Çok Boyutlu Bir Temsil Aracı Olarak Mekân/Yer
“Yaşamı değiştirmek için mekânı değiştirmek zorundasınız.”
Henri Lefebvre
Fiziksel, sosyal, ekonomik ve politik anlamlarıyla bir bütün olan mekân, sürekli tekrarlanan çatışmaların ve uzlaşmaların da alanıdır.
Doğal ve yapılı çevreler olarak, coğrafî bir konuma karşılık gelme anlamıyla, en fazla fiziksel boyutu üzerinden tanımlanan mekân, içinde ve üzerinde şekillenen bireysel ve sosyal ilişkiler, yüklenen anlamlar, zaman içinde oluşan belleğin bir parçası olma haliyle de derinlikli ve çok katmanlı sosyal bir boyut kazanır. Mekânın salt bir fiziksel, coğrafî konumu işaret etme halinden farklı derinliklere sahip olması süreci, bir anlamda “mekân”ın “yer”e dönüşme sürecidir.
Mekân’ın Yer’e Dönüşmesi
Mekân ve yer arasındaki sınırın, günümüz neo-liberal politikalarının ürettiği mekânların ve bu mekânlarda, bu mekânlar üzerinden yürütülen mücadelelerin anlaşılması için de önemli bir referanstır.
Mekânı yalnızca fiziksel boyutuyla tartışmanın yetersizliği 1960’lı yıllar ile birlikte ön plana çıkmış ve “yer” kavramı, barındırdığı öznel ve sosyal deneyimler içeriği ile ön plana çıkan bir kavram olmaya başlamıştır.
İnsanın en temel “var olmak” halinin, “yerleşmek-mesken tutmak” ile gerçekleştirilebileceğini savunan Heidegger’e göre, mekânın bir “yer”e dönüşmesi zamanla bir kültürün ona kök salmasıyla mümkün olabilir. Bu yaklaşımda dünya üzerinde var olmak mesken tutmak-yer’leşmek ile eşleştirilir.
İnsan-çevre arasındaki ilişkinin, mekânın fizikselliğinden öte yaklaşımlarla ele alınması gerektiğinin önemli hale gelmesiyle, “yer”e dair yeni okumalar ön plana çıkar. Genius-loci kavramı, bu okumalar içinde üretilen kavramlardan biridir. Mimarlık tarihçisi Christian Norberg-Schulz’un Roma kültüründeki “koruyucu ruh” mitine gönderme yaparak güncelleştirdiği, “genius loci” (yerin ruhu) kavramı, mekânın yere dönüşmesi sürecinde bir bina ya da yerin, kendine ait ayırt edici atmosferini tarif etmek üzere günümüzde de kullanılmaktadır. Coğrafyacı Yi-Fu Tuan’ın, insanlar ve yerler arasındaki çok daha derin bir bağa işaret eden topophilia (yer sevgisi) kavramı da, aslında insanların bir yerin doğasını değiştirecek kadar derin bir bağa işaret eder.
Tam da bu noktada Edward Said, Oryantalizm adlı eserinde, topophilia’nın (yer sevgisi) karanlık potansiyeli üzerinde durarak, yer sevgisinin ileri bir boyutunun, bir kimlikleştirme aracı haline gelebileceğini ve “öteki” mekânlar ve insanlara yönelik yıkıma kadar gidebilecek bir milliyetçilik duygusunun temel unsurlarından biri olabileceğine işaret eder. Mekâna dair bu tehlikeli ve karanlık boyutun anımsattığı bir diğer boyut da Michel Foucault’nun mekânı merkeze alarak gündeme getirdiği güç ve iktidar ilişkileridir. Hapishaneler, hastaneler ve okullar gibi yapılı çevreleri örnek vererek odaklandığı güç ve iktidarın inşası ve denetimi mekanizmalarını mercek altına alan Foucault, hem baskının hem de bu baskılara karşı yükselen direnişlerin öznesi ve nesnesi olarak mekânın işlevine dikkat çeker.
