“Emmee, ağşama kadar hepsini topladılar, getirdiler, gene kestiler”
Ben soykırımı çok önceleri, neredeyse çocukken öğrendim. Ortaokulda sıra arkadaşım Ahmet anlattı bana soykırımı.
Ama daha önemlisi; daha sonra nasıl oldu da unuttum?
Yıllar sonra Fransa’da doktora yapmaya gittiğimde, yani koskoca adam olduğumda, Arjantinli bir kadın bana “soykırım”dan bahsettiğinde, nasıl oldu da hiç Ahmet’in anlattıklarını düşünmeyip hatırlayamayıp tereddütsüz “Hadi oradan canım! Yok öyle şey, ufak tefek bir şeyler oldu sadece!” ezberini çıkarıp savunmaya geçtim?
Bu sorunun cevabı, yani benim “savunma”mın ve de “unutma”mın cevabı bütün bir milletin koskoca gerçeği nasıl bilip de unuttuğunda saklı…
Peki nasıl hatırladım? Unutmayı nasıl kırdım? Çok garip… Hikmetinden sual olunmaz devletimizin İstiklal Mahkemeleri’nden “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyalarına, 6-7 Eylül’lere, Kürtlere yaşatılan Diyarbakır cehenneminden başörtü zulümlerine kadar göstermiş olduğu performans hakkında hayatın her alanından “delil” fışkırdıkça, önce yakın geçmiş hafızamın üzerindeki küller uçuştu. Ve alttan 60’lı yıllarda mahallemdeki Rum ve Ermeni arkadaşlarım çıktı ve onların bir anda “yok olduklarını” hiç düşünmediğimi düşündüm. Sonra Ahmet geldi yeniden aklıma… Sınıftaki sıramızda bana heyecanla, yarı korkuyla dedesinin ona anlattıklarını, onun da bize anlattıklarını hatırladım.
Ve yıllar sonra Ahmet karşıma çıktı yeniden. Benim içimi yiyen o “hikâyelerini”, 1915 Ermeni soykırımını yeniden bana anlatması için bir tevafuk olarak… Teybi açtım ve Ahmet anlattı. Üstelik bu sefer sadece dedesinin “masal” gibi anlattıklarını değil; başka şeyleri de anlattı. Benim daha önce çocukken dinlediğimi zannettiğim ve kafama çakılan korkunç görüntüleri (yüzükleri çıkarmak için kesilen parmaklar, kıpkızıl akan nehirler) bu sefer anlatmadı Ahmet. O mu unuttu, yoksa ben mi o zamanlar kâbus gördüm bilmiyorum. İşte o anlattıkları:
“Bizim aile fakir, yaz geldi mi peder bizi köye –Merzifon’a– gönderiyor. Hatta ilkokula başlayacağım zaman da köyden geç geldim, mahalle okuluna yazıldığımda herkes okuma yazmaya başlamıştı bile. Ben ağladım, annem ağladı… Babam kızdı “Neden çocukları getirmedin?” diye. Halbuki dedemin yüzünden. Dedem bizi bırakmıyor; “Elma yesinler!” diyor! Ama annemin çabasıyla ve korkudan okumayı söktüm! Neyse bizim köy, ‘Türnük’ diyorlar, galiba Tornik’ten geliyor. Okumuştum orada… Tornik Beyi diye bir bey varmış. Ermeni bir bey, Rum bir bey de olabilir. Onun yazlığı, köşkü varmış bizim köyde. Orada Yeşilırmak’ın bir kolu akıyor. Menderesler çizerek akıyor. Her yerde gölleniyor falan. Bahçeler, elmalar… Dedemin ‘İncirli’ diye bir bahçesi vardı; 40 çeşit erik var, 40 çeşit erik! Elmalar mis gibi! Armutlar!
Merzifon’a 13 kilometre bir köy; bugünkü adı Sarıbuğday. Nasıl güzel bir yer, nasıl güzel bir yer! Bizim köyün üstünde başka bir köy var. Orada da Kız Kayası diye bir yer var. Bu dediğim ırmağın üzerinde bir Roma köprüsünün ayağı var. Çorum çok yüksek bir yer. Oradan vadi yapıyor, aşağı doğru iniyor. Çok geniş bir vadi. Olağanüstü bir yer! Suda ördekler, çocuklar falan. Ben o zamanlar oraya gittiğimde geri dönmek istemiyordum.
Şimdi o ırmağı yardılar, derinleştirdiler ki taşmasın diye… O güzelim ırmağın anasını ağlattılar. Ne meyve kalmış ne bilmem ne… Barajlar kurdular, patates soğan ekeceğiz diye… Köylere su gelmeyince bahçeler de kurudu. Orada kerpiç evler vardı… Şimdi bir iki tane kalmış; çobanlar yatıyor. Gözünü sevdiğim; yazın klimaya gerek yoktu. Yazın serin, kışın sıcak. Öyleydi… Bir gün sordum, “Yeniden kerpiç ev yapabilir miyiz? Kerpiç ustası kaldı mı?” diye. Dediler, “Samanınan, çamur değel mi? İstediğin zaman buluruz sana, yaparız kerpiç ev.” Kaybolmasın… Kültüre bak! Süleyman Demirel Konya ovasını helikopterden gördüğü zaman, “Burası çok geç kalmış; hep kerpiçten evler” demiş. Kerpiç ev, medeniyetin doruğu! Hititlerden, Frigyalılardan kalma ‘megaron’ denilen evler altı taş, erimesin diye; üstü toprak, dallar, üstü toprak, kerpiç evler… Her sene yeniden toprak ekleyip, silindirle geçiyorsun.
Araba lastiği, buzdolabı, adamın satamadığı soğan, patatesler… Dereyi göreceksin… Naylonlar… O güzelim köy 15-20 senedir artık böyle… Tornik işte buraya yazlık yapmış; o kadar güzelmiş…
“Gâvur arkı”
İşte dedemin anlattıkları… O da başkasından dinliyor. Yukarıdan Çorum yolu geçiyor. Merzifon yolu. O yolu benim çocukluğumda yaptılar. Merzifon da Marzafon falan gibi bir şey… Tam hatırlamıyorum, yalan söylemeyeyim. Tabii sözlü tarih biraz dedikodu gibi. Tam temellenmiyor işte… Merzifon’da da muhteşem bir Ermeni kilisesi var. Biz küçükken amcam bizi sinemaya götürürdü. Orasıymış. Üç katlıydı sinema. Eski kiliseyi sinema yapmışlar. Sinemayken yanmış. Muhteşem bir yapı. Son gittiğimde girip gezemedim; restorasyondaydı. Bir sürü güzel evler vardı; Merzifon bir Safranbolu olabilirdi. Mahvettiler. Her taraf beton… O kadar üzülüyorum ki. Benim çocukluğumda kırk-elli eşekle Tavşan dağına oduna giderlerdi. Bugün kese kese Tavşan dağında ağaç kalmadı. Dağ çıplak. Bir cennet nasıl cehenneme çevrilir; benim içim kan ağlıyor.
İşte o Merzifon yolunun olduğu yer… Benim dedemden duyduğum… Tabii ona anlatmışlar; onun yaşı yetmiyor. O civarda iki köy var; Gümüş ve Hacıköy… Onlar da Ermeni köyü… Sonradan birleştirmişler, Gümüşhacıköy olmuş.
İşte o zaman topluyorlar adamları… Bir sürü insan. İkişer ikişer alıp arka tarafta kalanların görmediği bir yere götürüp… Bizim köyün üst taraflarında, şimdiki Merzifon-Çorum yolu üzerinde… Yalnız adamları kesmeden önce… Ama çocukluğumda bana anlatılan bu… Ark yapıyorlar, su arkı… Su arkının adı ne biliyor musun? Gâvur arkı! Ermenilere yaptırıyorlar. Oraya götürüyorlar ve hatırladığım kadarıyla kılıçla… Bir tanesi kurtuluyor. Geliyor koşarak ve bağırıyor: “Kesiyorlar, kesiyorlar!” diye… Bunu duyan bütün o sırada bekleyen adamlar hepsi Merzifon ovasına dağılıyor, kaçıyorlar. “Emmee” -dedemin deyişi- “ağşama kadar hepsini topladılar, getirdiler, gene kestiler.”
Bir yerde bir belgesel izlemiştim. Hani Sırplar girerlermiş bir köye; bütün köyü kesip bir kişiyi sağ bırakırlarmış. Gidip anlatsın diye… İşte böyle bir şeyler olmuş anlaşılan. O filmde de “Gördün mü?” diye soruyorlar, “Hayır bana görenler anlattı” diyor. “Sen gördün mü?”, “Yok”… Görme yok yani…
Ben inanıyorum ki, o zamanlar beraber yaşarken Ermenilerle sorunları yoktu. Hatta şu anda Merzifon’da dedikodu olarak anlatılan, işte o zamanlar “Ermenileri şey yapın” falan diyorlar. Onlar da diyorlar ki, “Bize bir şey yapmadılar ki, niye yapalım?” İşte bugün “Dışarıdan gelen adamlar bu işi yaptı, Ermenileri katlettiler” diyorlar.
Ama bende iz bırakan bir şeyi Fransa’da bir kitapta okudum. Ruslar bu Van olayında Ermenileri Türklere karşı kışkırtıyorlar falan. Van’ı yakıp yıkıyorlar… Ermeniler ve Ruslar Müslümanları öldürüyorlar. Sonra yardım geliyor, Türkler bunları kovalıyorlar. Bunlar Türklerin değil, kendi tarihçilerinin anlatımları. Ruslar atlı, Ermenilerin hepsi yaya. Ruslar iki saat geçince dinleniyorlar. Bunlar “Ne dinlenmesi?” diye itiraz ediyorlar. Ruslar, “Yok dinleneceğiz”. Aslında Ermenileri Rusya’ya götürmek istemiyorlar. Niyetleri sadece Ermenileri Türklere karşı kullanmak, kırdırmak… “Bunu anladık, kullanıldığımızı anladık” diyorlar. “Türkler de atlı. Bunlar da atlı, biz arada kalıyoruz. Telef oluyoruz…” Her taraf kullanmış.
“Prunus Armenica”
Benim bir grubumda 6-7 tane Ermeni vardı. Bir akşam Kapadokya’da folklor gösterisinde müzik çalıyor, bunlarla kalkıp dans ediyoruz. Adamlar dedi, “Ya bu bizim müziğimiz! Biz burada doğmadık ama annelerimizin babalarımızın müziği bu; kanımızda hissediyoruz; Türk’üz biz” diyorlar. Parmakları şaklatıyorlar, “aşahtan aşahtan!” diyorlar. “Ne diyorsunuz siz?” dedim. “Aşahtan aşahtan!”… Orta Anadolu ağzıyla! “Ulan, dedim, siz hakikaten Türk’sünüz!” dedim. “Yazık dedim, bu topraklarda bu dramların olması. Keşke dedim gelseniz gene buraya. Bir barış olsa. Sınırı da açsalar. Türk devleti de uçak bileti mi verir, otobüs bileti mi… İşte gönüllü usulü, otel parası veremeyenleri insanlar evlerinde ağırlasa. Gelseler Türkiye’yi görseler… Bir barış ortamı olsa, ne güzel olur!” diye gönlümden geçeni söyledim.
Girit’e gittim, aynı bizim gibi adamlar. Nah şöyle bıyıklar, sakal. Oturmuşlar kahvede, şakka da şakka tespih! “Nereden geldin?” diye soruyorlar. “Türkiye’den” deyince üç saniye duruyor, ama sadece üç saniye! Sonra “Gel otur!” Türk olduğunu öğrenince küçük bir bardak boğma rakı ikram ediyor. “Bu da bizden!” diyor. Kuru üzümün, has üzümün kokusu var. Girit aynı eski Türkiye! Bu arada Merzifon’da boğma rakı var. Müslümanlık’ta boğma rakı nereden olacak!
Kayısının Latincesi ne biliyor musun? ‘Prunus Armenica’! Ermeni eriği. Romalılar geliyor; onlar götürüyorlar… Kiraz, “cerise”. O da Kerasus yani Giresun… Romalı Kerasus bir meyve buluyor, Roma’ya götürüyor ve adını da Kerasus koyuyor. Buradan gidiyor bu isimler.”
Ahmet’in anlattıkları bu kadar. Benim soykırımı öğrenmem Ahmet ve onun dedesi vasıtasıyla oldu. Anadolu’nun dört bir yanında binlerce Ahmet’in ve onların dedelerinin anlattıklarıyla hepimiz çok iyi biliyoruz bu topraklarda “bir soyun kırıldığını”. Koskoca bir milletin saklamak zorunda kaldığı bir “sır” olduğunu.
Bunu bilip de bilmiyor gibi yapmayı, hatırlayıp da unutmayı becermişiz bu topraklarda. Ve en nihayetinde dayanamadı bu “sır küpü”. Çatladı işte…
Dipnot:
Bu arada Ahmet bunları anlatmaya başlamadan önce başka bir hikâye daha anlattı. Bundan yaklaşık beş sene önce, hayal mayal tanıdığı iki genç bir gün gelip özür dilemişler. Gerekçeleri şöyleymiş:
“Ahmet Abi, biz seni hiç sevmiyorduk.”
“Niye ulan?”
“Lakabından ötürü biz seni gerçek Kürt sanıyorduk. Ama sonradan öğrendik, sen Kürt değilmişsin, sadece lakabın ‘Kürt’ imiş. Bunu öğrenince senden özür dilemeye karar verdik.”
Zaten daha önce de başka arkadaşları Ahmet’i “Sen bu lâkaptan kurtulmaya bak, bir gün telef olup gideceksin” diye de uyarmışlar.
Nasıl? İyi değil mi?