İklim değişikliği ve ‘top 10’
İklim değişikliğinin orta sınıfların entelektüel hobisi ya da bilim insanlarının geleceğe dair çılgın fantezisi olmadığını tüm dünyada giderek büyüyen ‘iklim adaleti’ hareketi ortaya koyuyor. Eylül ayında New York sokaklarını dolduran yüz binlerce aktivist iklim adaleti hareketinin, George W. Bush ve küresel şirketlerin iklim değişikliği diye bir şeyin olmadığını kanıtlaması için para bastığı araştırmaların yayınlandığı günlerden çok uzakta olduğunu gösterdi.
Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ni protesto etmek amacıyla sokağa çıkanların çeşitliliği, karşı karşıya olduğumuz felaketten en çok etkilenecek olanların da fotoğrafı gibiydi: İşçiler, öğrenciler, büyükanneler, inanç grupları, yerli halklar. Kısaca, sıradan insanlar. Bu fotoğraf iklim değişikliğine karşı mücadelenin kritik noktasına dair bir ipucu veriyor bize. Bu mücadele sıradan insanların birbirlerine veya ‘tabiat anaya’ karşı verdikleri bir kavga değil. Mevcut ekonomik sistemin, yani kapitalizmin temel işleyişine karşı verilen bir mücadele. İklim değişikliğinin başlıca sorumlusunu ana akım bilimsel raporlarda bile görmek mümkünken, kapitalist sistemin işleyiş mantığı ve ekolojik kriz arasındaki ilişkiyi daha açık konuşmalıyız.
Bu noktada kapitalizmin doğaya ve insan-doğa ilişkisine bakışını incelemek gerek. Bu bakışın nedenini, yani kapitalizme içkin olan özellikleri ve alternatifleri tartışmalıyız.
Kâr amaçlı üretim
Bugün ekolojik kriz üst başlığıyla tartışabileceğimiz gıda, salgın hastalıklar, yok olan canlı türleri, doğa katliamı, seller, kuraklık gibi birbirine bağlı halkaların oluşturduğu zincir, aynı zamanda 2008’den bu yana yaşanan küresel finansal krizle de el ele gidiyor. Bu hikâye, kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde egemen sınıfların kâr amaçlı üretimin sürekliliği adına taraf olduğu tercihlerin hikâyesi.
Geliştiği dönemden itibaren kapitalizm için doğa, yani doğal dünya, insan ihtiyaçlarını karşılamak için ‘kullanılabilir’ bir meta olmuştur. Kapitalizm, insanın doğal dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğu fikrinin aksine, ‘başka bir topluluğa egemen olan bir fatih’ gibi doğaya hükmedebileceğini varsayar. İnsanı tıpkı emeğine olduğu gibi doğaya da yabancılaştırır. Toprak, tarım yapılabilecek boş araziden ibarettir. Kapitalizm için daha kârlı olan tarım yöntemlerinin toprağı verimsizleştirmesi önemli değildir. Ormanlar bir taşla iki kuş vurulabilecek yerlerdir. Yok edilen ormanlarla kentleşmeye açılabilecek yeni alanlar elde edilirken, hiçbir yatırım yapmadan üretim için gereken hammaddeyi temin ederler. Kısaca kapitalizm için doğa, 19. yüzyıldan bu yana hem bir tüketim nesnesi hem de üretim aracı olmaktan ibaret.
Kapitalizmin gelişimine tanık olan Marx ve Engels, yeni üretim ilişkilerini analiz ederken kapitalist üretim tarzının gezegeni yok oluşa sürükleyeceğini kolaylıkla kavramışlardı. Üstelik 19. yüzyılda güneşle çalışan makineleri icat eden mucitler için de, kömür ve petrol rezervlerinin tükeneceği açıktı. İki yüz yıl önce güneşten enerji elde edilebilecek teknoloji icat edilmiş olmasına rağmen bugün hâlâ üretimin gezgeni yok oluşa sürükleyen fosil yakıt kaynaklarıyla gerçekleşiyor olması, tarihin doğal akışının sonucu değil, bir tercih. Yani sorun teknolojik değil, politik.
