Rak Rak Raki, Yaktın Bizi TOKİ
Son on yılda gittikçe büyüyen bir hızla başta İstanbul olmak üzere tüm ülke büyük bir şantiyeye dönüştü. Her geçen gün ya yanlış uygulanan bir restorasyon projesinin ya da (şüphesiz ilkinden çok daha acı) şehrin kalbine saplanmış gibi duran kulelerin ‘az maliyet çok iş’ politikasıyla kurban ettikleri canların acısıyla, mega projelerin gölgeleri altında dolanır olduk. Şehrin merkezine bir o kadar yakın ancak reklamlarında mağara adamı / kadını kıyafetli insanları oynatarak bir o kadar da uzak olma iddiasında sayısız yeni “yaşam merkezi” birbiri ardına dikilirken, halk kızarmış patates yiyerek alışveriş yapabilsin diye 10 adımdan büyük olan her alan AVM’leştirildi. AVM’leştirme projelerinden birine karşı koymak ve elde kalan son yeşil alanı korumak isteyen canlar meydanlarda, kör sokaklarda şanslılarsa sadece marjinal/terörist ve çapulcu oldular, ama kimileri “efsane yazan” polislerle, “polis-asker-hakim olan esnaf”la karşı karşıya geldi, kör oldu, sakat kaldı, ardında ismini/acısını ve sonsuz bir adalet arayışını bıraktı.
TOKİ modern yapılar inşa etti, varını yoğunu bu evleri almak için banka kredilerine bağlayan canları seller aldı, TOKİ suçlanmadı. Nasılsa doğal afet, sorumluluk alınmayan her ölümün fıtratında vardı. Durmadı TOKİ, ‘deprem riski olan her eve kentsel dönüşüm lazım’ şiarı ile betonlaştırmaya devam etti. Sonra fark ettik ki şehirdeki tüm yoksul mahalleler ağır deprem riski taşıyor, betonlaşma bu riski en aza indiriyor ve kentsel dönüşüm ürünü yeni beton bloklarda yaşamaya eski sahipleri değil, devletin bu özverisinin karşılığını ödeyebilenler hak kazanıyor.
Kapitalizmin geldiği son nokta
Ancak tokileşme ve betonlaşma heves ve takıntısını bu hükümetin hırsına, yasa tanımayışına, çevre düşmanlığına, bir nevi intikam duygusuyla hareket etmesine hasredemeyiz; öne sürülen bu sebepler durumu kısmen ve yanılgıya sebep olacak şekilde açıklayabilir. Ortada bir partinin tavrından ve liderinin yapısından, kısaca şahsî art niyetlerden çok daha etkin ve vahim bir sebep bulunuyor; zamanın ruhu, yani yeni çağın akılsallığı, yani kapitalizmin geldiği son nokta: neoliberalizme bir merhaba deyiniz!
Neoliberalizmin farklı yaklaşımlar tarafından yapılan birçok tanımı mevcut. Bunlardan muhtemelen en çok bilineni David Harvey’ninki. Harvey, neoliberalizmi öncelikle bir ekonomik-politik pratikler teorisi olarak tanımlar. Bu pratiklerin amacı, girişimcilik ve rekabetin gelişebileceği özel mülkiyet haklarının, liberal ekonominin ve ticaretin şekillendirdiği bir yapıyı mümkün kılmaktır. Bu yapı içinde devletin rolü özel mülkiyet haklarını koruyarak ve pazarın genişlemesini sağlayarak bu pratikler için elverişli ortam yaratmaktır. Harvey’nin dikkat çektiği en önemli nokta şudur: Devletin artık kapitalist sistemde geleneksel olarak kabul edilebilecek bu rollerine ek olarak üstlendiği ve etkin bir şekilde kullandığı yeni bir rolü daha vardır; pazarın henüz var olmadığı alanlarda ( toprak, su, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çevre gibi) yeni pazarlar yaratılmasına yapısal düzenlemeler ile ön ayak olmak.
Böyle bakıldığında, neoliberalizmin kapitalizme getirdiği yeni soluk da daha belirgin olur; devlet eliyle yeni pazarlar yaratılır, bu pazarlar kapitalist sistemin dışında kalan ve kamusal kabul edilen alandan türetilir, türetilen bu pazarlardan mülksüzleştirme ile birikim elde edilir, elde edilen refah/birikim devlet üzerinden sermaye sahiplerine aktarılır, dolaylı olarak “yok”tan gelir elde edilmiş olur. Başka bir deyişle, neoliberal devlet, girişimci öznelerin rekabeti için kamunun ticarîleştirilmesi ve yeterince girişimci olamayanların ellerindekileri döngüye dahil ederek birikim sağlanmasını amaçlar. Neoliberal devletin sıklıkla başvurduğu kentsel dönüşüm projeleri, hâli hazırda birilerine ait olan şehir toprağını, ya mevcut sahiplerini borçlandırarak ya da bu borcu ödeyemeyenleri buralardan uzaklaştırıp yerlerine yenilerini borçlandırarak, yeni bir birikim sağlayacak bir meta haline getirir.
