Politika mı Mimarlık Üretir?
Mimarlıkla Politika mı Üretilir?
Mimarlıkla politika ve ideolojiler arasında bir bağlantının varlığından ya da varolabileceğinden neredeyse kimsenin kuşkusu yok. Bunu mekân üretiminin bizatihi politik bir etkinlik olduğunu söyleyen Lefebvre’in “La production de l’espace”ı kadar kapsamlı tartışan kuramsal metinler de var. Historiyografik analize biraz meraklı olanlarsa, en azından 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyılın ortasına kadarki asra damgasını vuran sağ ve sol radikalizmlerin eylemlerini bunu örnekleyecek bir ürün toplamı olarak ele alabilirler.
Sovyet Devrimi ile Konstrüktivistler, İtalyan Faşizmi ile Füturistler, Nazizm’le Speer’in mimarlığı, her tür ulusalcılıkla ulusal tarihselci-romantik mimarlıklar kolayca örtüşürler. Aynı siyasal sözleri farklı mecralarda söylermiş gibi gözükürler. Yalnız aynı çağa isabet etmekle kalmazlar. O örtüşmeler amaçlanmış örtüşmelerdir de.
İdeolojiler, politik görüşler kendi özgül mimarlıklarını ortaya koymaya ve dayatmaya hevesli olmuşlardır. Ne var ki, genellikle bunun tek yönlü bir zorlama, güdüleme ilişkisi olduğunu düşünmek yeğlenmiştir ve yeğlenir. Yalnız totaliter siyasal-ideolojik karar mercileri böyle bir otoritelerinin olduğuna inanmakla kalmaz. Siyasetin ve ideolojilerin sanat ve mimarlık alanlarını biçimlendirme çabalarını olumlayanlar kadar lanetleyenler de, çoğunlukla duruma koydukları teşhiste çakışırlar. İlişki (sanki) yukarıdan aşağıya doğrudur. Sanat ve mimarlıkla siyasetin ilişkisi bir ast-üst hiyerarşisi içinde çalışırmış gibi tahayyül edilir. Alışılagelmiş historiyografik yaklaşım odur ki, önce ideoloji ve siyaset zemininde tanımlar ortaya konur, sonra da mimarlık bunları temel alarak mekânlar kurar.
Burada yukarıdaki historiyografik söylemler sorunsallaştırılacak. Acaba güzergâh ideoloji ve siyasallık alanından mimarlığa doğru mudur, yoksa, mimarlık ideoloji ve siyasallık üretimi bağlamında yaşamsal bir rol oynar mı?
Böyle soruları yanıtlamak için hızlı bir tarihsel gözlem işe yarayabilir. Örneğin, 1932 sonrasında Sovyet mimarlık sahnesindeki durumla Nazi Almanya’sındaki ve Faşist İtalya’daki hemen hemen eşzamanlı mimarî üretimler karşılaştırılabilir. Her üçünde de tarihselci, eklektisist ve klasisist denebilecek mimarlıkların yeşerdiği bilinir. Her üçünde de mimarlık üzerinde ideolojik bir ısrar vardır. İlkinde toplumcu-gerçekçi diye genelleştirilerek adlandırılan bir dizi teorik çalışma ortaya konmuştur. Nazi Almanya’sı Hitler’in Mein Kampf’ındaki ilgili pasajlardan başlayarak mimarlığı dönüştürmeyi, güdülemeyi ve “aykırılar”ı engellemeyi bir politika olarak benimsemiş gözükür. Mussolini İtalya’sındaysa ne liderin, ne de partinin mimarlık meseleleri üzerinde çok belirgin bir angajmanı vardır. İlk ikisinin aksine, İtalya’da yönetim mimarlığı bir siyasal başlık olarak vurgulamamıştır.