Mekânı; bireyin var oluşu, doğal ve yapılı çevre ile kurduğu ilişki, mekân içinde şekillenen toplumsal ilişkiler, güç ve denetim mekanizmaları bağlamında ele almak, mekânın anlam yüklenmiş haliyle “yer”e dönüşmesi sürecini anlamak, kuşkusuz tüm bu karmaşık ağlar içinde mekânın nasıl üretildiğini de anlamayı gerektirir. Bu konuda günümüz literatürüne de önemli ölçüde kaynaklık eden Henri Lefebvre, mekânı, toplumsal süreçlerin hem bir ürünü hem de bir önkoşulu olarak tanımlar. Mekân üretiminin, o mekânda gerçekleşen toplumsal ilişkilerin de üretimine karşılık geldiği göz önüne alındığında, mekânı üretme pratiği, dolaylı olarak toplumsal ilişkileri ve gündelik hayatı da biçimlendirmek anlamına gelmektedir. Mekân üretimini odağına alan Lefebvre, 1960’lardaki Paris öğrenci ayaklanmalarının geniş çaplı genel ayaklanmalara dönüşmesi sırasında “Kent Hakkı” kavramını da ortaya atar ve şöyle der:
“Kapitalizm, bu yüzyıllık süreçte büyümeyi başarmıştır. Bu durumu nasıl bir araçla gerçekleştirdiğini biliyoruz; mekânı işgal ederek ve mekânlar üreterek.”
Lefebvre’e göre, büyüyen kapitalizmin mekânı soyut mekândır. Mekânın somut kullanım değeri değil, değişim değeri önemlidir. Bu nedenle ne mekânın tarihsel üretim ve kullanımı ne de temsil ettiği sosyal değerlerin kendi başına önemi vardır. Birbirinden çok farklı tarihsellikleri olan iki mekân, kapitalizm açısından pazarda alınıp satılan soyut birer parsel ya da binadan başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, sermayenin soyut mekânı, kitle yaşamı üretiminin fabrikasıdır. Gündelik hayat, teknoloji, tüketicilik ve gösteri tarafından işgal edilmiş, sömürgeleşmiş bir sektördür.
Özellikle kapitalizmin kentlerin biçimlenişindeki etkileri üzerine çalışan coğrafyacı David Harvey, “yer”’i, hareketli sermayenin diğer formlarıyla gerginlik içinde konumlanan, sabitlenmiş bir sermaye biçimi olarak tarif eder. Mekân üretimini, sermaye birikimi ve dağılımı ile ilişkilendirerek ekonomik ve politik boyutuna dikkat çeken Harvey, şöyle der:
“Zaman, para ve mekânın işleyiş, biçim ve anlamına yön verenler, aynı zamanda toplumsal organizasyonun temel kurallarını da belirleyen aktörlerdir.”
Üretilen ve Dönüşen Mekân/ Yer Olarak Kent
Mekânın barındırdığı fiziksel anlam ile yerin barındırdığı anlamın, değerlerin, bireysel ve sosyal ilişkilerin somut olarak görülebileceği sahnelerden biri olarak kent, Sanayi Devrimi’nden günümüze kadar, dünyayı anlamak için üretim ilişkilerini odağa alan yaklaşımlar için de somut bir veri olarak karşımıza çıkar. Sanayi Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı-burjuvazi çelişkisi, kırdan kente yaşanan kitlesel göçlerin de sebebiyle, tüm mekânsal yansımalarını kentte gösterir. Kent bu karakteriyle, çelişkinin mekânı haline gelir ve bir taraftan bu çelişkileri beslerken, bir taraftan da çelişkiler üzerinden yürütülecek mücadeleler için potansiyeller barındırır.
Marksist kurama kent odaklı derin bir bakışla yaklaşan ilk yapıt Engels’in 1845 yılında kaleme aldığı İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabıdır. Manchester kenti üzerine derin incelemeler içeren bu kitapta, işçi sınıfının yaşadığı sefalet ve yoksulluk ortamları, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mekânsal keskin ayrılık ele alınırken, iyimser bir bakış açısıyla da bu ayrışmanın işçi sınıfı arasında ortak dayanışma mekânlarının devrimci potansiyeli üzerinde durulur. Kentler, kontrolün-kapitalizmin amacı ve aracı olarak sürekli bir mücadelenin-müdahalenin sahnesi haline gelir.
Bu süreçlerin en çarpıcı tarihsel örneklerinden biri, 19. yüzyıl sonunda Paris’te gerçekleştirilen büyük çaplı kentsel yenileme uygulamasında görülür. III. Napolyon’un talimatıyla, 19. yüzyılın ikinci yarısında Baron Hausmann’ın yönetiminde Paris kentinin bugünkü yapısının ortaya çıkmasını sağlayan çok büyük çaplı bir kent planlama ve dönüşüm çalışması yapılır. Ortaya çıkan büyük meydanlar ve bulvarlar modern kent planlamasının önemli örnekleri arasında kabul edilir ve Avrupa’nın diğer birçok kentinde de tekrarlanır.