Para etmeyen yoksul mahalleler
Kentsel dönüşüm projelerinin görünen sebepleri, şehir yoksullarının daha iyi şartlarda, altyapısı olan, daha güvenli, depreme dayanıklı modern binalarda yaşayabilmelerini sağlamak olsa da, bu projeler genellikle projelerin uygulandığı bölgelerin el değiştirmesiyle sonuçlanıyor. TOKİ geliyor, yerinden edilmelerle inşaat alanı açılıyor, TOKİ’nin bir taşeronu tek tip beton blokları dikiyor, mahallenin yeni sahipleri bu bloklardan daire satın alıyor ve dönüşüyoruz. Böylece kentsel dönüşümün asıl hedefine ulaşıyoruz: Henüz yeterince metalaşmamış kent toprağından kâr etme, burada atıl durumda kalan refahı döngüye dahil etme. Para etmeyen yoksul mahallelere para edebilecek bloklar dikerek ve bu blokları bedellerini ödeyebilenlere satarak buradan kâr etmek. İşte tüm mesele bu!
Hâl böyle olunca, kentsel dönüşümün hedefi, vaktiyle şehir dışındayken zamanla şehrin merkezinde sıkışmış kalmış kayıtdışı yerleşimler oluyor. Kayıtdışı denildiğinde, genellikle akla önce gecekondular geliyor. İkinci olarak da yerleşimlerinin kayıtlarını sunamayanlar ya da sunsalar da önemsenmeyenleri düşünebiliriz.
Şehir yoksulundan işgalci suçluya
Öncelikle, neoliberal devletin yeni şehir algısını daha görünür kıldığı için devletin gecekondulara karşı değişen tutumundan bahsedeceğim. Sonrasında, kayıtdışı yerleşim olarak tanımlanabilecek Sulukule örneği üzerinden bu tartışmayı örneklendireceğim.
Büyük şehirlere göçün başladığı 1950’li yıllarda ortaya çıkan gecekondu mahalleleri 1960’lı/70’li yıllarda vazgeçilemeyen ucuz emek gücünün konaklama ihtiyaçlarını devletten beklemek yerine kendilerinin sağlamaları, kendi başlarının çarelerine bakmaları olarak görüldü. Bu yıllarda bu mahallelerde eğer büyük bir kamu projesinin alanına girmemişlerse (1. Boğaz Köprüsü ve Adnan Menderes Bulvarı/Vatan Caddesi inşaatları gibi) bugüne kıyasla büyük yıkımların, yasal yaptırımların olmadığını söylemek mümkün. Hükümetler 1980’lerde ve 90’lı yıllarda her seçim öncesi tapu vaadiyle gecekondu seçmenlerini tavlamak için gecekonduları yasallaştırmış, gelecek yeni gecekonduculara da tapu umudu vererek sempatizan seçmen yaratmanın yolunu bulmuştu.
Sonra, 2000’li yıllara gelindiğinde, gecekondu ve gecekonduculuk bağlamı tamamen değişti ve 2004’te yürürlüğe giren bir yasa[1] ile gecekonducu şehir toprağını işgal eden bir suçlu olarak tanımlanır oldu (5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu. Bu kanunun yürürlüğe girmesi ile birlikte sadece 2004 ve 2008 yılları arasında 11.543 yapı yıkıldı. Bu sayı, bu döneme kadar görülmüş en yüksek yıkım sayısıdır). Gecekondu dikmenin cezası da bu sebeple beş yıl olarak belirlendi.
Kendi başının çaresine bakan şehir yoksulu ve “aman lazım olur” seçmenden, şehir toprağını işgal eden suçluya geçiş, şehrin yeni algılanış biçiminden kaynaklanıyor: Artık şehir, herkesin yaşayabileceği bir toplumsal alan değil, rekabetin ve girişimciliğin alanı. Şehir, yeni yatırımlar/yabancı sermayeler için bir cazibe merkezi olmalı. Bu sebeple henüz refah döngüsüne dahil edilememiş, yeterince metalaştırılamamış, herhangi bir TOKİ projesinin ya da yeni yaşam alanlarının potansiyel konumu olabilecek şehir toprağı, üzerinde yaşayan gecekonducu/‘işgalci’ candan daha kıymetli.
Sulukule örneği
Gecekondu mahalleleri haricinde şehir yoksulu olmakla birlikte etnik kimlikleri sebebiyle de dışlanan/ötekileştirilen Romanların ve Kürtlerin çoğunlukla yaşadıkları mahalleler de kentsel dönüşümden nasibini aldı. Sulukule kentsel dönüşüm projesi bu projelerin ilki olması ve kamuoyunda çok tartışılması hasebiyle kentsel dönüşüm hafızasında haklı bir yere sahip.
