“Yeni” Türkiye’de çözüm süreci
Kürt sorununda, içinden geçtiğimiz çözüm süreci gibi keskin bir evrenin bugüne dek yaşanmadığı doğru. Bu evrenin keskinliğinin ilk işareti, isyan eden Kürt halkının bir temsilcisinin, hareketin liderinin, ilk kez devlet tarafından düzenli görüşülen bir muhatap olarak kabul edilmeye başlanması. Devlet algısında “teröristbaşı”ndan Kürt halkının sözcüsüne, zaten Kürt halkı tarafından görüldüğü konuma evrilen Abdullah Öcalan’ın arka arkaya ezberleri bozan açıklamaları, daha da önemlisi bu açıklamaları yapabilme olanaklarını bulması, çözüm sürecinin yarattığı demokratik potansiyelin göstergelerinden.
Sürecin bu kritik evresini, bu potansiyeli tekrar hatırlamakta ve savaş meraklılarına, çözüm sürecinin düşmanlarına bir kez daha anlatmakta fayda var. Kürt halkı, çözüm sürecini kelimenin tam anlamıyla bileğinin hakkıyla kazandı. Süreç Kürt halkına bahşedilmedi. Kürtler, dövüşerek devleti diyalog masasına oturmaya zorladı. Devlet yetkilileri o masaya oturmak zorunda kaldı. Varlığı 1980’ler ve 1990’larda devlet tarafından hâlâ tartışılan Kürt halkı, bir halk hareketinin çeşitliliği, zenginliği, yaratıcılığı ve direngenliği sayesinde, var olduğunu gösterdi, talepleri arka arkaya sıraladı. Türk egemen sınıfı ya Kürt halkının var olduğunu inkâr etmeyi sürdürecekti, ya da bir halkın varlığını tanımaya başlayacaktı. Birincisi egemen sınıf açısından ekonomik ve siyasî olarak kabul edilemez bir maliyet anlamına geliyordu; ikincisi gerçekleşti.
Birarada yaşama kararlılığı
Bu tanıma sürecinde en önemli siyasal gelişme, askerî vesayetin gerilemesi oldu. Vesayet geriledikçe, Kürt sorununun çözümü konusunda askerî olmayan yöntemleri devreye sokmak daha kolay hale geldi. Bu, hem hükümet hem de Abdullah Öcalan açısından böyle oldu. Kürt halkı belediyeleri, günlük gazete ve televizyonları, siyasî ve kültürel dergileri, siyasal partileri, gerilla örgütlenmesi, kadın ve gençlik örgütlenmeleri, sivil toplumun tüm alanlarındaki örgütlenme ağıyla devletin yıldırma politikalarını püskürtmekle kalmadı. Barış içinde birarada yaşama kararlılığına ve insanca yaşamak, gasp edilen haklarını kazanmak için savaştığına kamuoyunun azımsanmayacak bir kesimini ikna etti.
Bunun kavranması şu açından önemli: Çözüm süreci konusunda AKP hükümeti hamle yapmış olsa da, bu süreci zorlayan ve devam etmesini sağlayan Kürt halkı ve onun örgütleridir. Süreci dayatan, Kürt ulusal varlığının tanınması sorununu uğruna mücadele edilecek temel nosyon haline getirenlerin mücadelesidir. Sürecin başladığı yılın Newroz gösterisinde mesajı halka iletilen Abdullah Öcalan, Kürt hareketinin içinden geçtiği değişikliğin, dolayısıyla Kürt sorununun çözümü konusunda yaşanan altüst edici değişimin, stratejik bir değişiklik olduğunu söylemişti.
Bugün, bu satırlar yazılırken Kobanê’de daha da acil bir şiddet ve katliam sorunu haline gelen IŞİD işgali sorununun ışığında, Abdullah Öcalan’ın ifade ettiği stratejik değişim kavramının altını çizmek gerekiyor. Çözüm süreci Rojava’da Kürtlerin demokratik özerklik olarak ifade ettiği ama özünde kazanılmış bir siyasal statüko olduğunu söyleyebileceğimiz gelişmelerin ardından başladı. Ve açık ki, süreç yine Kobane’de yaşanacak ve Kürtler açısından elde edilen siyasal statükonun kaybedilmesi anlamına gelecek olumsuz gelişmelerle sonlanabilir. Süreç sonlanırsa bunun tek nedeni Kobane’de yaşanan gelişmeler olmayacak, ama Kobanê bir sonuç olacak.