Sovyetler
Bu üç ülkede egemen ideolojilerle mimarlığın ilişkisi farklı tartışılmalıdır. Sovyetler’de ideolojik üretkenlik ve siyasal ikna mekanizmalarının mimarlığa ilk bakışta neredeyse ihtiyacı yok gibidir. Bunu kavramak için, sosyalist düşüncenin Stalinist kısıtlamalar ortamında bile, resmî, onaylanmış birikiminin devasa bir metinler toplamı oluşturduğunu hatırlamak yeter. Elde bazı yayınları teorik açıdan ideolojik içeriklerinin de ötesinde anlamlı olan bir sol düşünce literatürü bulunur. Ortada okunmaya değer bir şeyler vardır. Böyle bir ideolojik ve düşünsel “bolluk rejimi”nde mimarlık ürünlerinin ister inşaî, ister söylemsel açıdan olsun, siyasal düşünce birikimine yapacağı katkı küçük olur. O yüzden, kısıtlı içerikli, cılız bir toplumcu-gerçekçi metinler bütünü ortaya konacak, ideolojik güdüleme için mimarlıktan başka sanat alanlarına göre çok daha az yararlanılacaktır. Ancak, doğrudan mimarlık üzerine konuşma imkânları daraltılacak, dergi ve kitap gibi mecralar devlet denetimine alınacak, öznelerin mimarlık üzerine söz söyleme yolları tıkanıp binaların “konuşması” talep edilecektir. Belki o nedenle, inşa edilen yapıların bugün sanılanın aksine epey geniş bir biçimsel çeşitlilik gösterdiği söylenebilir. Kuşkusuz bir mimarî özgürlükten bahsetmek söz konusu bile olmaz; ama bu totaliter iktidarın kendisini meşrulaştırmak, amaçlarını ortama duyurmak, ideolojik açıdan ikna edici olmak için mimarlığa ihtiyacı azdır. Toplumsal yaşamın bütün pratiklerini ve teorik üretimin tüm bölgelerini kapsayan geniş Marksist literatür sorulabilecek her soruya adeta daha sorulmadan cevap vermeye hazır bir birikim oluşturur. Mimarlığın astarı yüzünden pahalı emeğine başvurmak için –“hevesli olmaya gerek yoktur” denemese de– az ihtiyaç vardır. Oysa, biraz aşağıda gösterileceği gibi, tam aksi yapılacaktır.
Nazi Almanya’sı
Tıpkı Sovyetler’de olduğu gibi, Nazi Almanya’sında da mimarlık üzerindeki siyasal baskı her anlamda ağırdır. Modernist yapı yapmak neredeyse yasaklanmıştır. Ünlü modernist mimarlar ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Führer mimarlığa kişisel bir ilgi duyar. Eline kalemi aldığı bile olur. Mimarlık meselelerini coşkuyla konuşmaya ve önce Troost, sonra Speer gibi “pet mimarlar”ıyla teşrik-i mesaiye meraklıdır.
Buna karşılık, Nazi düşüncesinin ve ideolojisinin içini dolduran –mimarlık merkezli ve/veya genel anlamda düşünsel– metinler bütünü küçüktür. Nazi ideolojisi, Sovyet sistemini bir illüzyonla bile olsa (çünkü tartışılabilirlikleri, eleştirel okunmaları engellenmiş) kuramsal verimiyle dolduran düşünürlerden de yoksundur. Nazizm’i temellendirdiği varsayılan, okunması önerilen metinler acıklı bir cılızlık gösterir. Örneğin, Nazi ideoloğu Rosenberg’in metinlerini en imanlı Naziler bile ender olarak okur. İdeolojik ortamdaki bu düşünsel açığı mimarlık dolduracak, adeta ideolojiyi ikame edecektir. O nedenle mimarlık merkezli büyük bir propaganda makinesi çalışır. Ekonomik kısıtlılıklardan ötürü inşa edilebilenleri çok az olan Nazi mimarlığı ürünlerinin imgeleri ülke içine ve dışına sürekli servis edilen bir meta haline getirilir. Hep aynı yapıların aynı imgeleri mimarlık konulu yayınlar aracılığıyla yeniden ve yeniden yayımlanır durur. İnşa etme fırsatları az olduğundan, benzersiz mimarî teknikler de kullanılır. Örneğin, Nürnberg’deki Deutsches Stadion ve yeni Berlin projesindeki kimi kamusal megalomanik yapılar gibi projelerin kısmî 1/1 ölçekli maketleri yapılır, inşaat alanında sergilenir.
O dönemdeki Nasyonal Sosyalist toplumsal güdüleme örgütlerinin mimarî faaliyeti başlıbaşına incelenmeyi bekleyen fenomenal bir çabadır. Bu mimarî çabaların, içeriğinde antisemitizm ve ırkçılık dışında hemen hiçbir şey bulunmayan bir derin cehalet rejimine bir başarı görüntüsü, aşınmaz bir disiplin ve güvenlik yanılsaması temin ettiği rahatça söylenebilir. Mimarlık genelde bir pratik olarak, binalarsa örnekleyici ürünler kimliğiyle Almanya’da bizatihi ideolojik birer mesaj olup çıkar.
Mussolini İtalya’sı
Oysa, Mussolini İtalya’sı en yakın ideolojik akrabasından çok farklı bir mimarlık ortamıdır. Faşist ideoloji mimarlıkla neredeyse ilgilenmez. Ne var ki, ideolojik siyasal kültürel söylemler içermesi bağlamında o da Almanya’daki kadar cılızdır. Onun da dağarcığında çok az şey bulunur. Ama Almanya’da mevcut olmayan ve Faşist düşünce tarafından varedilmemiş bir büyük ideolojik avantajı vardır: Kökenleri Antikite’den Rönesans’a ve sonrasına uzanan, dünya genelinde saygınlığı bulunan bir sanatsal-mimarî başarılar ülkesi sayılır İtalya. İtalya’yı aşan ölçekte İtalyanlar’ın mimarî becerilerini merkez alan söylemler, anlatılar, stereotipler egemendir ortama.
Böyle bir ülkede ve böyle bir dünya-tarihsel bağlamda, Faşist yönetimin tüm mimarî etkinlikleri, fazlaca ısrarlı bir ideolojik vurgu taşımasalar bile, çok kolayca siyasal rejimi üreten ve yeniden üreten bir nitelik kazanırlar. Hangi üslupta, hangi biçimsel malzemeyle ve hangi düşünsel arka planla ilişkili oldukları bile sorgulanmadan rejimin yaratıcı enerjisini ve vehmedilmiş erdemlerini ortaya koyarlar. O sayede örneğin, Terragni, Moretti ve BBPR modernist, Muzio Yeni Klasik, Piacentini akımlarötesi “libero” olarak çalışacak, uzlaşmaz farklılıkta Faşist mimarlıklar ortaya konacaktır. Bu çoğulluk ve yarattığı serbestiyet görüntüsü bile Faşist rejimin tanımlayıcı, aslî bir özelliği olarak kabul görüp onun olumlu toplumsal alımlanışını dünya genelinde biçimlemiştir. Ülke içinde ve dışında Faşizm olarak kavranan şey mimarlığın ortaya koyduğu surattır öncelikle. Mussolini’nin nutuklarından veya dönemin militarist göndermelerle dolu okul kitaplarından daha fazla bir tanımlayıcılığı ve ikna ediciliği vardır dönem yapılarının.
Mimarlık böyle rejimlerde siyasete ve ideolojiye içseldir. Başka bir deyişle, sanki siyasal değil bizatihi siyasettir; ideolojik değil neredeyse düpedüz ideolojidir. Bunu, ait olduğunu iddia ettiği ideolojinin düşünsel içeriksizliğini ikame ederek ve siyasetsizliğinin içini doldurarak yapar. Düşünsellikten yana içi boş olanın içinin mimarlıkla dolu olduğu illüzyonunu yaratır. Ve doğruca siyasal alanın daraltılmasına hizmet eder. Siyaset konuşmak için başvurulacak terimleri işlevsiz bırakır. Zaten görevi de odur. O yüzden, Nazi düzenini kavramak için Speer’in Reichskanzlei binası ile kapsamlı otoyol programı veya Faşizm bağlamında Mussolini’nin Roma merkezindeki istimlak-imar girişimleri ile büyük kent garları her sözel üretimden daha yararlı olur. Rejim, siyasal arkaplanından çok onlarda varlık kazanır.
İtalya ve Almanya’daki totaliter rejimlerde düşünsellik zaten ihmal edilebilir oranda küçüktü. Sovyetler’deyse elde geniş bir altyapısal siyasal literatür vardı, ama yönetim o birikimin potansiyel olarak mümkün kıldığı tartışma, siyaset üretme, düşünme rotalarını tekilleştirmek için çabalayacaktı. Özneler konuşabilecekken, çünkü konuşabilmek için gerekli bir altlık varken, susturulmuşlardır. İşte o zaman, sözgelimi, Moskova metro istasyonlarının “konuşturulması” gerekir. Bugün bile o istasyonlar siyaseti ikame etme görevlerini yapar ve o dönem için ve susturulmuşlar adına “konuşurlar”. Oysa sol siyaset her öznenin kendi bireysel ve toplumsal varoluşu hakkında dışavurumlarda bulunması imkânından başka nedir ki?
Çelişki ve gülünçlük
Bugün Türkiye’deki durum için benzer saptamalar yapmak mümkün. Sadece Ankara’daki Başbakanlık / Cumhurbaşkanlığı Kompleksi bile yeterince örnekleyici. Alelade ve beceriksizce tasarlanmış bu dev yapı inşa sürecinden başlayarak bir gündem başlığı yarattı. Aynı sözler sadece birkaç ay önce kamuoyunu meşgul eden ‘Ankara kent kapıları’ adlı çocuksu yapı programı için yinelenebilir. TOKİ’nin geleneksel kentsel kimliği yeniden üretme amaçlı tasarlama ve yarışma açma etkinlikleri de farklı değil. Hepsinde ortaya konan mimarî ürünleri aşağılamak, gülünçleştirmek, çelişikliklerine işaret etmek çok kolay. Örneğin, dilinden İslamiyet’i düşürmeyen bir iktidarın nasıl olup da Ankara kent kapılarında tebdil-i kıyafet etmiş Roma zafer takları imgeleri kullandığını sormak mümkün. Oryantalizm’in Saidçi yorumlarına müracaata fazlaca meraklı olanların o kapılardaki ilkel oryantalizmi nasıl görmediğine şaşırmak da zor değil. Tevazunun erdemlerinden söz edenlerin tasarımsal ve ekonomik aşırılık merkezli bir mimarlık düşlemeleri çelişkisini teşhis etmek de kolay.
Ancak, böyle düz mimarî ve ahlakî mülahazaların iktidarın yaklaşımı çerçevesinde önemli bir aksaklık doğurmadığını farketmek gerekiyor. Bu AKP oyuncakları mimarî nefaset veya muhafazakâr kimlik politikaları veya ahlakî idealler bağlamında yaşamsal veya ciddiye alınabilir değiller ki, onların terimleriyle yorumlanabilsinler. Bunlar, biraz yukarıda başka totaliter rejimler konusunda örneklendiği gibi, içi boş, düşünselliği cılız bir siyasal görüşler karışımına içerik sağlıyor. Hem varlıklarıyla, hem de belki daha da önemlisi, yapım süreçleriyle onu ikame ediyorlar. Hemen hepsinde ortaya konan (mimarî nitelikte olan ve olmayan) ürünler kendileri olarak değil, ortaya konuş ve savunuluş biçimleriyle anlamlı. Beş yaşında bir çocuğun bile acıklı çelişikliğine işaret edebileceği yapıları anlamlı kılan şey, onları gündeme taşıyan iktidar odaklarının asabi dili. O dili temellendiren maço konuşma hali, tartışmaya belki tek eksenini sağlayan iddialı, “ben bilirimci”, inatlaşmacı, demokrasi kavramıyla -en hafif deyişle- çatışan söylemler…
Eril konuşma üslubu
Bu nedenle, örneğin, Ankara’daki yeni Başbakanlık/Cumhurbaşkanlığı Kompleksi’ni biçimsel göndermeleri, her anlamda aşırılıkları, kuşkulu yasallığı, yeşil alana verdiği zarar gibi başlıklarda tartışmak onu hep “statecraft” (devlet yönetim zanaatı) pratikleri çerçevesinde okuma tuzağına düşmek olur. Oralarda yapılan aşırılık, aksaklık ve prosedür çarpıtmaları Türkiye’de yönetim zanaatının olağan halleridir sadece. Bunların vahametine odaklanmak siyaset alanını boşaltmak olur ki, iktidarın tam da istediği şey (kendisi farkında olmasa bile) odur.
Asıl tartışılması gereken, örneğin, o “ben yaparım, çünkü toplumsal iradenin ta kendisiyim” diyen dil olmalıdır; çünkü Ankara’daki kompleksin yapılabilmiş olması bile o dili meşrulaştırıyor. İtiraz, o eril konuşma üslubuna olmalıdır; çünkü o sayede o aşırı “süslü” bina bir erkeksi siyasal saldırganlık ediniyor. Eleştiriler o tarihyazma tekeline sahipmiş gibi esip savurma yaklaşımına yönelik olmalıdır; çünkü sıralanan o yeni örnek yapılar ve mimarlıklar tüm ülkeyi kuşatan bir historiyografik iktidar tesis etmeyi sağlamak için var. Ülkeye, kendi arkitektonik hallerince geçmişin ne olduğunu buyurup, bir bugün tarif etmeye ve gelecek önermeye kalkışıyorlar.