Sulukule sakinlerinin birçoğu 1982’de hemen seçim öncesinde tapu tahsis belgesi almıştır. Bazı sakinlerin ise Osmanlı Devleti’nden kalma tapuları bulunmaktadır. Ayrıca, birkaç kuşak boyunca aynı evlerde yaşandığı için evin yasal sahibinin ölümüyle tapular ya kaybolmuş ya da resmi mirasçılar devlete başvurmadıkları için tapu haklarını kanıtlayamaz hale gelmişlerdir. Gecekondu mahallerinin aksine, Sulukule’nin kayıtdışı yerleşim olarak adlandırılması bu sebepledir. Mahallenin bu yapısının kentsel dönüşüm projesinin uygulanmasına zemin hazırladığını ve proje sürecini hızlandırdığını da ekleyelim.
Bu yazının geri kalan kısmı Sulukule kentsel dönüşüm projesinin uygulanış sürecine ve projenin sonucunda ortaya çıkan dönüşüme odaklanarak Türkiye’de bir kentsel dönüşüm projesi neden ve nasıl uygulanır sorularına yanıt arayacak.
Sulukule kentsel dönüşüm projesi dört farklı zeminin çakışması sonucu uygulanabilir oldu. Öncelikle yasal düzenlemeler gerçekleştirildi, Sulukule üzerine tehlike söylemi oluşturuldu, sonrasında kamu-özel şirket ortaklıkları kuruldu ve bu üçünün örtüşmesiyle birlikte proje centrifikasyon ile son buldu (Aslı İngilizce ‘gentrification’ olan bu kelime Türkçe’ye genellikle mutenalaştırma / seçkinleştirme / soylulaştırma olarak çevrilmiştir ve akademik yayınlarda sıklıkla kullanılır. Ancak, her üç çeviri de yerinden edilmeleri göz ardı ederek “kalkındırma” anlamı içerdiği için, “centrifikasyon”u kullanmayı tercih ediyorum).
Şehircilik alanında 2000’li yıllarda birçok kanun değişikliği gerçekleştirildi. Bu kanunların ortak amacı, yerel yönetimleri neoliberal şehirciliğin kıstaslarına uygun hale getirecek şekilde yeniden yapılandırmaktı. Yukarıda bahsi geçen gecekonducunun suçlu kabul edilmesi haricinde (5237 nolu kanun, 2004), belediyelere kentsel dönüşüm projeleri uygulama yetkisi verilmesi ( 5393 nolu kanun, 2004) ve taşınmaz tarihsel ve kültürel varlıkların yenilenerek korunması konusunda yine belediyelerin yetkili merci olarak belirlenmesi (5366 nolu kanun, 2005) bu yasal değişiklikler sonucu mümkün oldu. Özellikle 5366 nolu kanun Sulukule’nin kaderi açısından belirleyicidir, bu yasaya dayanarak Sulukule kentsel dönüşüm alanı olarak ilan edilmiştir.
5366 nolu kanunun uygulanmasının gerekçesi, olası bir deprem riskine karşılık taşınmaz doğal ve kültürel varlıkların korunmaya alınmasıdır. Bu sebeple, Fatih Belediyesi – herhangi bir bilimsel çalışmaya dayandırmadan – Sulukule’yi olası bir depremde zarar göreceği sebebiyle kentsel dönüşüm alanı ilan eder. Kısa bir süre sonra da TOKİ ile yenileme projesini imzalar. Belediye-TOKİ işbirliğinin açıklanmasının ardından mahalleli durumdan haberdar olur ve projenin iptali için yasal mercilere başvuru yapmaya başlar.
Projenin iptali beklenirken, 13 Aralık 2006’da Bakanlar Kurulu deprem riski sebebiyle acil kamulaştırma kararı alır. Acil kamulaştırma kararıyla mahalle sakinlerinde evlerinin yok pahasına kamuşlaştırılacağı korkusu hasıl olur. Ev sahipleri evlerini belediyenin önerdiği metrekareye 500 liranın üzerinde herhangi bir fiyata üçüncü şahıslara satar. Gönüllülerin yaptığı bir araştırmaya göre, ev sahiplerinin yüzde 20’si ilk sekiz ayda evlerini üçüncü şahıslara satmıştır. Sonra ne mi olur? İstanbul Jeoloji Mühendisleri Odası 18 Aralık 2007 tarihli raporunda Sulukule’nin kesinlikle deprem riski taşımadığını, herhangi bir önlem almanın gerekli olmadığını belirtir!
5366 nolu kanunun uygulanma gerekçesinin deprem riski oluşu bizi tehlike söylemine yönlendirir. Tehlike söylemi öncelikle 1999 İzmit depreminin toplumda oluşturduğu travmadan beslenen ve şehrin olası bir depreme hazırlıksızlığı temelinde kurulan bir söylemken, zamanla olası bir deprem riski ile aşırı nüfus, suç artışları, ulaşım problemleri, iç göç gibi diğer sorunlar ile şekillenen bir kamusal söylem haline gelir. Bu sebeple, tehlike söylemi olası bir deprem riski ile şehir yoksullarının kriminalize edilmesi arasında salınır durur. Proje uygulayıcıları deprem korkusunu kaşıyarak kriminalize edilen şehir yoksullarına yapılacak herhangi bir müdahaleyi meşrulaştırır.
Bu söylem öyle bir izlenim yaratır ki, sanki şehrin ve özellikle yoksul sakinlerinin tüm yapısal sorunları kentsel dönüşüm projeleri ile bir anda adeta sihirli bir değnekle dürtülmüşçesine değişecektir ve tam da bu sebeple, yani tek çözümün kentsel dönüşüm olduğu varsayımın pompalanmasıyla bu projeler aciliyet kazanır, sorgulanamaz olur, meşrulaştırılır, kentsel dönüşüm projelerini eleştirmek ihanetle denk tutulur. Bu sebeple, AKP meclis üyesi Köksal Özer Sulukulelileri doğuştan fuhşa yatkınlığı olanlar olarak tanımlamaktan, Erdoğan mahalleyi ucubeye benzetmekten ve projeye itiraz edenleri de ahlaksız olarak nitelendirmekten, Erdoğan Bayraktar da evlerini satan Sulukulelilerin sokaklarda kalmalarını “aldıkları paraları nerelere harcadıkları belli” diyerek meşrulaştırmaya çalışmaktan geri kalmayacaktır.
Neoliberal şehirciliğin alamet-i farikası kamu-özel ortaklığı, diğer bir deyişle taşeronluk, Sulukule projesinde de uygulanır. Belediye yıkımları gerçekleştirmekle yükümlüdür. (Birçok yıkım usulsüzce gerçekleştirilir. Tarihî eser kabul edilen evlerden bazıları “kazara” yıkılır, kimi ev içinde yaşayanlar varken yıkılmaya başlanır). İnşaat sürecini ise TOKİ’nin Anadolu’daki en büyük taşeronlarından ve MÜSİAD üyelerinden Özkar İnşaat sürdürür. Özkar İnşaat ayrıca sahibinin AKP Kayseri il başkanı olmasıyla da bilinir.
İnşaat tamamlandığında, mahalledeki tüm evler yıkılmış, büyük mücadeleler sonucu korunabilen birkaç tarihî ev yenilenmiş halde satışa sunulur. Proje başında iki-üç katlı olarak tasarlanan villalar, Belediye Başkanı’nın ifadesiyle “talebi karşılamak adına” dört kata çıkartılmıştır. Havuzlu, çift otoparklı villalara, cami, konferans salonları ve hükümete yakınlığı ile bilinen bir özel okul eşlik eder.
Yaktın bizi TOKİ!
Sulukulelilerin 15-20 bin liraya üçüncü şahıslara sattığı evler bugün 1 trilyona alıcı buluyor. Beş bin kişilik Sulukule nüfusundan bilinen 35 aile yeni yapılan lüks sitelerde ev sahibi. Bu ailelerin de birçoğu zorlukla ev taksitlerini ödemeye çalışıyor, geleceklerinden endişeliler.
Yerinden edilenlerin birçoğu belediyenin alternatif olarak gösterdiği Sulukule’ye 40 km uzaklıktaki Taşoluk’a taşındı, ancak kısa bir süre sonra eski mahallerine yakın olan Karagümrük’e döndü. Mahallelinin yüzde 50’sinin 500 liradan az kazandığı göz önüne alınınca, Sulukulelilerin Taşoluk’ta 400 lira kira ve aidatı ödeyememeleri sürpriz olmayacaktır.
Sulukule’de belediyenin 15 bin lira fiyat biçtiği bir ev, proje sonunda 1 trilyonluk bir villaya dönüştü. Binlerce kişi yerinden edildi, mülksüzleştirildi. Proje yolsuzluk soruşturmalarına konu oldu, AKP’li Recep Koloğlu 20 Kasım 2007’de partiden atıldığını öğrendikten sonra Sulukule’den sadece kendisinin evler almadığını, diğerlerinin de istifa etmesi gerektiğini söyledi. Proje tamamlanmadan mahkeme projeyi kamu yararına aykırı buldu. Mahkeme kararının açıklandığı gün anahtar teslim töreni gerçekleşti.
Sulukulelilerin protestolarda sık sık bağırdığı sözlerle bitirelim:
“Rak rak raki, yaktın bizi TOKİ!”