Kaplumbağa hızıyla
Çözüm sürecinin barış isteyen tüm çevrelerin ve toplum kesimlerinin arzu ettiği hızda, biçimde ve siyasal içerikle doldurularak ilerlememesinin en önemli nedeni, sürecin başlamasında net bir inisiyatif gösteren Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetidir. Doğrudur, kolay bir değişim değil kamuoyu açısından, ama kolay olmaması dünyanın en zor sosyal ikna süreci olduğu anlamına da gelmiyor. Hükümet adına Abdullah Öcalan’la görüşmelerin yapıldığı 2010 referandumundan önce de, 2011 seçimlerinden önce de biliniyordu. AKP’ye oy veren kitleler, bu görüşmelerin yapılmasını olumsuz olarak görmediklerini, yıllardır iddia edildiği gibi saldırgan bir Türk milliyetçiliğinin etkisi altında olmadıklarını AKP’ye verdikleri oylarla gösterdi. Daha önemlisi, çözüm süreci başladıktan sonra gerçekleşen iki seçim, 30 Mart yerel seçimleri ve 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimi, Abdullah Öcalan’ın siyasete müdahele eden bir barış temsilcisi olarak öne çıktığı koşullarda gerçekleşti ve halk yine Erdoğan’ı ve AKP’yi cezalandırmadı.
Buna rağmen AKP çözüm sürecinin gerektirdiği adımları ya atmıyor ya da kaplumbağa hızıyla, yetersiz adımlarla süreç hakkında bulanıklık yaratarak atıyor. En başından beri, tutumu bu yönde. MHP ve CHP’nin Kürt halkıyla Kürt sorununun çözümü için masaya oturmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyeceğini düşündüğümüzde, Kürt hareketi açısından kuşkusuz her şeye rağmen AKP daha farklı, daha cesur bir tutum almış durumda. Ama bu, neden anadilde eğitim hakkıyla ilgili düzenlemelerin yapılmadığını, Abdullah Öcalan’ın koşullarının net bir şekilde düzenlenmediğini, dar heyetler dışında başkalarının da Öcalan’la görüşmesinin koşullarının oluşturulmadığını açıklamıyor.
Bunların açıklaması, Recep Tayyip Erdoğan’da gizli. Belli ki sürecin ritmini belirleme konusunda Erdoğan belirleyici. Ve Erdoğan hakkında söylenece ilk söz, en az iki ayrı kişiliği olduğudur. Birinci kişilik, “AK Parti hükümeti hiçbir terör örgütüyle masaya oturmaz. Müzakere yapmaz. Masaya oturmadık, oturmayacağız. Bunu söyleyen şerefsizdir. Alçaktır. Teröristle yanak yanağa olanla, onunla sarmaş dolaş olanla nasıl konuşacağım. Ben bununla konuştuğum zaman bu ülkedeki şehit anneleri ne der bana? Ben bir tane şehir annesinin gözyaşını bunlara değişmem” derken, diğer kişilik sahne alıp “Ada’yla görüşme yaptırırız. Yaptık. Benim bürokratım görüşür. Analar ağlamasın diye biz BDP’yle de görüşürüz, İmralı’yla da. Kusura bakmayın. BDP’li milletvekilleri, niyetleri ne olursa olsun, beğenirsin beğenmezsin, bu gelenler bu ülkenin seçilmiş milletvekilleri” der.
Erdoğan biraz daha normal bir insanken, “İster Kürt sorunu deyin, ister Güneydoğu sorunu deyin. Ne dersek diyelim bunun üzerinde bir çalışma başlattık” diyebilirken, kurt adama dönüştüğünde, “Tutturmuşlar Kürt sorunu. Ben Kürt sorunu diye bir şey tanımıyorum” diyebiliyor. Ne yalan söyleyelim, filmlerde insanlar sadece dolunay zamanında geceleri kurt adama dönüşürken, Erdoğan hemen her zaman kurt adam gibi gezip zaman zaman normal insana dönüşüyor.
