UMUDA YOLCULUKTA BİR DURAK: ANKARA’DA SURİYELİ SIĞINMACILAR
“Kazananların ve kaybedenlerin dünyasında, kaybedenler ortadan kaybolmaz fakat gidecek başka yer ararlar”.
Peter Stalker
Ankara’da dört Suriyeli sığınmacı aileyle yüz yüze görüşmeler
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 2013 yılı Aralık ayında yayınladığı rapora göre 2013 yılının ilk altı ayında 5,9 milyon insan evlerinden kaçmaya zorlandı. Bu rakam 2012 yılının tamamında 7,6 milyondu. Küresel çapta yerinden edilmiş insan sayısı ise 2012 yılı sonunda 45,2 milyonu bulmaktaydı.
Bu rakamların UNHCR tarafından kayıt altına alınabilen göçmenlerden oluştuğunu ve gerçekte çok daha fazla kayıt dışı göçmen bulunduğunu akılda tutmak gerek.
Özellikle savaş ve çatışmalar nedeniyle göç etmek zorunda kalanlar arasında kadın ve çocukların özel bir yeri vardır: Savaşın neden olduğu baskı, zulüm, korku gibi olumsuzlukların yanı sıra, kaçışları öncesi ve esnasında fiziksel ve cinsel saldırı ve istismara; sığınma ülkesinde fiziksel ve cinsel saldırı ve istismara; silahlı çatışmaya ve zorla askere alınmaya; cinsel sömürüye ve fahişeliğe zorlanmaya; kişi olarak tanınmamaya ve belge eksikliğine maruz kalabilirler.
Suriye’de 2011 yılında başlayan süreçte 2,5 milyon Suriyelinin başka ülkelere, aslen Lübnan, Ürdün, Türkiye, Irak ve Mısır’a göç ettiği biliniyor. Bu sayının önemli bir çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturuyor.[1] UNHCR verilerine göre, Türkiye’ye 29 Nisan 2011 tarihinde giriş yapmaya başlayan Suriyeli sığınmacı sayısı 22 sığınmacı kampında 200 bini, kamp dışında ise 600 bini aşmış durumda. Hepsinin kayıtlı olmadığı düşünüldüğünde, Türkiye’de Suriyeli sığınmacı sayısının 1 milyonu geçtiği tahmin ediliyor.[2]
Türkiye’ye gelen sığınmacılar önce “misafir” statüsünde kabul edilirken, Nisan 2012’de yayınlanan genelgeyle “geçici koruma” statüsüne geçilmiş.
UNHCR, Mazlum-Der gibi kuruluşlar tarafından yayınlanan raporlarda sığınmacıların sorunları barınma, sağlık ve beslenme koşullarının yetersizliği, çocukların eğitim ve psiko-sosyal destek hizmetlerinden mahrum olmaları, kültürel farklardan kaynaklanan sosyal uyum sorunları ile sosyal dışlanma, emek sömürüsü, kadınların fuhuş sektöründe ve ticarete dönüşen gayriresmi evlilikler aracılığıyla cinsel istismarı ile kadınlara yönelik tacizler olarak belirtiliyor. Özellikle kamp dışında yaşayan sığınmacılar açısından dil büyük bir sorun oluşturuyor. Sığınmacıların çoğu Türkçe bilmiyor ve sorunları olduğunda nereye, nasıl başvuracaklarını bilemiyorlar, bilseler bile dil konusunda yaşadıkları sıkıntı önlerinde ciddi bir engel oluşturuyor. Kamp dışında yaşayan sığınmacılar için tüm bu sorunlara yönelik herhangi bir sosyal destek mekanizması bulunmuyor.
Bu yazı yazılmadan önce Ankara’da yaşayan Suriyeli sığınmacılar hakkında bilgi edinmek için Başbakanlık Yabancılar Dairesi Göç İdaresi’ne başvurulmuş, ancak Suriyeli sığınmacılar konusundaki bilgilerin gizli tutulduğu, bu nedenle kamuoyu ile paylaşılamayacağı yanıtı alınmıştır.
