Stratejik Derinlik Yurtdışından Okunduğunda
Prof. Davutoğlu’nun 2010’da Yunanca’ya çevrilmiş olan kitabı, Yunanistan’daki Türkiye uzmanlarına göre Türk dış politikasındaki temel felsefeyi ve Türkiye’nin uzun vadeli amaçlarını ortaya koyan iki anlayışı dile getirmektedir:
1) Türkiye, çevresindeki ülkelerle eşit olmayan ilişkiler içine girmek istemektedir. Bunun gerekçesi, Türkiye’nin tarihî veya jeopolitik konumunun üstünlüğüdür; 2) Türkiye, Yunanistan’ın mevcut bazı haklarını kısıtlamak ve uluslararası hukuku ikincil sayarak yayılmacı politikalar izlemek istemektedir.
Kitaba Yunanistan açısından bakıldığında yapılabilecek itirazlar şöyle özetlenebilir.
1) Güvenin sağlanması ve “Yaşam Alanı”:
Kitap, Türkiye’nin komşuları (ve dolayısıyla, Türkiye) için güvensizlik ortamı yaratıcı ifadeler içermektedir. Bir kere, kitapta önemli yer işgal eden “Osmanlı bakiyesi” kavramının sadece Müslümanlar için kullanılması ve İmparatorluğun Hıristiyan halklarının dışlanması (s. 143-149), Huntington’un din temelli sınıflandırmasını çağrıştırmaktadır. Oysa Osmanlı kültürü, içinde yaşamış farklı etnik ve dinsel grupların ortaklaşa oluşturdukları kapsayıcı bir kültürdür. Türkçü Üç Tarz-ı Siyaset kitabı 1904 tarihli olduğuna göre, Osmanlı = Müslüman Türk denklemi ancak 20. yüzyılın ürünüdür.
İkincisi, Nazi Almanyası’nın yayılmacı mazereti olarak ünlenen ‘Yaşam Alanı’ (Lebensraum) kavramı kitapta Türkiye’nin çeşitli ülkeler ve halklarla ilişkileri çerçevesinde sürekli kullanılmaktadır (s. 102-118). Örneğin, “Kıbrıs'[ta] tek bir Müslüman Türk olmamış olsa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmak zorundadır. Hiçbir ülke kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız kalamaz” (s. 176, 179) ifadesi, Kıbrıslı Türkleri korumak için yapılan 1974 müdahalesinin çok daha genel bir strateji anlayışından kaynaklandığı kaygısını doğurabilir.
Bu durum Kıbrıs’la sınırılı kalmamakta, Ege adalarına ve Balkanlara da uzanmaktadır. Kitapta, “[Tarihî miras nedeniyle] Türkiye’nin kendi sınırları ötesinde de her an müdahil olması gereken de facto durumlar”dan söz edilmekte (s. 41), Türkiye’nin Balkanlarda Müslüman azınlıklarla ilgili müdahale hakkının bulunduğu ileri sürülmekte (s. 123), hatta, “[Doğu Trakya‘nın savunması] Balkanlar’da sınırlar ötesi oluşturulacak etki alanlarının diplomatik ve askerî anlamda aktif bir şekilde kullanılmasından geçmektedir” denmektedir (s. 55).
Bu durumda, kendilerini tehdit altında hisseden daha güçsüz komşular yeni ittifaklar kurup yeni dengeler aramayacak mıdır? Böyle olursa, barış dayatılarak mı sağlanacaktır?
2) Osmanlı mirası:
Kitap boyunca Osmanlı mirası, hoşgörüsü ve Pax Ottomana idealize edilmektedir. Oysa, bir kere, tarihi miras bir bütündür; Osmanlı’nın olumsuz yanları da mirasın içindedir. Korumasız halklara karşı seferler, talanlar, esirlerin pazarlarda satılması, devşirme ve müsadere sistemi, son dönemdeki ağır vergilendirmeler, din temelinde ayrım da, aynen Pax Ottomana gibi, Osmanlı’nın özellikleridir.
İkincisi, bütün imparatorluklar birbirine benzer; hiçbiri tebaanın kültürüne (dinine, diline, adetlerine, vb.) karışmaz; karışmak, ulus-devletlerin işidir. Bizans’ın Ermeni imparatorları olmuştur, ama bu, bugün anakronizm yapılarak Bizans’ın hoşgörürlüğüne ve çokkültürlülüğüne yorulamaz.
Üçüncüsü, kitap sürekli olarak “yegâne” ve “en” diyerek, Osmanlı’nın biricik olduğunu söylemektedir (s. 66, 81-83, 195). Karşıdakiler içinse aşağılayıcı ifadeler kullanmaktadır: “…terk edilen her Osmanlı şehri istilacı barbar güçlerce tahrip” edilmiş, “Bu anlamda Osmanlı şehirlerinin Batı medeniyet unsurlarınca çözülüşü veya bizzat tahribi kadîm insanlık birikiminin tarih sahnesinden çekilme süreci olarak tezahür etmiştir.” (s. 195). Bu söylemi, bu kadar farklı iki dünyadan bahsetmesi nedeniyle, Balkan halkları bir tahkir olarak algılamıştır. Üstelik, bu kadar üstün olan Osmanlı bakiyesi bir Türkiye’yle, “böyle bir mirasın yükümlülüklerini devralmayan” ülkeler, yani komşuları, eşitlik şartlarında savunma stratejisi oluşturamayacaklardır (s. 38). Çünkü bu komşuların ne tarihi buna elvermektedir, ne de öyle bir yükümlülükleri ve zorunlulukları vardır. Kaldı ki buradaki “yükümlülük” kelimesi, meşhur “White man’s burden” (Beyaz Adamın uygarlık götürme yükümlülüğü) kavramını çağrıştırmaktadır.
Kitapta, tahlil edilmeden kabul gören bir varsayım vardır: Devletlerin ve milletlerin tarih içindeki sürekliliği. Süreklilik, mirası meşru kılmaktadır, miras da bir stratejiyi: “Geçmişi kuşatan kadîm kavramı da, geleceği belirleyeceği iddiasını taşıyan Devlet-i Ebed-müddet kavramı da, bu stratejik zihniyetin muhtevasını dokuyan bir tarih ve kimlik bilincini yansıtmaktadır.” (s. 30).
Kitabı okuyan Yunanlıları da kaygılandıran zaten bu olmuştur: Yerel medeniyet havzalarına yayılan “kurucu ana unsur”un, süreklilik sergileyen stratejik zihniyetiyle kuracağı Pax Ottomana.
Bu yazı, Baskın Oran’ın hazırladığı Türk Dış Politikası adlı kitaptan (İletişim Yayınları, 2010) alınmıştır.