Bu seçim bir başka
Şenol Karakaş
AltÜst’ün bir sonraki sayısı çıktığında, 7 Haziran seçimleri yapılmış ve siyasal alanda çok radikal değişiklikler yaşanmış olacak. Bunun nedeni, hepimizin malumu: HDP seçimlere parti olarak giriyor ve barajın altında kalması durumunda başka bir Türkiye siyasetinden, barajı aşma durumunda ise bambaşka bir Türkiye’den söz ediyor olacağız.
Bir parti ve bir seçim neden bu kadar belirleyici önemde peki? Bu ne seçimlerin ne de HDP’nin kabahati! Seçimleri böylesi önemli bir hale getiren, AK Parti bile değil. Bu sürecin bu kadar gergin yaşanmasının belirleyici sorumlusu, Recep Tayyip Erdoğan ve onun gündeme getirilmesi engellenemez olan başkanlık hırsı.
Bu hırs ve HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı, kelimenin tam anlamıyla kafa kafaya geldi. Bu kafa kafaya gelme durumu, 2015 genel seçimlerini beklenenden çok daha önemli hale getirdi. Türkiye’de “bu seçim tarihî önemdedir” diyerek duruyulmayan bir seçim yaşanmadı belki, ama ilk kez “tarihî” iddiasına yakışır bir seçimle yüz yüzeyiz.
Diyebiliriz ki, böylesi koşullarda HDP liderliğinin seçimlere parti olarak katılma kararı, Türkiye siyasal rejimini belirlemek yönünde oynanan en büyük kumardır. Olabilir, ama bu kumarın sorumlusu HDP değil. Kumar masasını kuran iki siyasî güç var: Birisi 12 Eylül darbesinin ürünü olan, partiler ve seçimlerle ilgili yasalar. Bu yasalar seçimlere katılmayı zorlaştırmakla kalmıyor, yüzde 10’luk baraj sistemiyle bir dizi partinin milletvekili çıkartmasını imkânsız hale getiriyor. Seçim süreçlerini kumarhaneye çeviren ikinci güç ise, ANAP’tan AK Parti’ye kadar seçim barajında kendi iktidarlarının garantisini gören hükümet partileri. Özelikle AK Parti, darbelerle hesaplaşacağını iddia ederek siyaset yapma iddiasındaki bir parti olarak darbenin ürünü olan seçim barajına adeta gözü gibi bakıyor.
Hazırlanan bir seçim simülasyonu, HDP’nin baraşı aşmasının AK Parti için de Erdoğan için de neden “can alıcı” olduğunu gösteriyor. AK Parti, CHP ve MHP 2011 seçimlerinde aldıkları oy oranını korusalar bile, yani sırasıyla yüzde 49,74, yüzde 25,98 ve yüzde 12,99 oranında oy alsalar bile, HDP’nin yüzde 10 oranında oy alması koşulunda Erdoğan’ın işi zorlaşıyor. Bu oy oranlarıyla 2011 seçimlerinde AK Parti 326, CHP 135, MHP 53 milletvekili çıkartmıştı. O zamanki adı BDP olan HDP ise bağımsız girmiş ve 36 milletvekili çıkartmıştı. 2015 seçimlerinde diğer partiler aynı oy oranına sahip olursa AK Parti 307 milletvekili çıkartabiliyor, 19 milletvekilini kaybediyor. MHP milletvekili sayısını korurken, CHP altı milletvekili kaybediyor. HDP ise 24 milletvekili daha fazla çıkartarak 60 milletvekiliyle mecliste temsil edilir hâle geliyor.
Ama bütün seçim anketleri, AK Parti’nin 2011’de aldığı yaklaşık yüzde 50 oy oranına ulaşamayacağını gösteriyor. 2015 yılı anket ortalamalarına göre AK Parti yüzde 45,35’e gerilemiş durumda. CHP yüzde 25 oy oranındayken MHP yüzde 15,24 oy oranına yüskeliyor. Bu durumda HDP yüzde 10 barajını geçtiğinde şöyle bir sonuç çıkıyor: AK Parti 282 milletvekiline düşüyor, CHP 131, MHP 76 milletvekiline sahip oluyor. HDP ise 61 milletvekiliyle mecliste yer alıyor.
Anketler başka, gerçek seçimler başka, ama AK Parti liderliği ve Erdoğan’ın neden HDP ve Selahattin Demirtaş’a öfke kustuğu açık. HDP’nin barajı geçmesi durumunda, Erdoğan başkanlık hayallerine uzun bir süre ara verebilir. Çok açık ki Erdoğan’da numara bitmez, ama Gezi direnişi günlerinden beri her bulduğu meydanda “Sandık da sandık!” diye kükrediğini hatırlayacak olursak, sandık tarafından ya da daha sevdikleri bir ifadeyle “millet iradesi” tarafından başkanlığa veda etmek zorunda kalırlar.
Ahval ve şerait
Seçimlerin içinde cereyan edeceği koşulları da Erdoğan tarafından köşeleri çizilmeye çalışılan siyasal kutuplaşma belirliyor. Önce Gezi direnişi, ardından 17-25 Aralık’ta yolsuzlukların açığa çıkması, Recep Tayyip Erdoğan’ı savaş psikolojisine daha hızla savurdu. Erdoğan o dönemden beri savunmak için saldırıyor. Birilerine, bir siyasî çevreye meydan okumadığı tek bir gün geçmiyor. Cumhurbaşkanlığı yetmedi Erdoğan’a. İpini sağlam kazığa bağlamak için, kesin bir şekilde başkanlık rejimi istiyor. Hayalî 400 milletvekili talebi de esas olarak başkanlık rejiminin propagandasını yapmanın aracı.
Bu arada, ne oluyorsa Abdülkadir Selvi’nin ağzından kaçırdığı “AK Parti’nin büyüsü”ne oluyor. Zira Erdoğan, sadece toplumun yüzde 50’sine meydan okumuyor. Patronun kendisi olduğunu göstermek için AK Parti liderliğini de sürekli ters köşeye yatırıyor. Davutoğlu’nun şeffalık paketi, Hakan Fidan’ın milletvekilliği, çözüm sürecinde önemli bir adım olan başbakanlık ofisinde yapılan ortak açıklama gibi bir dizi konuda, Erdoğan hükümeti eleştiriyor. AK Parti safları Erdoğan’a tam bağlılığını ifade edenlerle Erdoğan’ı eleştirenler şeklinde bölünüyor. 2001 Şubat krizinin ardından gelen ve temel vaadi askerî vesayeti geriletmek ve egemen sınıf açısından istikrar olan AK Parti, her geçen gün istikrarsızlığın bizzat yaratıcısı konumuna gereiliyor.
Erdoğan son olarak yolsuzluğa bulaşan AK Parti’li bakanların Yüce Divan’a gitmesi için yapılan meclis oylamasında olumlu oy veren 50 AK Parti’li vekili hain ilan etti. Erdoğan cumhurbaşkanlığı değil aynı anda muhtarlar başkanlığı, ekonomi bakanı ve başbakan rolünü oynuyor. Özellikle Merkez Bankası başkanıyla atışması, Erdoğan’ın başkanlık sistemine odaklandığını ve geri kalan her politik başlığı ve bu başlıklarla beraber siyasal istikrarı teferruat olarak gördüğünü gösteriyor.
Buna, 2009 yılından beri Türkiye’de ekonomik büyümenin yavaşladığını ve yavaşlamanın devam ettiğini ekleyince, Erdoğan ve AK Parti liderliğinin her zamankinden daha fazla sağa kaymasını anlamak kolaylaşıyor.
Bu kayışın ilk işaretlerini Yalçın Akdoğan vermişti ve yolsuzluk dosyasını açığa çıkartanların kumpasçı bir paralel yapı olduğunu söylemiş, bu odağın daha önce “Millî ordumuza da” kumpas kurduğunu iddia etmişti. Erdoğan, ondan da önce 28 Şubat tutuklamalarının dalga dalga gelmesini eleştirmişti. Yolsuzluğu aklamak, kumpas teorisini inandırıcı kılmak, ancak daha dabüyük bir kumpasın varlığını kanıtlamakla mümkündü ve AK Parti liderliği Ergenekoncularla ve Balyozcularla uzlaşarak, suikastçi ve cuntacı kadroların masum olduğunu ilan ederek bütün suçu Cemaat’e yıktı. Artık bütün Balyozcular serbest. Sağa kaymayı bir adım daha ilerleten AK Parti’liler, artık 2010 referandumunun dahi Cemaat’in bir tezgâhı olduğunu iddia edebiliyorlar.