Görüşme 1, Etimesgut – Elvankent
“Erken kalktığımızda gün bitmiyor”
İlk ziyaret ettiğim aile Etimesgut Elvankent’te bir apartman dairesinde yaşıyordu. Aile anne, baba ve bir kız, dört erkek olmak üzere beş çocuktan oluşuyordu. Kız Suriye’de evlenmiş ancak boşanmıştı ve üç yaşında bir oğlu vardı. Oğullardan biri evliydi ve eşi dokuz aylık hamileydi. Baba çalışmıyordu, erkek çocuklar ise yeni buldukları işlere gitmiş oldukları için evde değildi. Görüşmeyi anne, kızı ve geliniyle ve tercüman aracılığıyla yaptık. Sadece anne, 46 yaşındaki Hiyam, ismini verdi, diğerleri isimlerinin kullanılmasını istemedi.
Salondaki televizyonda Suriye kanalı açıktı. Bir süre öncesine kadar içinde yaşadıkları savaşı şimdi televizyondan izliyorlardı. Hiyam hemen bir açıklama yapma gereği hissetti: “Daha erken ağırlamak isterdik ama burada bütün gün yapacak hiçbir şey yok. O yüzden geceleri geç yatıp geç kalkıyoruz. Erken kalktığımızda günü nasıl geçireceğimizi bilmiyoruz”.
Suriye’de Şam’da yaşıyorlarmış. Her yıl toprak kiralayıp elde ettikleri ürünü satarak geçiniyorlarmış. Hiyam, “En azından orada çocuklarımızın eline bakmıyorduk Allaha şükür. Kendimiz çalışıyorduk, kazandığımız hepimize yetiyordu. Çocukları okula gönderebiliyorduk. Ama şimdi burada eşim iş bulamıyor. Çocuklar çalışmak zorunda kalıyor. Bu çok ağırımıza gidiyor” diyor.
Elvankent’ten ibaret bir Ankara
Hiyam’ın hem kendisinin hem de eşinin kardeşi bir yıl önce Esad’ın askerleri tarafından götürülmüş. Bir daha hiç haber alamamışlar. Kardeşlerini devlete soramamışlar, çünkü sormaya gidenler de hemen gözaltına alınıyormuş. Bu şekilde tutuklananların annelerinin bile çocuklarını görmelerine izin verilmiyormuş. Bir gün oğullarından biriyle eşi kamyonet ile giderken askerler tarafından durdurulmuş. Askerler araca el koymuş ve bir daha geri vermemişler. O gün eşi eve döndüğünde, “Ya bir gün çocuklarımız da kardeşlerimiz ya da bu araba gibi alınırsa. O zaman onları bir daha göremeyiz” demiş. Gençleri ya öldürüyor ya da askere alıyorlarmış. O gün karar vermişler kaçmaya.
Önce uçakla Mısır’a gitmişler, dil sorunu olmayacağı için daha rahat yaşayacaklarını düşünmüşler. Mısır’da darbe olunca Mısır hükümeti Suriyeli sığınmacılara ikamet izni vermeyi kesmiş. Orada da kendilerini güvende hissetmemişler. Daha önce Türkiye’ye gelen ve Ankara’ya yerleşen bir arkadaşlarıyla bağlantı kurmuşlar. O Ankara’da olduğu için onlar da geçen sene 9 Eylül’de Ankara’ya gelmiş. Arkadaşları onlara ev bulmuş, geldiklerinde Elvankent’te yerleşecekleri ev hazırmış. Şu anda aynı apartmanda bir alt katlarında oturan eltisi de dört kızıyla birlikte onlarla gelmiş. İlk geldiklerinde on dört kişi aynı evde yaşamışlar bir süre. Ancak komşular gürültüden şikâyet edince birkaç ay sonra eltisi kızlarıyla birlikte alt kata taşınmış.
