arada, twitter aracılığıyla yapılan hak ihlallerine ilişkin olarak twitter’ın umursamazlığı, yargı kararlarının gereğini yerine getirmemesi hiç dillendirilmiyor. Oysa twitter, tüm dünyada hak ihlali yapan hesapların kapatılmasına ilişkin yargı kararlarını uygularken, Türkiye’de verilen mahkeme kararlarını uygulamamaktadır. Twitter’a erişimin engellenmesinin altında aslında bu sorun yatıyor. Elbette bazı hesapların yaptığı ihlaller yüzünden twitter’a diğer kullanıcıların erişiminin engellenmesini onaylamamız mümkün değil, ama sorunun tüm boyutlarını da görmemiz gerek. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, genel rotamız, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük doğrultusunda. Bunu kimsenin engellemesi mümkün değil.
AKP’nin demokratikleşme ile yan yana anılmasına neden olan en önemli iki başlık Kürt sorununda attığı adımlar ve darbe teşebbüslerine karşı direnmesi, bunun bir parçası olarak Ergenekon, Balyoz gibi davaların başlamasıydı. Ancak yolsuzluk dosyalarıyla birlikte “Bugün bize kumpas kuranlar dün de orduya kumpas kurmuşlardı” denerek bu davalarda yargılananlar tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu davaların bu noktaya gelmesi ve hükümetin bundaki payı hakkında ne düşünüyorsunuz? Örneğin, mütedeyyin kesimde 28 Şubat sürecine ilişkin bir adaletsizlik duygusu var mı?
Açıkçası Ergenekon, Balyoz gibi davalarda kayda değer haksızlıklar yapıldığı kuşkusunu hep taşıdım; zaman zaman bunu dillendirdim de. Darbeci de olsalar, adil yargılanma onların da hakkı ve biz bundan taviz veremeyiz. Çünkü onları yargılarken, yargılamanın meşruiyetine halel getirecek hukuksuzluklardan kaçınmazsanız, yaptığınız muhakeme ve verdiğiniz karar her zaman tartışılır ve dahası siz de bir devr-i sabık yaratmış olursunuz.
Ama daha önemlisi, bu davaların, darbelerle yüzleşmek, darbecilere hesap sormaktan çok, devlet içinde bir güç mücadelesine konu edildiği kaygısını içimden hiç atamadım. Çünkü bu davalarda yargılananlar – Güneydoğu’da açılan birkaç dava hariç – hiçbir zaman insanlara karşı, insanlığa karşı işledikleri suçlardan ötürü hesaba çekilmediler. 28 Şubat davası ise, tam bir facia… O davada da, 28 Şubat’çıların insanlara ve kurumlara karşı işledikleri ve bugün de hâlâ devam eden hukuksuzluklar konu edilmedi. Özetle, 28 Şubat mağdurları açısından, mevcut 28 Şubat davasının pek fazla bir önemi ve anlamı yok. Sanıklar, sadece hükümeti devirme girişiminde bulunmakla suçlanıyor. Kısacası, 12 Eylül, 28 Şubat davaları da, Ergenekon, Balyoz davaları da, yargılama süreçleri ve verilen hükümler açısından kimsenin vicdanını rahatlatmadı.
Son olarak, yine asıl alanınız olan insan hakları ile bitirmek istiyorum. Bugün siyaset çerçevesinde tartıştığımız pek çok sorun aslında insan hakları ile yakından bağlantılı. Sizce Türkiye’de insan haklarına bakış noktasında nasıl bir perspektife ihtiyaç var? Bu alanda eksik olan ne? İçinden geldiğiniz insan hakları örgütlerinin buna katkısı ne olabilir ve bu katkı nasıl daha görünür kılınabilir?
Haklısınız; en çok tartışılan siyasî sorunlarımızın neredeyse tamamı, aynı zamanda, birer insan hakları sorunudur ve insan hakları en kolay ortak payda olabilecek bir alandır. Dolayısıyla bu sorunları çözmeye çalışırken, insan haklarının sağladığı imkânlardan yararlanmak oldukça elverişli bir yol olarak gözükmektedir.
Ne var ki, insan hakları, bizim için sadece devletten, anayasa ve yasalardan kaynaklanan bir hukukî problem değildir. İnsan hakları, belki bundan da önce, bir ahlakî problemdir, bir kültürel problemdir. O yüzden, öncelikle köklü bir kültürel dönüşüme, hatta devrime ihtiyacımız var. İnsan, devlet, hukuk, demokrasi gibi bu alanla ilgili temel kavram ve değerleri yeniden içeriklendirmemiz ve devleti hepimize hükmetme yetkisi olan kutsal bir varlık olmaktan çıkarıp hepimize hizmet etmekle yükümlü bir araca indirgememiz gerekiyor. Bu aracın da, katılımcılık, çoğulculuk, çok kültürlülük gibi temeller üzerine oturmuş demokratik bir işleyişe sahip olması ve insan haklarına dayalı olması gerekiyor. İnsan hakları örgütleri, tam da bu noktada, çifte standartsız, ayrımsız bir insan hakları bilincinin toplumsallaşmasına ciddi katkı sağlayabilir.
Yılmaz Ensaroğlu
1959 yılında Ağrı’da doğdu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1978–1980 yıllarında Öz Gıda İş Sendikasında Genel Sekreterlik ve Genel Başkanlık yaptı. 1992’de İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneğinin (MAZLUMDER) Genel Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. 1993–1996 yılları arasında Genel Başkan Yardımcılığı, 1996–2004 yılları arasında da Genel Başkanlık görevlerini yürüttü. 2005–2006 öğretim yılında, İngiltere’de Durham Üniversitesi bünyesinde insan hakları ve güvenlik konularında araştırmalar yaptı ve TESEV’in güvenlik sektörü reformu alanındaki çalışmalarında yer aldı. Halen MAZLUMDER, İnsan Hakları Gündemi Derneği (İHGD) ve İnsan Hakları Araştırmaları Derneği’nin (İHAD) üyesi olan Ensaroğlu, SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü olarak çalışmaktadır. Evli ve bir çocuk babasıdır. Tamamlanmamış Bir Değer: İnsan Hakları kitabının yanı sıra; insan hakları, sivil toplum, demokratikleşme, güvenlik sektörü reformu, askeri darbeler, din özgürlüğü, laiklik, Kürt sorunu, çatışma çözümü, nefret suçu gibi konularda çeşitli kitap ve sergilerde yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır.