Mustafa Arslantunalı
Yakın zamana kadar, buzul çağının sonları söz konusu olduğunda ortada bir “biz” vardık, bir de Neanderthal’ler. İnsan ve insan olmayan. Sonra Denisova’lılar ortaya çıktı; Homo sapiens ve Neanderthal’lerin de kullandığı Altay dağlarındaki bir mağarada bulunan birkaç kemik ve dişten, yeni teknikler sayesinde insanın daha önceden hiç bilinmeyen yakın bir akrabasına dair bir dizi genetik bilgi elde edildi. Üstelik, bu yeni tür hem Neanderthal’lerle hem de Homo sapiens ile gen alışverişinde bulunmuştu! Daha beş on yıl öncesine kadar, Neanderthal’ler ile Homo sapiens’in hiç melezleşmediği sanılır ve hatta bunun sebebi araştırılırken, şimdi Afrika kıtası dışında yaşayan herkesin Neanderthal’lerle ortak genleri olduğu biliniyor.
Yine yakınlarda Neanderthal’lerden kalan mağaralardaki geometrik şekiller sanat mıdır değil midir tartışması yapıldı. Neanderthal’lerin sanat yapamayacağını iddia edenler, bu sefer Endonezya adalarında bulunup da bir asırdır çekmecelerde bekleyen yarım milyon yıllık –insansı eliyle üretilmiş– midyeler üzerindeki çizimlerin Homo erectus işi olup olmadığını, öyleyse sanat sayılıp sayılamayacağını tartışmak zorunda kaldı.
Avrupa kıtasının eski yerlilerinin daha yedi sekiz bin yıl öncesine kadar mavi gözlü ve kara derili avcı-toplayıcılar olması, bütün bu haberler içinde en çarpıcı olanıydı belki. Eski teoriye göre, insanlar Ekvator’dan uzaklaştıkça ultraviyole ışınları azaldığı için koyu renk pigmentlere ihtiyaç duymuyorlar, daha az güneş ışığından daha fazla D vitamini alabilen beyaz tenlilerin hayatta kalma şansı artıyordu. Oysa yeni bulgular, bu sürecin o kadar da hızlı işlemediğini, ten renginin kolay kolay açılmadığını gösteriyor. Başka bir faktör var: Topluluk üyelerinin yeterince protein alabildiği avcı-toplayıcı hayat tarzından tarım toplumuna geçişte, ciddi bir D vitamini eksikliği doğuyor, ten rengi bu eksikliği kapatmak için hızla açılıyor…
Bütün bu olup bitenlerin en şaşırtıcı tarafı ise, bu haberlerin yarattığı saf şaşkınlıklardı. Meğer, sanatın Homo sapiens ile başladığını, 30.000 yıl önce bir anda “modern insan”ın ortaya çıkıverdiğini düşünen ne çok Homo sapiens varmış!
Google’da evrim ya da “evolution” yazdığınızda yukarıdakine benzer bir resim gelecektir: Maymundan insana geçişin o bildik klişesi. Adım adım ilerleme. Bu resimle kastedilen şeyin evrim olmadığı neredeyse yüz yıldır söylense de, yakınlardaki bulgular resmi iyiden iyiye karikatürleştirse de, resim ve tabii ki resmi popüler kılan algı değişmiyor. Neden?
Kışkırtıcı bir tarzda şöyle denebilir: Belki de evrim, zihinlerimizi evrimi anlayamayacak şekilde biçimlendirmiştir ve değişmezliğe olan inanç insanın özünde vardır! Richard Dawkins’in dediği gibi, “İnsan aklı nedereyse Darwin’i yanlış anlamak üzere tasarlanmış gibidir.”
Tabii, evrimin hiçbir şeyi biçimlendirmediğini, tam da o biçimlenmenin, dönüşümün adı olduğunu da eklemek şartıyla. Evrimi yönlendiren bir bilinç ya da özne yoktur. Aynı şekilde, tarihten ve evrimden bağımsız herhangi bir özden söz etmek saçmadır. Dawkins’in cümlesindeki “tasarlanmış gibi” ifadesinin tehlikelerini hiç saymıyorum.
Özcülük
Özcülük (essentialism) ya da esasicilik, bir türün, bir topluluğun, bir kategorinin, bir nesnenin… ezelden beri değişmez özellikleri olduğuna ve bu özelliklerin o topluluğun her örneğinde bulunduğuna inanmaktır. Hatta ileri giderek, özcülere göre o topluluğun her bireyi belli bir amacı gerçekleştirmek üzere o özellikleri içerir. Örneğin, bağlamdan ve tarihten bağımsız ‘Türklük’ diye bir öz vardır, Türk olan herkes bu özellikleri taşır, her biri merttir, misafirperverdir vs, vs. Türk’ün kaderi dünyaya hükmetmektir vs. Hatta, kim bilir, ilk Türkler Altay dağlarındaki Denisova mağarasında yaşamışlardır?
Kadınlar anne olmak için yaratılmıştır, hepsi narindir, her kadın bu özellikleri taşır filan falan. Milliyetçilik, erkek egemenlik, ırkçılık şeklinde tezahür ettiği ve yaşadığımız dünyanın çeşitliliğine çok uzak düştüğü halde özcülük o kadar yaygındır ki, değişimin alanı olan evrim kuramı içinde bile yer edinebilmiştir. Sadece evrimin popüler yorumlarında değil üstelik, genetik determinizmi savunan ciddi teorilerde de…
Evrimin anlaşılmasının önündeki en büyük engelin özcülük olduğunu ilk vurgulayan ünlü biyolog Ernest Mayr’a göre, bir Darwin’in çıkagelmesi için yüzyılların geçmesinin tek sebebi, Platoncu özcülüktü. Dawkins de Mayr’a referans vererek Yeryüzündeki En Büyük Gösteri’de “Platoncu at gözlükleriyle örtülmüş zihin”lerden yakınıyor: “Daimi bir tavşanlık, yani gökyüzünde asılı tavşanlık özü yoktur. Sadece tüylü, uzun kulaklı, dışkı yiyen, bıyıkları seyiren bireylerden oluşan; boyut, şekil, renk ve yatkınlık çeşitliliğinin istatistiksel dağılımını taşıyan popülasyonlar vardır.”[1]
Tıpkı, İngilizlik, Türklük diye bir öz olmadığı gibi; sadece tarihin belli noktalarında belli bir dili benimsemiş, aynı coğrafyada yaşadığı için birbirine benzer alışkanlıkları olabilen bazı popülasyonlar olduğu gibi.
Bırakalım ırkları bir yana, biyolojik türlerden bile söz etmemek gerektiğinin ileri sürülebildiği günümüzde, özcü önyargıların hâlâ bu kadar yaygın oluşunu nasıl açıklamalı? Platoncu at gözlükleri, çok daha derinlerde olmasın sakın?
Araştırmalar, somut düşündükleri düşünülen çocukların daha okuma yazma bilmeden –yani henüz Platon’u okuma fırsatını bulamadan– özcü olduklarını ortaya koyuyor. Örneğin, Susan Gelman The Essential Child’da özcülüğün çok erken bir bilişsel eğilim hatta önyargı olduğunu ileri sürüyor: Dil öğreniminin ayrılmaz bir bileşeni olarak özcülük… Dawkins’in dediği gibi, “Gelişen zihinleri, nesneleri her biri kendine özgü bir isme sahip olan ayrık kategorilere ayırırken, akıl sağlıklarını korumak için belki de öyle olmak zorundalar.” [2]
Dil gelişimi sürecinde, sözcük dağarcığı gelişirken, genelleme yaparken, nesneleri birbirinden ayrıştırırken, nedensel açıklamalar yaparken, çocuklar doğal olarak özcüdürler. Hep aynı hikâye: Karmaşık ve akışkan bir dünyayı anlayabilmek için beynimiz olguları parçalamaya, bölmeye, kategorilere ayırmaya, dondurmaya meyillidir, en başta dilin kendisi böyle yapılanmıştır.
Sürekli değişen bir dünyada, şeylere değişmezlik atfetmek gerekli, hatta zorunlu olabilir. Gelman, kadın, erkek, kedi, köpek gibi özcü kategoriler yaratırken çocukların bu “öz”lerin ne olduğunu tam olarak bilmediklerini vurguluyor. Aslında büyüyünce de değişmeyen bir şey bu: Beyaz ırkın ‘özünün’ ne olduğunu tam olarak bilen var mı?
Güneşin amacı ne
Birkaç milyon yıl yaşadığı avcı-toplayıcı hayat, türümüzde derin izler bırakmış, onu biçimlendirmiştir. Zihinlerimizi belirleyen şey de, atalarımızın yaşadığı dünyaydı. Her şeyin değiştiği dünyada küçük gruplar içinde ayakta kalmaya çalışan insansılar için, sabit, değişmez şeylere bağlanmak kadar, olan bitene dil içinde açıklamalar getirmek de önemliydi: Nedensellik ilişkilerinin keşfi, her olayın arkasında bir başka özneyi aramayı gerektiriyordu. Sonuçta, grup içindeki sosyal ilişkiler ve mücadeleler içinde, öteki öznelerle yarışarak, Allison Jolly’nin Lucy’nin Mirası’nda ayrıntılarıyla ortaya koyduğu gibi “her şeyde bir amaç arayan bir sosyal primat aklı” geliştirdik.
Doğayı insansılaştıran bir zihin, her doğal olguda bir amaç, bir niyet aramaya koyuldu. Bu niyetlerin ardında da, grup içindeki rakiplere ya da müttefiklere benzer özneler. Tanrılar doğdu.
Zihinsel yapıların evrimsel kökenleri hakkında düşünürken de, özcü davranma tehlikesi yok değil: Özcülüğün, teleolojik düşünmenin, kişileştirmenin “kaderimiz” olduğu fikri, bazı bilimcilerin yazdıklarına bile sızabiliyor… “İnsan doğası”nı araştıranlar, sonuçtan sebebe giderek bugünkü davranışlarımızı birer birer milyon yıllık evrimsel süreçlere bağlamaya, tek tek davranışlarla genler arasında bağlantılar kurmaya ve genetik kodlarımıza kazılı “insan doğası”nın özünü ortaya çıkarmaya çalışabiliyor.
Bu yapılar, eğilim ve önyargılar, Platon’un icat ettiği, dolayısıyla seçebileceğimiz şeyler olmadığı gibi, milyon yılın sonunda geliştirilmiş de olsalar, yakın tarihimizin de gösterdiği gibi değiştirilemez, sabit şeyler değil.
Tersine örnekler de bulunabilir: Bugünkü düşüncemizin içine sızmış olan ilerlemeciliğin, doğanın, tarihin ve evrimin ilerlediği fikrinin, topu topu üç-beş yüzyıllık bir tarihi var. Bunun da her şeyden çok teknolojinin gelişimiyle bağlantılı olduğu söylenebilir.
Sağduyu
Bilim ile teknoloji çoğunlukla bir arada değerlendirilir, hatta birbirine karıştırılır. Oysa bilim tarihinde, çok büyük teknolojik başarıların kaydedildiği ama bilimsel herhangi bir gelişmenin yaşanmadığı dönemlere sık rastlanır: “Binlerce yıl boyunca hemen hemen hiçbir kültürde mitoloji ve kozmolojinin doğanın yapısı konusunda ne eleştirel bir gelenek ne de bir merak geliştirmemiş oluşu, bilimin doğadışı doğasına inandırıcı bir kanıttır. İnsanoğlunun yaratılıştan meraklı olduğu savı tümüyle safsatadır, yanlış bir efsanedir. İnsanın merakı sadece davranışını etkileyen unsurları kapsar.” [3]
Bilimin sağduyuya her zaman aykırı olduğunu ileri süren Wolpert’e göre, nasıl ki evrim çarkını başa döndürüp tekrar izlediğimizde Homo sapiens ortaya çıkmayabilecek idiyse, yani insan evrimin kaçınılmaz bir sonucu değilse, tarih içinde bilimin doğuşu ve gelişmesi de bir dizi rastlantıya ve özel koşullara bağlıydı.
Bilimin sağduyudan beslendiği, “eğitilmiş sağduyu”dan başka bir şey olmadığı fikri, bilimciler arasında bile yaygın. Oysa karmaşık ve aşamaları tek tek tanımlanmış bir süreç olarak bilim, hem uygulanışı hem de sonuçları açısından sezgilerimize ve sağduyu dediğimiz şeye aykırıdır: Yaşadığımız, içine doğduğumuz dünyaya dair geliştirdiğimiz davranış kalıplarının tümüne verilen isimle sağduyu, gündelik hayatın sınırları içinde geçerlidir. Duyularımızla ölçebildiğimiz, gövdemizle sınayabildiğimiz sınırlar içinde. İster ormanda, ister savanlarda, isterse çelik kulelerde yaşayalım, bu dünyadan bir dizi doğal beklentimiz vardır. Halbuki bilimin gündelik deneyimin ötesine geçen ölçümleri, bu beklentileri karşılamaz: “Bilim ‘bilinmeyeni’ bildik terimlerle açıklamaya çalışmaz. Tam tersine genellikle bilineni bilinmeyen terimlerle açıklar.”[4]
Bizler de, herhangi bir bilimsel kuramı sağduyumuzla, yani gündelik hayatın tartısıyla tartar, sonuçları itiraz edilemeyecek gibiyse mecburen kabulleniriz…
Evrim sağduyumuza ters
Yaradılışçılar başta olmak üzere evrime karşı çıkanların en büyük kozu, evrimin sağduyuya aykırı görünmesidir. Milyonlarca yıllık süreçleri gündelik hayatla tartmanın safdillikle açıklanamayacağı, burada bir anlamazlık kadar anlamazdan gelmenin, dinsel tabuları koruma güdüsünün de olduğu açık.
Sağduyu şunu sorar mesela; rastlantıyla nasıl olup da bizim gibi karmaşık ve mükemmel yaratıkların ortaya çıkabilmiş?… Mükemmel olduğumuz iddiasının komikliği bir yana, tamamen rastlantıya dayalı yazı tura atışını yüzlerce kez tekrarladığınızda bile şaşmaz bir sonuç elde ediyorsunuz: yüzde elli. Daha önemlisi, bilimsel dildeki rastlantı terimi, günlük hayattaki rastlantıyla aynı değil. Başka bir deneyime hitap eden bilimin dili de gündelik dilden farklı. Bütün bilimsel kuramlar gibi, evrim kuramı da sağduyu dediğimiz şeyle uyuşmaz.
Evrimi kavramaya çalışırken içimizdeki özcü harekete geçer ve “Kayıp halka nerede?” diye sorar. Aslında her bir bireyin bu devasa değişim sürecinde dev bir zincirin halkası olduğunu görmeksizin. Çünkü birbirinden ayrı türler, birer öz olarak bir yerde durmaktadırlar. Aslolan özlerdir ve onları birbirine bağlayan zincirler aranmalıdır!
Evrim kuramı bizzat değişimin kuramıdır ve en basitinden türlerin birbirine dönüşebildiğini ileri sürer. Türler sabit değildir ki bir türden diğerine geçişte ara form olsun. Ara form diye bir şey olsaydı, herkes ara form olurdu. Ara form diye aranıp duranların kafasında belli ki birtakım sabit “ana formlar” mevcuttur…
Neanderthal’lerin ya da çok eski insansıların sanat yapmış olması şaşırtıcıdır, çünkü içimizdeki türcülük, bu gibi “yüksek” şeylerin Homo sapiens’e ait olduğunu varsayar. Özcülük bizi, modern insanın bütün melekeleriyle, bir anda ortaya çıktığına inanmaya yönlendirir. Dolayısıyla, az da olsa Neanderthal geni taşıyor oluşumuz, ya da Denisovalı’larla da karışmış olmamız, pek gururumuzu okşamaz. (Oysa Homo sapiens ile Neanderthal’lerin on binlerce yıl aynı coğrafyada yaşadığı uzun süredir biliniyordu, asıl hiçbir gen alışverişine girmeselerdi tuhaf olurdu.)
Türcülüğün vardığı uç nokta, insanlık dışında tanımlanan herkese ve her şeye insanlıkdışı davranabilme hakkını insana vermesidir, bugün hümanizm ile toplama kampları arasındaki bağlantının dolaylı olsa da çok zayıf olmadığı kabul ediliyor artık.
Özcülük öyle derinlere sızmıştır ki her koşulda ‘işler’: İnsan evriminin belli bir noktasında, Homo sapiens’in gittikçe kuzeye yönelmesiyle sarı saçlı mavi gözlü beyaz tenli bir ırk ortaya çıkar. Zorluklarla başedebilen bu güçlü ırk, dünyaya hakim oluverir… Bu hikâyeyi açıktan savunan ırkçılarla, neredeyse bilinçdışında kabullenmiş daha büyük çoğunluk için, Avrupa kıtasının en eski modern sakinlerinin karaderili oluşu da sanmayın ki ciddi bir şok yaratacaktır. Hikâyeler kolay ölmez, efsaneler dokuz canlıdır.
Daha ileri gidersek, belli bir literatür içinde “yeni kadercilik” haline getirilen genetik belirlenimcilik, daha bilimsel bir rotada, yine insanın genlerle belirlenmiş özünü ortaya koymaya çalışıyor.
Hepimiz göçebeyiz
“Türkler hâla göçebe kültürünü yaşattığı için” diye başlayan klişeler, bin yıllık uzun ve karışık bir tarihi dümdüz hale getirir. Biz Orta Asya’dan gelmişizdir, o zamanki biz’le şimdiki biz’i birleştiren bir öz, bir cevher vardır. Nedir o, kimse bilmez. Genetik araştırmalar Orta Asya’da yaşayanlarla bugünkü Anadoluluların gen benzerliğini yüzde 8 (son yüz elli yıl içinde onca yer değiştirmeye, imhaya, göçe, soykırıma ve mübadaleye rağmen) olarak kesinleştirmeden çok önce de, IX. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yılda ne kadar göçmen gelebildiği biliniyordu… Dolayısıyla, efsane genetik analizlerle çökmeyecek, hiçbir zaman bir hakikate dayanmış olmadığı için başka bir hakikat karşısında eriyip yok olmayacak. Tıpkı, sıraya girmiş olan insan türlerini sergileyen evrimin meşhur klişesi gibi. Evet, o çizimi daha çok göreceğiz.
Peki, yapılacak hiçbir şey yok mu? Dili ehlileştirmeye çalışmak bir adım olabilir. Orta Asya’dan gelen Türkler yerine “Türkçe konuşanlar”ı tercih etmek örneğin. Tabii, Orta Asya şişinmeciliği ile, özcülüklerle, milliyetçiliklerle, ayrımcılıklarla ve toptan yargılarla mikro düzeyde de savaşmak şartıyla. Irkçılık konusunda son yarım yüzyılda dünya çapında alınan muazzam mesafe, bir örnek teşkil edebilir. Bu uğurda onca mücadeleyle alınan yolun bir arpa boyuna inmesinin anlık bir şey olduğunu da unutmaksızın.
Çünkü artık çok iyi biliyoruz ki, ırk fikri ırkçılıktan sonradır, onun gerekçesi ve bahanesidir. Evrim sürecinin sonuçlarından biri olarak edindiğimiz bilişsel önyargılardan (cognitive bias) bir tanesi olan özcülük, üstesinden gelinebilir, alt edilebilir bir şeydir – işimize gelirse!
Tuhaf şey: Evrimi kavramanın zorluklarıyla insan olmanın önündeki zorluklar ne kadar benzeşiyor.
[1] Richard Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, Kuzey Yay., s. 28.
[2] Richard Dawkins, a.g.y., s. 30.
[3] Lewis Wolpert, Bilim Sağduyuya Karşı: Bilimin “Doğal Olmayan” Doğası, Sarmal Yayınları, s. 80-81.
[4] Lewis Wolpert, a.g.y., s. 80-81.