Kâr, rekabet, zaman
Bu tercihi sadece ‘piyasa’ olarak açıklamak yeterli değil. Kapitalist üretim ilişkilerinin temel mantığı doğayı talan eden politikaları gerekli kılıyor. Dolayısıyla, sistemin temel dinamiği işlemeye devam ettiği sürece, piyasa koşullarında yapılacak düzenlemeler ve çıkarılacak çevre yasaları kalıcı bir çözüm sunamaz. Sistemin tercihinde belirleyici olan anahtar kelimeler: Kâr, rekabet, zaman.
Otomobil üreten bir fabrika sahibiyseniz büyük bir baskı altındasınız demektir. Öncelikle şirketinizi ayakta tutmak için kâr elde etmelisiniz. Bunun yolu, en ucuz maliyetle en fazla verimi elde etmektir. Üstelik maliyetleri düşük tutacak ve kârı sürekli kılacak yöntemlere düzenli olarak ayak uydurmak zorundasınız, çünkü sizin gibi otomobil üreten diğer firmalarla rekabet etmeniz gerekmektedir. ‘Ben kendi kurallarımla oynayacağım’ demek, ‘bu oyunda yokum’ demekle eşdeğerdir. Tek bir fabrika sahibi olarak doğadan yana ‘etik’ bir tercihte bulunup ekolojik kaygıları gözeterek üretim yapmanız piyasada gerilemeniz ve rakiplerinizin üzerinize basarak ilerlemesi demektir. Siz iflasa sürüklenirken başkaları kâr elde etmeye devam eder.
Sistemin temel dinamiği ise en ucuz maliyetle en fazla gelir elde etmeye odaklı rekabette kısa vadeli çözümler üretmektir. Azılı bir rekabetin olduğu koşullarda her şey çok hızlı ilerliyor. Bu yüzden kapitalizm için fosil yakıtlar vazgeçilmez görülüyor. Fosil yakıt kaynaklı üretim uzun vadede gezegeni tehlikeye atıyor olsa da, kısa vadede şirketlerin az maliyetle çok gelir elde etmesini sağladı. İnsan ve doğa odaklı bir üretim biçimi ancak uzun vadeli planlanan bir ekonomik sistemle mümkün. Oysa, iki yüzyıldır temel dinamiğini rekabetin oluşturduğu bir ekonomik sistemde üretim kısa vadeli ve irrasyonel bir şekilde ilerliyor. Üstelik rekabet tek bir ülkenin sınırları içinde gerçekleşmiyor. Ulusal sınırlar içinde şirketlerin birbiriyle rekabeti kadar birliktelikleri de önemli. Otomobil fabrikanız aynı zamanda başka ülkelerdeki şirketlerle de rekabet etmek zorunda. Küresel şirketlerin rekabeti, farklı ülkeler arasındaki politik rekabetin de temelini oluşturuyor.
‘Top 10’
Bu yıl açıklanan dünyanın en büyük 500 şirketi listesindeki (Fortune Global 500) ilk on şirket, iklim değişikliğinin çözümü konusunda karşımızdaki direnç mekanizmasının ‘tercihinin’ ne olduğunu gösteriyor. Walmart, Shell, Sinopec, China National Petroleum Corporation, Exxon Mobil, BP, State Grid Corporation of China, Volkswagen, Toyota, Glencore en fazla kâr eden şirketler. Yani beş petrol şirketi, bir enerji şirketi, otomotiv sektöründen iki şirket ve bir maden şirketi. Dünyanın en büyük 10 şirketinin yarısı petrol sektöründe, diğer yarısı da petrolle, fosil yakıtlarla doğrudan bağlantılı sektörlerde faaliyet gösteriyor. Küresel çapta en yüksek kârı elde etmek demek, çok ciddi miktarda para demektir. Sadece Shell’in 2014 yılı geliri 459,6 trilyon dolar.
Bu manzara fosil yakıtların kullanımının sonlandırılmasından en fazla zarara uğrayacak şirketlerin aynı zamanda dünyanın ‘top 10’ listesi olduğunu gösteriyor. Söz konusu şirketlerin gelirleri ve rekabetteki pozisyonları, en büyük ekonomilere sahip ülkelerin diğer ülkeler karşısındaki politik hegemonyası açısından da önemli. Kısacası, sera gazı salınımlarının azaltılması, fosil yakıtların kullanımının önlenmesi mücadelesi aynı zamanda sermaye ve devletler arasındaki karşılıklı çıkar ilişkisiyle doğrudan bağlantılı.
Özel otomobillerin yerine toplu taşımanın teşvik edilmesi gibi basit bir mesele, aslında küresel şirketlerin patronlarıyla biz sıradan insanlar arasındaki bir ölüm-kalım savaşı. Bu noktada, iklim hareketinin içinde de zaman zaman baskın olan, ama esasen küresel şirketlerin ve onların çıkarlarını kollayan hükümetlerin işini kolaylaştıran fedakârlık korosundan bahsetmek gerekiyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İSKİ’yle birlikte İstanbul’un su krizine yanıt olarak başlattığı kampanya, fedakârlık korosundan ne kastettiğimizi çok iyi özetliyor. Su kesintilerinin yaşandığı günlerde büyük caddelere asılan afişler, ‘Her yıl 140 ton su kurtarmak sizin elinizde’ diyor. Hükümetlerin ve şirketlerin sorumluluğunu sıradan insanların omuzlarına yükleyen ve bireysel hayatlarında fedakârlık yapmaları gerektiğini anlatan bu yaklaşım epey yaygın. Dünyanın ahvaline dair düzenlenen bir açık oturumda birinin çıkıp ‘tüketim çılgını bir toplumdayız, tüketmeyelim’ demesi olmazsa olmaz haline geldi. Kuşkusuz bu uyarıda haklılık payı var. Yani bireysel hayatlarımızı doğanın bir parçası olduğumuzu unutmadan yaşamak önemli. Ancak bu yaklaşımı gezegenin kaderi meselesinin merkezine koyanların gözden kaçırdığı iki temel nokta var. Birincisi, dünya nüfusunun ezici çoğunluğu düşük gelirli. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’de bile toplumun çoğunluğu ortalama ücretin altında bir gelire sahip. Çin, küresel rekabette giderek güçlenen bir ülke olsa da, nüfusunun önemli bir kısmını geçimini çiftçilikten sağlayan yoksullar oluşturuyor. Yani gezegenin geleceğine dair ekolojik kaygılara sahip olmaya gerek kalmadan da milyarlarca insan tasarruflu yaşıyor, yaşamak zorunda. Temel ihtiyaçlarınızı zar zor karşılayabiliyorsanız ve en büyük lüksünüz taksitle aldığınız LCD ekran televizyonunuzsa, ‘tasarruf’ propagandası iklim adaleti için harekete geçmenizi sağlamaz.
İkinci önemli nokta, gezegenin geleceğinin ve küresel ısınmanın biz kıt kanaat geçinen insanların yaşam biçimi tercihine bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele olması. Tasarruf yapmayı veya ekolojik ürünler tüketmeyi salık verenler küresel şirketlerin sorumluluğunu silikleştiriyor. Fedakârlık oklarının yönelmesi gereken yer yoksullar değil, yıllık cirosu trilyon dolarlara ulaşan şirketler ve son 30 yıldır kamu kaynaklarının kontrolsüzce talan edilmesi için şirketlerin önünü açan politikaları uygulayan hükümetler.
Küresel ısınmanın sorumluluğunun kapitalizmde olduğunu söyleyen iklim adaleti savunucularını ‘ütopik dırdırcılar’ olarak karikatürleştirenler var. Enerji şirketlerinin lobileri sürekli olarak bilimsel bilgiden uzakta olduğumuz, hayaller peşinde koştuğumuz ve bir alternatifimizin olmadığı fikrini yayıyor. Bu doğru değil.
Sera gazı salınımlarının düşürülmesi konusunda bugünden itibaren neler yapılabileceğine ve tüm canlılar için yaşanabilir bir dünyanın nasıl inşa edilebileceğine dair rasyonel alternatifimiz var. Güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması, toplu ulaşım araçlarının teşvik edilmesi, binaların yalıtılması gibi çözümler hemen uygulanabilir. Küresel ısınma durdurulamayacak bir noktada, ancak bu rasyonel çözümler milyarlarca yoksul insanın karşılaşacağı felaketlerin etkisini en aza indirebilir. Bu adımları hemen atmak için dünya yeterli maddî zenginliğe sahip. Sorun politik kararlılığı göstermekte. Hükümetleri iklim değişikliği konusunda kârdan değil doğadan yana kararlı olmaya zorlayacak tek güç dünyanın yoksulları.