Türkiye cumhuriyetinin asıl sahipleri
IŞİD işgali Kobanê’de derinleştiğinde ve Irak ve Suriye tezkereleri birleştirilerek meclise geldiğinde, Erdoğan her biri çözüm sürecini kökünden dinamitleyebilecek açıklamalar yapabildi. Örneğin, ABD başkan yardımcısını eleştirdiği açıklamasında, “Özellikle PKK terörünün içinde olanlar da bu durumu kullanmaya çalışıyor. IŞİD neyse, bizim için PKK odur. Bunları ayrı değerlendirmek yanlıştır. Karşı düşmanı teşhiste yanlışlık yapılırsa zaferi olumsuz etkiler” dedi. Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu’nun açılışında, “Ey dünya, IŞİD gibi bir terör örgütü çıkınca ayaklanıyorsun da PKK gibi bir terör örgütü ortadayken niye ayaklanmıyorsun? Ona niye sesin çıkmıyor? Ona karşı niye ortak mücadele verelim demiyorsun? Ben bunu anlamakta da zorlanıyorum” dedi.
Bu açıklamalar, “Yeni Türkiye”nin bir masal olduğunu da kanıtlıyor. Çözüm süreci yeni, ama bu sürecin ruhuna uygun açıklamaları sadece Abdullah Öcalan yapıyor. Diyalog süreci yeni, ama diyalog Erdoğan’ın yaptığını sandığı şey değildir. Erdoğan, Kürtlerin köşeye sıkıştığını düşünüyor ve Türk egemen sınıfının, yani eskisiyle yenisiyle modern Türkiye cumhuriyetinin asıl sahiplerinin en has adamı olduğunu açığa seriyor. Çözüm sürecinin en sıcak günlerinde milliyetçi klişelerle konuşmak Erdoğan pervasızlığında süregiden burjuva politika yapma anlayışının bir tezahürü ve bunda pek de yeni bir şey yok.
Abdullah Öcalan HDP heyetiyle 1 Ekim’de yaptığı görüşmede, süreçle ilgili hem umutlu hem de süreç başladığından bu yana en sert konuşmasını yaptı. Öcalan, görüşmede şöyle dedi: “Burada dar anlamda yürütülen görüşmelerden, müzakere yanı ağır basan bir kararlılık ortaya çıkmış ve bu düzeyde mutabakata varılmıştır. Gelinen noktada yol haritasının eylem planı da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Artık birincil öneme haiz olan şey bu yol haritası ve eylem planının anlamlı bir ilkeler bütünlüğü ile çerçevelenmesidir. Çünkü en ideal eylem planı bile ilkesel bir bütünlükle ele alınmazsa kuru bir metin olmaktan öteye geçemez. Bu ilkelerin belirleneceği zemin ise, başta kurullar ve komisyonlar olmak üzere müzakere organlarının oluşmasıyla mümkündür. Bu çerçevede, Bakanlar Kurulu kararı haline gelen müzakere iradesinin pratikleşmesinin önünde hiçbir engel kalmamıştır. Resmîleşen bu metin doğrultusunda ve metnin içeriğine uygun olarak resmî müzakerelerin zaman kaybetmeksizin başlaması oldukça önemlidir.”
Ama ardından şunları da ekledi: “Kobanê ve Rojava meselesini doğru anlamak isteyen herkes bu gerçekliği iyi kavramalıdır. Türkiye’de sürecin ve demokrasi yolculuğunun çökmesini istemeyen herkesi Kobanê’ye gereken ciddiyet ve sorumlulukla sahip çıkmaya çağırıyorum… Bu itibarla Kobanê gerçekliği ile sürecin ayrılmaz bir bütün olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatarak, herkesi büyük bedellere mal olan bu demokratik yolculuğumuz ve insanlık mücadelemizi sahiplenmeye çağırıyorum.”
Kürt halkı Kobanê’de direniyor. Kürt halkı Kobanê’de aynı zamanda çözüm süreci açısından da direniyor. Kürt halkının mücadelesi ve Abdullah Öcalan’ın ısrarlarıyla kurulan Çözüm Süreci Kurulu’nun, kurumlar arasında izleme ve koordinasyon komisyonlarının çok geç atılan adımlar haline gelmemesini istiyorsak, yeni bir başlangıç olarak değerlendirilmelerini sağlamak istiyorsak Batı’da, yapılacak iki önemli iş var: Biri, Kobanê’nin direnmesine yardımcı olmak ve hükümete sınırları açması için basınç yapmak. İkincisi, süreci Erdoğan’ın milliyetçi dünyasının dar görüşlülüğüne karşı savunmak, sürecin Kürt halkı açısından acil olan tüm gerekliliklerinin yerine getirilmesi için atılması gereken adımları hükümetten talep eden büyük bir kampanyayı hızlandırmak, “Barış hemen şimdi” ruh halini yaygınlaştırmak.