O yüzden, Taksim’e çoktan unutulmuş bir topçu kışlasını yeniden inşa ettirmek için ülke ölçeğinde kavga çıkartmanın rastlantı olduğunu düşünmek safdillik olur. Orada da, tıpkı yukarıda sıralanan diğerlerinde olduğu gibi, inşa edilenin veya edilmek istenenin özgül olarak fazla önemi yok. Önemli olan, bu mimarî girişimin ülkeyi yönetenin elinde tuttuğu iktidarı yeniden üretmesini ve bunu olabildiğince sert biçimde dışavurmasını sağlamasıdır. Bu lumpen-siyasetinse, mimarlıkta lumpen-tarihselcilik üretmesinden daha kaçınılmaz hiçbir şey yok. Hatta gerekli de… Böyle olması, tıpkı başka totaliter rejimlerde de olduğu gibi, aslında siyaset alanını kapatmak açısından işlevsel. Sözkonusu lumpen-tarihselci yapıları veya önerileri yorumlayan geniş bir çoğunluk, “neden rahatsızsınız, bunlar hiç de kötü değil” veya “pekala da güzel” veya “tabii ki tarihimize sahip çıkmalıyız” vs. diyebiliyorsa, o mimarlıklar siyaset alanının kapatılması görevlerini başarıyla yerine getirmiştir.
Yeryüzünün her ülkesinde böyle mimarlıklara onay verecek dev çoğunluklar tabii ki var. Ama, mimarlığa verilecek onaylar siyasal meşruiyetin ta kendisi gibi anlam taşımaya başladığında, totaliter rejimin de yolu döşenmiş demektir. Türkiye’de tam da böyle bir mimarî plebisit mekanizması çalışıyor.
İçinde düşünsel pek az şey bulunan, ideolojik sınırları belirsiz, birkaç basmakalıp argümanla tanımlı bütün siyasal görüşler bunun için uğraşır. Tartışmayı inşa edilmişlerin alanına çekmek için inşa eder ve orasını kavga alanına dönüştürüler. Toplumsal ölçekte düşünülürse, orada kaybetme ihtimali pek yoktur. İnşa ettiklerinin mimarî, üslupsal, estetik açılardan tutarlıklı olması ise ne gerekli, ne de mümkündür. Örneğin, AKP dönemindeki o ideolojik angajman iddialı tüm girişimlerde olduğu gibi, her zaman ortaya bir bulanık karışım çıkar. Öyle olur; çünkü içinde hemen hiçbir şey bulunmayan “boş ideolojiler”, aynı zamanda da içine her istenenin doldurulabileceği ideolojilerdir. Böyle bir totalitarizmde çelişme korkusu olmaz. Bugün ak denene ertesi gün kara, başka gün gri demeyi engelleyen bir düşünsel altlık yoktur.
Mimarlık aracılığıyla dehşet
Mimarî bağlamda da öyledir. Hiç kimse bir AKP yöneticisine veya ideoloğuna (eğer böyle biri varsa) yapmaya çabaladıkları mimarlıkların ne Osmanlı, ne Türk, ne İslam, ne muhafazakâr olduğunu kanıtlayamayacaktır. Oysa, bunu yapmak için çok az kuramsal emek gerektiği açık. Ne var ki, içi boş bir lumpen-ideolojik yapılanma yanlışlanamaz, kendisiyle çeliştiği gösterilemez, ahlakî zaafla itham edilemez. İçi boş olan kendi içeriğiyle çelişmez ki…
Ancak, bu hal bir zaaf değil, o sistemin işlemesini sağlayan imkândır da aynı zamanda. Öyle bir siyasal görüş çorbası, fütursuzca eylemde bulunmasını engelleyen hiçbir içdüzen ilkesine sahip değildir ki, çelişme korkusuyla kendisini sınırlasın. O sayede, sözgelimi, her dış siyaset savrulmasını rahatça gerçekleştirir; bugün özgürlükten ertesi gün kısıtlamadan konuşur; dün ortak olduğuna bugün savaş açar; önce AB’ye girme mesajları verir, sonra “onlara hiç ihtiyacım” yok diyebilir; özgürlükler paketi çıkardığı gün yasal düzende tahribat yapabilir.
Mimarlık, işte bu gibi bir iktidarın boş siyasal ideolojisinin içini dolduran, çünkü gözle görülebilen, deneyimlenebilen mükemmel bir malzemedir. Ayrıca, yukarıda işaret edildiği gibi, o mimarlıkların müsebbiplerine daima kazanacakları bir plebisit ortamı yaratır. O mimarlıkların içine de her istenen tarihsel ve/veya güncel arkitektonik/biçimsel malzeme doldurulabilir, ama yine de çelişki oluşmaz. Plebisit daima “çok güzel olmuş” sonucunu verecektir.
Özetle, Ankara’nın Disneyland kapıları veya Sultanahmet taklidi Çamlıca Camisi veya korkunç mimarîsiyle Cumhurbaşkanlığı Kompleksi her şeydir de komik değildir. Bize mimarlık aracılığıyla ideolojik, siyasal bir dehşet uygulamak için varlar ve bunu başarıyla yapıyorlar.