Ankara’da yaşamanın nasıl olduğunu sorunca, “Bilmiyoruz” dediler. Dil, parasızlık gibi sorunlar nedeniyle onlar için Ankara sadece Elvankent’ten ibaretti. Dışına neredeyse hiç çıkmamışlar.
Geçici ve sigortasız işlerde karın tokluğuna çalışmak
Hiyam’ın en büyük üzüntülerinden birisi çocukların burada okula gidemeyişi. 28 yaşındaki kızının da öyle. Suriye’de savaş çıkmasa üniversiteye gidecekmiş, ama savaş çıkınca gidememiş. Burada kendi dilinde okuyabileceği bir okul olmadığı ve Türkçe bilmediği için okuyamıyor.
“Doktor olmak istiyordum. Savaş başladıktan sonra daha da iyi anladım ne kadar önemli olduğunu. Sadece yaralılara bakmak için değil, savaştan sonra kötü koşullar nedeniyle bir sürü hastalık türedi. Çocuklar, kadınlar bu hastalıkla yüzünden öldü. Zaten yaralılara bile yetmiyordu hastaneler. Suriye’deyken doktor olmayı çok istedim” diyor.
Ankara’ya gelip eve yerleşince hiçbir eşyaları yokmuş. Hepsini komşular vermiş. Komşularıyla araları çok iyiymiş. Onlar komşularına Suriye yemekleri, komşuları da onlara Türkiye yemekleri yapıyormuş arada. İşaretlerle anlaşıyorlarmış. Burada en çok zeytinyağlı yaprak sarmasını sevmişler.
Hiyam’ın dört oğlu da çalışıyormuş şu an, biri elektrikçide, biri ekmek fırınında, ikisi de inşaatta. Uzun süre iş bulamamışlar. Önce bir kaynakçının yanında işe girmişler, ama kaynakçı paralarını ödememiş. Üstelik kaynak maskesi kullanmadıkları için gözleri bozulmuş. O işten ayrılmışlar. Uzun süre işsiz kalmışlar, komşuların yardımıyla geçinmişler bir süre. Kaldıkları evin kirası 575 TL. On beş gün önce yeniden çalışmaya başlamışlar. Sigortaları yokmuş ve aynı yerde çalışan diğer işçilere göre daha az maaş alıyorlarmış. Maaş bile değil, patronları ne zaman verirse o zaman para geçiyormuş ellerine. Bazen haftalık, bazen aylık.
Gurbette torun sahibi olmak: “Kaderi güzel olsun”
Hiyam’ın 19 yaşındaki gelini hamile, doğuma birkaç hafta kalmış. Hastanede büyük bir sorunla karşılaşmamışlar, ama dil orada da en büyük sorun. Bazen laboratuarı ya da bir polikliniği bulamadıklarında hastane çalışanları tarafından azarlanıyorlarmış. Gelinin babası Suriye’de savaşta hayatını kaybetmiş, onun deyimiyle “şehit olmuş”. Bir kız, iki erkek kardeşi, bir de annesi Suriye’de kalmış. Onlardan hiçbir haber alamıyormuş. Hiyam hem torunu olacağı için mutlu hem de buruk. “Onu nasıl bir hayatın beklediğini bilmiyorum. Bu çok zoruma gidiyor. Kaderi güzel olsun” diyor.
Şu anda sadece oturma izinleri varmış, ama onlar çalışma izni de istiyor. Hiyam, “Devlete yardım için başvuru yapabiliriz ama biz yardım istemiyoruz, çalışma izni vermelerini istiyoruz. Yardım değil, iş istiyoruz” diyor.