Bu büyük dönüşümün arka planında ise iktisadî bunalım ve işçi hareketlerinin ve isyanların engellenmesi yatmaktadır. Hausmann’ın planı ile Paris’in ortaçağdan bu yana var olan mahalleleri yıkılır, yeni banliyöler ve bulvarlar inşa edilir. Kentin marjinal grupları ve emekçileri kent merkezinin dışına gönderilir. Kentte gündelik yaşam siyasal iktidarın rahatlıkla kontrol edebileceği bir yapıya kavuşturulur. Artık askerî birlikler barikatlar kurarak isyan eden işçileri geniş bulvarlar üzerinde top atışları ile rahatlıkla bastırabilmekte, kaçanları da yakalayabilmektedir.
Yapılan dönüşüm kentte farklı sınıflar arasındaki kutuplaşmayı arttırmış ve Paris Komünü deneyimine giden yolu hazırlamıştır. Paris Komünü deneyimi 1871 yılında 71 gün süren bir halk hareketi olarak, konut gibi kentsel hak taleplerinin ifadesinde ve insan haklarına ilişkin mücadelede önemli bir yere sahiptir.
Sanayi Devrimi ile birlikte, değişen üretim biçimi ve bunun şekillendirdiği toplumsal ilişkiler ağı ile fiziksel ve sosyal olarak biçimlenen kent, kapitalizmin günümüze kadar geçirdiği evrimle birlikte, daha da karmaşıklaşan ve kapitalist evrimin her öğesini yansıtan sahneler olarak dönüşüme devam ediyor.
Sosyal ayrışma
İletişim teknolojilerinin, üretim politikalarının, küreselleşme adı altında muğlâklaşan sınırların ve bu döngü içinde krize giren, krizden çıkış olarak da yeniden üretilen ve dolaşıma sokulan bir artı-değer olarak mekânın daha da önem kazandığı günümüze gelindiğine ise, mekân-yer karşıtlığının gerilimi daha da hayati bir önem kazanıyor. Engels’in 1845 yılında panoramasını anlattığı Manchester kentinde yaşanan ve mekânsal ayrışma ile beslenen sosyal ayrışma, günümüz kentlerinin biçimlenmesine de yön veren başlıca eylemlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Sürekli olarak merkezin dışına itilen kitlelerle kentlerin çeperlere doğru sürekli genişlemesi, kent içinde alt-kentler oluşturarak sınırlarını zorlaması, sosyal, ekolojik, ekonomik krizleri de beraberinde getiriyor. Neo-liberal politikaların bu krizlere çözüm olarak ürettiği yöntemler de, Harvey’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, mekânsal üretim ile elde edilen sermayenin dolaşıma sokulmasıdır.
Günümüz dünyasını süper-modernite kavramıyla tanımlayan antropolog Marc Augé, bu süper-modernitenin “yer olmayan” mekânlar ürettiğini iddia eder. Augé’ye göre yer olmayanlar (non-places); bağlanılan, kök salınan anlamlı bir var oluş biçimi değil, gelip geçilen, ruhu olmayan (genius loci’den yoksun) geometrilerdir. Alışveriş merkezleri, havaalanları, oteller gibi seyahat-tüketim-geçiş noktaları olan bu mekânlardaki insan-yer ilişkisi, terk etme-yabancılık-yalnızlık hissiyle bütünleşir.
Migel Amorós, günümüz kentleri için “bileşik kent” kavramını gündeme getirerek şöyle der:
“Bileşik kent, üretim güçlerinin kontrolsüz gelişiminin sonucu olan bir mekândır. Bileşik-kent, bozulmuş sınırların ve talimlerin mekânıdır; bellek ve hayaller için değil, unutma ve uyku için hazırlanmış bir mekân… giderek daha karmaşık ve merkezi olan dünyanın kontrolü, ancak bireyleri kent tasarımının ve güvenlik teknolojilerinin tarafsız, şeffaf, homojen ve steril hale getirmiş olduğu bir mekân içinde, robotlara dönüştürülmesiyle sağlanabilir. Bu türden bir mekân; stadyum, alışveriş merkezi ve hapishane arasında gidip gelir.”
Her geçen gün daha fazla birbirine benzeyen mekânlara sahip olan tüm günümüz küresel kentleri, mekân’ın yer’e dönüşme mekanizmalarını tehdit eden, kişilerin ve toplulukların yer ile kurdukları anlam ilişkisinin içini boşaltan sistem etkileri olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüz Yer’leşme Pratikleri
İnsanın “yer”leşme sürecine yönelik bu mekân üretimi politikaları ve bu politikaların ürettiği mekânlar ile biçimlenen kentlerdeki bireyler, Lefebvre ve Foucault’un da hatırlattığı gibi, mekân üretimi mücadelelerinin aktörleri olarak gündelik yaşam içindeki taktiklerle mekânın yer’e dönüşme sürecinde taraf olarak rol alıyorlar.
Haussmann’ın Paris’inden günümüze, iktidarın marjinal olarak tariflediği birey ve toplulukları mekânsal denetim altına almak için yön verdiği planlama kararları, bireylerin ortak inisiyatif ve kent hakkı için yan yana gelişleri önünde önemli engeller oluştursa da, sistem içinde yan yana gelmek için aslında her zaman var olan boşluklar üzerinden üretilen taktikler ile, mekân üretimi döngüsünün tersine çevrilerek, sosyal ilişkilerin kendi mekânlarını üretme imkânları da kentin sahip olduğu potansiyeller içinde varlığını korumaya devam ediyor.
Günümüz teknolojilerinin sağladığı sosyal ağların, mekânın fiziksel boyutunun önemini azalttığına dair spekülasyonlar yapılsa da, ağlar üzerinde şekillenen bu yan yana gelişlerin önünde sonunda bir fizikselliğe ihtiyaç duyduğu da, özellikle son on yılda mekâna dair ve mekân üzerinde gerçekleşen hak arama taleplerinde kendini gösteriyor.
Doğal ve yapılı kamusal alanların özelleştirilmesi, mülksüzleştirme, soylulaştırma eylemleriyle karşımıza çıkan neo-liberal mekânsal müdahalelere karşı mekânda, özellikle de kamusal alanda yürütülen mücadelelere örnek olarak “işgal” hareketlerini göstermek mümkündür.
Fransız düşünür Jacques Ranciere, 21. yüzyıl liberal demokrasilerinde, devlet aygıtının durdurma/tutuklama işlevinin biçim değiştirerek gettolaştığını (azınlık ve göçmen kitlelerine yönelerek) ve günümüzde polis eyleminin çoğunlukla, “akışın devamını sağlama” temeli üzerinde biçimlendiğini söyleyerek, günümüz işgal hareketlerinin eylem biçimlerine dair de ilginç bir açılım sağlıyor. Hızın ve malların-hizmetlerin-sermayenin ve insanların kesintisiz akışı üzerine kurulan liberal ekonomik sistemler içinde, bu akışı bozabilecek, kesintiye ve duraklamaya yol açabilecek her türlü girişim, tehdit niteliği taşıyor. Bu sebeple, işgal gibi “yerinde kalma ve durma” hareketleriyle şekillenen bir hareket de liberal politikalarının bu akışın sonsuzluğu kutsamasına yönelik bir mücadele taktiği olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüz kuramcılarının, mekân üretim araçlarını ele geçirmek gerektiğine dair önerdikleri mücadele ve “yer”leşme araçları, kapitalizmin sahip olduğu ve ürettiği soyut mekân sermayesine değil, toplumsal ilişkilerin biçimlendirdiği “yer” üretimine işaret ediyor. Toplumsal katmanlaşmanın ve sınıf mücadelelerin içinde yüzyıllardır hem sahne hem de nesne olarak rol oynayan mekân, kitlelerin gündelik yaşam pratikleri içinde ürettikleri bu mücadele ve taktikler ile “yer” e dönüşmeye, anlam kazanmaya, toplumsal bellekte yer almaya ve insanca yaşam için verilen mücadelelere sahne olmaya devam edecek.
Kaynaklar:
Amorós, M. 2014. Kentsel Mücadeleler ve Sınıf Mücadelesi, Mekân Meselesi kitabı içinde, ed., Toner Torlak-Önder Kulak, Tekin Yayınevi, İstanbul.
Augé, M. 1997. Yer-olmayanlar Üstmodernliğin Antropolojisine Giriş, Kesit Yay., İstanbul.
Demirci, M. 2014. Kıpırdama, İşgal Et! Skopbülten, 2014, http://www.e-skop.com (son erişim: 12.05.2014).
Harvey, D. 1999. Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları, İstanbul.
Heidegger, M. 1951. “Building, Dwelling, Thinking” ‘den aktaran Roysi Ojalvo, skopbülten, Modernitenin İki Yüzü Arasında Mimarlık: “Mesken Tutmak” tan Göçebeliğe, 12.03.2012.
www.e-skop.com (son erişim 26.09.2013).
Lefebvre, H. 1970. “Kentsel Devrim”, Sel Yayıncılık, İstanbul. 2013.