Bu yıl kim kazanacak?
Türkiye’de tüm muhalif kesimler 2014’ten moral bozukluğuyla çıktı, 2015’e karamsarlıkla giriyor. Geçtiğimiz yılın AK Parti için sonun başlangıcı olması beklenebilirdi. Olmadı.
Hükümet 2013 Haziran’ından, yani Gezi olaylarından beri bir krizden diğerine savruluyordu. Gezi’yi yolsuzluk dosyaları izledi. Ardından Soma katliamı yaşandı. Sonra bir dizi önlenebilir işyeri kazasında düzinelerce işçi öldü, her kazada hükümetin ve bakanlıkların etkisizliği ortaya çıktı, işyeri sahiplerinin hükümete yakın olduğu anlaşıldı. Sonbaharda hükümetin duyarsızlığı çözüm sürecini çökmenin eşiğine getirdi. Yırca’da zeytin ağaçlarının kesilmesi ve köylülerin başına gelenler toplumda infial yarattı. Ve tüm bu süreç boyunca, yolsuzlukla suçlanan (ve halkın büyük çoğunluğunun gözünde suçları sabit olan) dört eski Bakan’ın Yüce Divan’a gönderilip gönderilmeyeceğinin Meclis’te tartışılması gün gün yaklaşıyordu.
Ve AK Parti bütün bu krizlerinden (şimdilik) sıyrılarak yeni yıla girdi. Üstelik, yolsuzluğu belgeleyenler hallaç pamuğu gibi atıldı, suçlayan durumundan çıkıp suçlu durumuna düştüler, “silahlı terör örgütü” kurmuş oldukları çıktı ortaya! Yolsuzluk yaptıkları belgelenenlere ise hiçbir şey olmadı. Ne o dört Bakan’a, ne çocuklarına, ne dönemin Başbakan’ına, ne de hükümete. Dahası, o Başbakan bir de Cumhurbaşkanı oldu!
Üstelik, hükümetin bu yıl dördüncü genel seçimlerini kazanacağı da kesin gibi görünüyor.
Muhalefet böyle olursa…
Hükümetin bu “durdurulamaz” görünümü, kendini sosyal demokrat sanan milliyetçilerle kendini sosyalist sanan ulusalcıların “Bu halk aptaldır” inancını pekiştiriyor, halkın niye her şeye rağmen AK Parti’yi desteklemeye devam ettiğini anlamaya çalışmaları bile mümkün olmuyor. AK Parti seçmeninin “Bu hükümet düşerse durumumuz daha da kötü olur” düşüncesinin nedenlerini merak bile etmiyorlar.
Bu hükümet, seçildiği günden itibaren darbe planlarıyla, partiyi kapatma girişimleriyle, Cumhuriyet mitingleriyle karşı karşıya kaldı. Uygulamak istediği politikaları hemen uygulamaya başlayamadı; önce kendisini devirmek isteyenlerle uğraşmak zorunda kaldı. Muhalefet ise “Eyvah, şeriat geliyor”, “Ah, kahraman generallerimizi hapse atıyorlar”, “Yaşasın Mustafa Kemal!” şeklini aldı. Bu muhalefet tarzı hükümetin desteğini iyice pekiştirdi, konumunu iyice sağlamlaştırdı. Üst/orta sınıfın Kadıköy, Çankaya ve İzmir’den yükselen bu muhalefetini izleyen ve memleketin geri kalanında yaşayan nüfus, “Ulan,” diye düşündü, “muhalefet buysa, ben muhalif değilim. Ve üstelik bu muhalefete karşı bu hükümeti her koşulda desteklerim. İster yolsuzluk yapsın, ister başka bir şey. Beni bidon kafalı gerici olarak görenlerin iktidarına dönmek istemiyorum.”
Bu sağlam konuma ulaştığı ândan itibaren, hükümet rahatladı, devrilme korkusunu üzerinden attı, aslına rücu etti ve normal politikaları doğrultusunda davranmaya başladı. İlk döneminde yapmak isteyip de yapamadıklarını yapabilir hâle geldi, dünyanın her yanındaki her muhafazakâr, sağcı partinin yaptıklarını rahatça yapar oldu: Memleketin tüm yeşil ve boş alanlarını büyük sermayenin hizmetine sunmak, yoksul insanların yaşadığı kentsel bölgeleri boşaltıp inşaat sektörüne teslim etmek, bunları yaparken kendi ceplerini ve taraftarlarının ceplerini doldurmak, bunlara itiraz edenlerin üzerine polisi ve jandarmayı salmak, muhaliflerin hepsini vatan haini, paralel, marjinal diye damgalayıp cezaevine tıkmak…
Tabana odaklanmak
Muhalefetteki moral bozukluğu, hükümetin bu “yenilmez” haline bakıp toplumdaki direniş havasına, tabanda gelişen hareketliliğe bakmamaktan kaynaklanıyor.
Oysa, 2014’ün iki önemli direniş odağı gelişmeye başladı. Biri, Soma’da başlayan ve inşaat işçileriyle, başka madenlerle devam eden işçi cinayetleri. Ve bunların yol açtığı direnişler. İkincisi, Yırca’da 6000 zeytin ağacının bir şirket tarafından kesilmesiyle en simgesel ifadesini bulan doğa katliamları. Ve bunların yol açtığı direnişler.
İşçi direnişleri de, doğa katliamı direnişleri de elbette daha önceki yıllarda da oluyordu, fakat 2014’te çoğaldıklarını, yaygınlaştıklarını, geçmişten farklı oldukları açık. Bu direnişlerin henüz ciddi zaafları var. Kopuk kopuk, ayrı ayrı direnişler; henüz genelleşmiyorlar, birleşemiyorlar.
Özellikle işçi sınıfındaki kıpırdanma büyük ölçüde örgütsüz. Sendikalaşma oranı çok düşük, sendikalar zayıf ve bölünmüş. Ama bu zaaflar aşılmaya başlanırsa, AKP hükümetini tehdit edecek güç bu hareketlenmenin içinden doğacaktır; parlamentodan, CHP’den, Cemaat’ten değil.
Odaklanmamız gereken, hükümetin güçlü görünümü değil, seçimlerden çıkacak sonuçlar değil. Birincisi, yukarıda sözü geçen direniş kıpırdanmaları. Bunları bir araya getirmek, ölümlerin de doğa katliamlarının da kapitalizm ile ilişkisini vurgulamak, işyerlerinde sendikalaşmayı geliştirmek, örgütlülüğü yükselmek. İkincisi, Kürt hareketine Batı’dan el uzatacak, destek olacak bir barış hareketi yaratmak için çalışmaya devam etmek. Üçüncüsü, Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılında bu konunun gündemden hiç düşmemesini sağlamak, hükümetin Soykırım’ı tanıması ve özür dilemesi için mücadele etmek. Dördüncüsü de, bütün bunları daha etkili, daha kazanımlı bir şekilde yapabilmek için yeni ve kitlesel bir muhalefet hareketi yaratma çabalarına devam etmek.