“Suriye’ye geri dönmek istiyoruz”
Bundan sonrası için ne düşündüklerini sorduğumda şöyle yanıtlıyor Hiyam,
“Suriye’den çıkıp Mısır’a gittiğimizde bu savaşın sadece bir iki sene süreceğini düşünüyorduk. Sonra yine memleketimize döneriz diyorduk. Ama dört yıl oldu ve bitecek gibi görünmüyor. Uzun süre burada yaşamak bizim için sorun, bunu istemiyoruz. Suriye’ye geri dönmek istiyoruz” diyor.
Arkadaşlarının bir kısmı Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya gitmiş, çünkü Almanya Suriyeli sığınmacıları mülteci olarak kabul etmiş. Arkadaşlarının orada devletten maaş aldığını, çocuklarının okula gidebildiğini anlatıyor Hiyam. Uzun süre Suriye’ye geri dönemezlerse Almanya’ya gitmek istiyorlar.
Fark ettim ki, buradaki hayatlarından çok Suriye’yi konuşmak, anlatmak istiyorlar. Kendileri burada olsa da akılları hâlâ orada. Burada kalıcı olduklarını hiç düşünmüyorlar, istemiyorlar. Burası onlar için nasıl sonlanacağı belli olmayan yolculuklarında sadece bir uğrak.
Görüşme 2, Etimesgut – Elvankent
Avrupa’ya yolculukta can pazarı
İkinci durağım Hiyam’ın hemen alt katında dört kızıyla birlikte yaşayan 28 yaşındaki Samer’in evi oluyor. Kızları sırasıyla 12, 10, 9 ve 3 yaşında. Samer’in hikâyesi daha da dramatik, çünkü kocası Almanya’da. Önce onlar da Hiyam’larla birlikte Suriye’den Mısır’a kaçmış. Darbe olunca Mısır onlar için güvenilir bir yer olmaktan çıkmış. Koşulları daha iyi olduğu, devlet maaş bağlayıp çocukları okula gönderdiği için Almanya’ya gitmek istemişler. Ancak yasal yollardan Almanya’ya gitmeleri mümkün olmadığı için tek şansları varmış: insan kaçakçılığı yapmak için kullanılan ve hiç de güvenli olmayan bir tekneyle yolculuk yapmak. Birkaç ay önce bir arkadaşları ailesiyle birlikte benzer bir tekneyle Avrupa’ya gitmek için yola çıkmış ve tekne batmış. Bu onları çok korkutmuş. Aynı şeyin kendi başlarına gelmemesi için eşi, Samer’i ve dört kızını Hiyam’larla birlikte Türkiye’ye göndermiş. Kendisi insan kaçakçılarına 6 bin dolar ödeyerek Almanya’ya gitmiş.
“Parayı nereden buldunuz?” diye sordum. Suriye’de Duma şehrinde yaşıyorlarmış. Eşi araba alım satımı yapıyormuş. Mısır’a giderken ellerinde ne var ne yoksa satmışlar, birikmiş bütün paralarını da yanlarına almışlar.
İnsan kaçakçılarına parayı bir kez ödedikten sonra artık vazgeçmeniz mümkün değilmiş. “Öldürürler” diyor Samer. Çünkü yüzlerini gören kimseyi yaşatmıyorlarmış.
Sekiz aydır görmemiş kocasını. Arada bir internetten Facebook aracılığıyla görüşüyorlarmış, ama o da çok zor oluyormuş.
“Kendimi yalnız ve yabancı hissediyorum”
İlk geldiklerinde kızlarıyla birlikte Hiyamlarda kalmış. Ama hem komşular gürültüden şikâyet etmeye başlamış hem de kızlar artık büyüdüğü için Hiyam’ın oğullarıyla bu kadar yakın yaşamaları doğru olmazmış. “Banyo yapmak, tuvalete gitmek, giyinmek, her şey sorun oluyordu” diyor.
İki ay onların yanında kaldıktan sonra alt kattaki daireye geçmek istemiş. Daire zaten boşmuş. Ama hem Suriyeli hem de yalnız bir kadın olduğu için yönetici daireyi vermek istememiş. “Ya polis basarsa evimi?” demiş. Ancak komşular birlik olup ikna etmişler yöneticiyi.
O da Hiyam gibi eşyaları komşular vasıtasıyla edinmiş. “Burada herkes yardımcı olmaya çalışıyor, komşularım özellikle çok iyi, ama ben yine de kendimi çok yalnız ve yabancı hissediyorum. Kocam yok, akraba yok, kimse yok” diyor.
Hiyam’ların oturma izni var, ama Samer’in yok. “Zaten gerek yok. Burada kalmayacağım. Kocamın yanına gideceğim” diyor. Şu anda kocasının ona verdiği ve arada başkasının hesabı üzerinden gönderdiği parayla geçiniyorlarmış. “Zaten fazla paraya ihtiyacımız olmuyor ki. Bir yere gitmiyoruz, bir şey yapmıyoruz. Bütün gün evdeyiz” diyor.
“Sürekli kalbim daralıyor”
Kendi ailesi hâlâ Suriye’deymiş. Onlardan hiç haber alamıyormuş. “Kocam Almanya’da, ailem Suriye’de, hiç huzurlu değilim burada. Aklım sürekli onlarda. Kimseden haber alamıyorum. Başka hiçbir şey düşünemiyorum, sürekli kalbim daralıyor” diyor.
Bunları söylerken gözleri doluyor. Soru sormak güçleşiyor artık. Konuşurken her cümlenin sonunda uzun uzun susuyor Samer, gözleri dalıyor. Arada bir gelip bir şeyler soran ya da isteyen kızların sesiyle kendine geliyor. Bir süre ara veriyoruz konuşmaya. Samer çay demlemeye gidiyor.
O arada bir komşusu ziyaretine geliyor. Hep beraber çay içiyoruz. Samer Suriye’deki çay ile buradaki çayın farkını anlatıyor bize. Oradayken de çayı çok severmiş. Ama Suriye’de çayı şekeriyle birlikte demlerlermiş, ayrıca altta su üstte çay olmazmış. Bir çaydanlık içinde çay, su ve şeker birlikte kaynatılıp öylece içilirmiş. Şimdi burada Türkiye usulü çay demlemeyi öğrenmiş komşularından. Dediğine göre buradaki çayı daha çok seviyormuş.
Yabancı bir ülkede dört çocuk büyütmek
Çayla birlikte, itirazlarımıza aldırmadan kızlar çerez ve bisküviyle donatıyor etrafımızı, 12 yaşındaki kızı da gelip bize katılıyor. Ağır hava biraz dağılınca yabancı bir ülkede dört kız çocuk büyüten bir anne ve kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu soruyorum Samer’e. “Çok zor” diyor. “Kocam yok, bütün sorumluluk bende. Çocuklar okula gidemediği için hem üzülüyorum hem de aslında onları burada okula göndermek istemiyorum. Çünkü burada sınıflar kız erkek karışık. Bizim Suriye’de yaşadığımız yerde öyle değildi. Burada sokakta yürürken benim kızım yaşımdaki kızların erkeklerle el ele tutuştuğunu, sarmaş dolaş yürüdüğünü görüyorum. O yüzden de burada okula göndermeyi bir yandan da istemiyorum” diyor. Ama kızı onunla aynı fikirde değil. Okula gitmek istiyor. Suriye’ye dönmek istiyor, ama burka giymek istemiyor. Samer açıklıyor:
“Suriye’de Duma’da yaşıyorduk. Suriye’nin her yerinde kadınlar aynı giyinmez, ama bizim yaşadığımız yerde burka giyerler. Biz de öyleydik. Sonra Mısır’a gidince yüzümüzü yarısına kadar açtık. Şimdi Türkiye’deyiz ve burada hiçbir şey takmıyoruz. Şimdi buna alıştılar, ama Suriye’ye döndüğümüzde mecbur takacaklar, çünkü bizim adetlerimiz öyle”.
Kızı bir yandan utanarak yere bakarken bir yandan da alçak bir sesle itiraz ediyor, “Hayır, ben burka giymek istemiyorum” diyor.
Anne ile kızı arasında geçen bu diyalog bana göçün bir başka gerçeğini, insanların hayatlarında yarattığı kültürel kırılmaları hatırlatıyor. Çoğu kez göçün görünür sonuçları çok daha vahim olduğu için farklı ülkelerde yaşanan farklı hayatların insanlar ya da kuşaklar arasında ne gibi kültürel kırılmalara yol açtığı ile ilgili boyut geri planda kalıyor. Ama belli ki Samer ve kızları bir gün Suriye’ye yeniden dönmeyi başarsa bile bu küçücük diyalogda gün yüzüne çıkan çatışmayı bir şekilde yaşayacaklar ve bugünlerin izleri üzerlerinden hiç silinmeyecek.
Görüşme 3, Altındağ – Baraj Mahallesi
“Yürüyebildiğim için şükrediyorum”
Çubuk Barajı’nın biraz yukarısında gecekondulardan oluşan bir mahalle Baraj Mahallesi. Mahallede yaklaşık bin kişi yaşıyor. Bu bin kişiye son altı ay içinde tamamı kayıtsız, oturma ya da çalışma izni bulunmayan, hepsi kaçak yollardan Türkiye’ye giriş yapmış Suriyeli sığınmacılar eklenmiş. Şu anda mahallede toplam 64 evde beş yüz sığınmacı yaşıyor ve bazı evlerde yaşayan kişi sayısı 35’e kadar çıkıyor. Bu ailelerin Türkiye’ye nasıl girdikleri konusunda anlattıkları ortak hikâye şöyle: Sınıra kadar geliyorlarmış ancak Türkiye son altı aydır Suriye’den sığınmacı alımını durdurduğu için askerler sınırdan geçmelerine izin vermiyormuş. Onlar da “o zaman ya bizi burada hemen şimdi öldürün ya da arkanızı dönün ve sanki bizi görmemiş gibi geçmemize izin verin. Çünkü Suriye’de kalırsak zaten öleceğiz” diyormuş. Bunun üzerine sınırdaki askerler kaçak olarak geçmelerine izin veriyormuş.
İlk ziyaret ettiğim evde iki odada 11 kişilik bir aile yaşıyor. Evin en büyüğü Fatma Hanım anlatıyor hikâyelerini. Suriye’de Şam’da yaşıyorlarmış. Kocasının üzerine getirdiği kuma savaş sırasında ölmüş. Şimdi onun öksüz kalan 3 ve 5 yaşlarındaki iki çocuğuna da Fatma Hanım (55) bakıyor.
Dört ay önce çıkmışlar Suriye’den. Önce Maraş’a gitmişler. Fatma Hanım orada omuriliğinden ameliyat olmuş. Suriye’deyken bir gün askerler durdurmuş kendisini, o sırada arbede çıkmış, askerler ittirip yere düşmesine ve omuriliğini incitmesine neden olmuş. Yürüyemez hale gelmiş. Sınırdan geçip Maraş’a gelir gelmez ilk yaptığı iş doktora gitmek olmuş. Ameliyat olması gerektiği için sadece ona pasaport vermiş devlet. Ondan başka kimsenin pasaportu yok evde.
“Hayatımda ilk defa pasaportum oldu. Bak, cinsiyetim bile yazıyor pasaportta. Ameliyat oldum. Yürüyebiliyorum. Daha ne isterim ki Allah’tan. Ben savaş bitse bile dönmek istemiyorum. Türkiye’yi çok seviyorum” diyor.
Kocası 63 yaşında. Suriye’de itfaiyeciymiş, 32 sene çalıştıktan sonra iki sene önce emekli olmuş. “Ben savaş bitse hemen dönerim, orada iyi bir hayatımız vardı. Kendi kendimize yetiyorduk” diyor. Fatma Hanım itiraz ediyor hemen, “Hayır, ben asla dönmeyeceğim. Hatta şu anda bir oğlum Lübnan’da çalışıyor, onu da en kısa zamanda buraya getireceğim. Bundan sonra hep birlikte burada yaşayacağız” diyor.
Evde Fatma Hanım ve eşi dışında iki kızı, iki oğlu, kumasının iki çocuğu ve kızının üç çocuğu var. Kızı sekiz aylık hamile, yakında dördüncü çocuğu doğacak. Ancak hiçbir kayıtları ya da oturma izni olmadığı için hastaneye gidemiyor. Hastanede doğum yapabilirmiş, ama doğumdan önce ya da sonra sağlık kontrolü yapmayı kabul etmiyormuş hastane. “Yapacak bir şey yok” diyor. Kocası onlarla birlikte Türkiye’ye gelmemiş. Suriye’de onun da bir kuması varmış, kocası onunla kalmış.
Günlük 20 TL’ye hayatta kalma mücadelesi
Maraş’ta iş imkânı olmadığı için buraya daha önce yerleşen tanıdıkları vasıtasıyla Ankara’ya gelmişler. Bir buçuk aydır Baraj Mahallesi’nde iki odalı bir evde yaşıyorlar. Ankara’da yaşamanın nasıl olduğunu soruyorum, kızı yanıtlıyor:
“Bu mahalle dışında Ankara’nın başka bir yerine hiç gitmedik. Nasıl olsun ki! Zaten başka seçeneğimiz yoktu, buraya geldik. Allah’a şükür komşularımız eşya verdi, başımızı bu eve soktuk”.
Eve 75 TL kira veriyorlar. Su ve elektrik gideri de ayda 100 TL’yi buluyormuş. “Nasıl geçiniyorsunuz?” diye soruyorum. Fatma Hanım anlatıyor:
“İki oğlum on beş gün önce Siteler’de işe girdi Allah’a şükür. Ondan önce gelen yardımlarla yaşıyorduk. İş buluncaya kadar çok zorlandılar, çünkü Suriye’den geldikleri ve hiçbir yasal belgeleri olmadığı için kimse onlara iş vermek istemedi. Şimdi yol ve yemek parası dahil haftalık 20 TL alıyorlar. O da yetmiyor 11 boğaza, ama yapacak bir şey yok, buna da şükür” diyor.
Oğulları ile aynı yerde çalışan Türkiyeli işçiler aylık 900 – 1000 TL kazanırken onlar sadece 600 TL alıyorlar. Sigortaları yok. Zaten aldıkları paranın çoğu yol parasına gidiyormuş, çünkü evlerinden işe gitmek için dolmuşa binmek zorundalar.
Lübnan’daki oğlunu da buraya getirip biraz da dil öğrenirler ve oturma ve çalışma izni alabilirlerse koşullarının düzeleceğine inanıyorlar.
Görüşme 4, Altındağ – Baraj Mahallesi
Üç odada dokuz aile, 35 kişi
Evine misafir olduğumuz üçüncü aile soru sormakta en çok zorlandığımız aile oldu. Üç odada kadın, erkek, çoluk çocuk 35 kişi yaşıyorlardı. Evdeki beş kadının kocası şu anda Suriye’de muhaliflerin saflarında Esad’a karşı savaşıyor. En azından ailelerinin kurtulması için eşlerini ve çocuklarını Türkiye’ye göndermişler. Diğer yaptığımız görüşmelerde fark ettiğimiz bir şey erkeklerin olduğu yerde kadınların fazla konuşmadığı olmuştu. Onların konuşabilmesini sağlamak için ayrı bir odada sadece kadınlarla konuşmak istediğimizi söyledik. Zaten evde sadece üç erkek vardı, diğerleri Suriye’de savaşıyordu.
Bu ev karşılaştığımız en yoksul evdi. Odaların tavanı yoktu ve branda örtülerle kaplanmıştı. Bazı pencerelerin camları yoktu ve yine afiş benzeri örtülerle kapatılmıştı camlar. Bazı valizleri hâlâ açılmamıştı, çünkü evde eşyaları koyacak dolap yoktu. Bazı çocukların hem anneleri hem babaları yoktu, çünkü Suriye’de öldürülmüşlerdi.
Ankara’ya dört ay önce akrabaları aracılığıyla gelmişler. Sınırdan geçerken muhalif olduklarını söylemişler ve doğrudan karakola götürülmüşler. Oturma izni verilmemiş, ama sınırdan geçmelerine izin verilmiş. Hiçbiri ismini vermek ya da fotoğraf çektirmek istemiyor. Kadınlardan biri açıklıyor: “Bu şekilde bir evde 35 kişi yaşamak çok zor oluyor tabii. Ama yapacak bir şey yok, başka şansımız yok. Mecburuz. Tahammül etmekten başka çaremiz yok”.
Üç odalı evde kadınların hepsi bir odada, erkekler bir odada, çocuklar da diğer odada uyuyormuş. Evde kimse çalışmıyor ve Ankara’da Baraj Mahallesi dışında hiçbir yeri görmemişler. Hepsi ilkokul mezunu, ama burada çalışmak istiyorlar: “Ne iş olsa yaparız. Ev temizliğine de gideriz. Yeter ki çalışalım, hiç olmazsa çocuklarımıza bakacak kadar para kazanalım”.
Tek umutları bir gün savaşın bitmesi ve ülkelerine geri dönmek. “İnsan hiç vatanını özlemez mi?” diyor birisi.
Kendileri burada olsalar da akılları Suriye’de, çünkü eşleri orada savaşıyor ve doğru düzgün haber bile alamıyorlar. Yine de bazen telefonda konuşuyorlarmış. Şu an çevreden gelen yardımlarla yaşıyorlar sadece.
Biz sohbet ederken ev sahibi geliyor. Onunla da konuşmak için diğer odaya geçiyoruz. Söyledikleri çok çarpıcı: “Ben bu evden kira almıyorum. Ama evde elektrik yoktu. Onlar buraya taşınınca ben kendi evimden elektrik çektim. Kira almasam da benim de gücümün bir sınırı var. Elektrik faturası geldi, en azından onun bir kısmını almam lazım”.
Şöyle devam ediyor: “Bu durum nereye kadar gider böyle bilmiyorum. Örnek Mahallesi’nde yaşananlar ortada (evleri yakılan Suriyelilerden söz ediyor). Aynı şeyin burada yaşanmayacağının garantisi yok. İnsanlar şikâyet etmeye başladı bile. Tabii ki yardım etmek görevimiz, ama bizim de bir sınırımız var. Benzer bir patlama burada olursa hiç şaşırmayın.”
Bizi Baraj Mahallesi’nden Kızılay’a getiren ve aynı mahallede yaşayan taksici, “Bunlar da nasıl özgürlük istiyor anlamıyorum. Kim savaşıyor şu anda Suriye’de? Hepsi buraya geliyor. Madem özgürlük istiyorlar neden ülkelerine gidip savaşmıyorlar?” diyor.
Hem ev sahibine hem taksiciye savaştan kaçmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyoruz dilimiz döndüğünce, ama ne kadar faydası olur bilemiyoruz.
Fotoğraflar: Ali Baydaş
[1] Mazlum Der, “Türkiye’de Suriyeli Mülteciler: İstanbul Örneği Raporu”, 2013, s. 5.
[2] Mazlum Der, “Kamp Dışında Yaşayan Kadın Sığınmacılar Raporu”, Haziran 2014, s. 7.