Erdoğan’ın Balyozcularla anlaşmasının bir sonucu, askerî vesayetin işaret fişeği olan Genelkurmay Başkanları’nın kamuoyuna ve basına açıklamalar yaparak siyasî alana müdahale etmesi olgusuyla daha sık karşılaşmaya başladık. Bu gelişmenin bir başka yönü ise doğrudan Kürt sorununu ilgilendiriyor.
Çözüm süreci, tam da kamuoyunda tıkır tıkır işliyormuş gibi bir duygu yaratmışken, Erdoğan frene sert bir şekilde bastı. Kürt sorunu falan yoktur dedi. Bu, hem sürecin tıkır tıkır işliyormuş gibi görünmesine yönelik aşırı sağcı, milliyetçi tepkiyi kendi saflarında toparlamak için yapılan bir çıkış oldu hem de askerlerle uzlaşmanın bir bedeli. Çözüm süreci başladığından beri PKK’ye yönelik operasyonlar yapamayan ordu, hızla PKK’ye yönelik operasyon yaptı. Genelkurmay’ın defalarca hükümete operasyon talebinde bulunduğunu biliyoruz. Bu talep ilk kez kabul edildi. Çözüm süreci sonlanmış değil, ama bunun nedeni Kürt hareketinin gösterdiği sabır ve Kürtler ve Türklerin önemli bir bölümünün yeniden savaş istememesi.
Kutuplaştırma değil özgürlükler için mücadele
Seçim ahval ve şeraitinin en önemli ekseni, apaçık bir vicdansızlık sorunu yaşayan Erdoğan’ın özel stratejisine dayalı olarak geliştirilen kutuplaştırma siyaseti. Bir süredir tartışma, fikrî kapışma, diyalog yok Türkiye’de. Pozisyon almak var! Her olay, kutbun bir ucunda yer alanların pozisyonunu yeniden belirlemesi için kullanılıyor.
Bu pozisyonların bir ucunda Erdoğan ve Erdoğan fanatikleri, yandaşları, şimdilik hâlâ AK Parti liderliği var. Kutbun bu ucu, seçimleri, başkanlığı berlileyen sürecin başlangıcı olarak ilan ediyor.
Kutbun diğer ucu ise daha karmaşık bir siyasal zemin sunuyor. Bu siyasal zeminde sesi en çok çıkanlar, kategorik AKP karşıtları. Bu karşıtlığın siyasî hedefi, AKP’den kurtulmak, nasıl olursa olsun AKP’nin devrilmesi.
Ama AK Parti karşıtlığı yamalı bir bohça gibi. Ermeni soykırımının devamından yana olanlar da AK Parti karşıtı, soykırımın tanınmasını ve devletin özür dilemesini isteyenler de. Çözüm sürecinin sonlanmasını isteyenler ve hatta Kürtlerin varlığını inkâr edenler de AK Parti karşıtı, Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü savunanlar ve Kürt halkının haklarının tanınması ve anayasal güvence altına alınmasını savunanlar da. Irkçılar da AK Parti’ye karşı, ırçılığa karşı mücadelenin en temel özgürlük mücadelesi olduğunu savunanlar da. Aralarında geçici bir uzlaşma sağlasalar da Ergenekoncular ve Balyozcular da AK Parti’ye karşı, Ergenekon ve Balyoz’un bir darbe girişimi olduğunu düşünenler ve derin devlet örgütlenmesinin dağıtılması için mücadele edenler de.
İşte, seçim sürecinin tüm duyuları politikaya açtığı koşullarda, HDP ve HDP’nin barajı aşması için çabalayan bizler, kategorik AKP karşıtlarından farkımızı net bir şekilde açığa çıkartmak ve bu farkın AK Parti’nin devrilmesini istemekle, AKP’yi yenmek istemek arasındaki devasa siyasî farktan kaynaklandığını net bir şekilde göstermek zorundayız. Biz AK Parti’yi yenmek istiyoruz. Sokakta da yenmek istiyoruz, mecliste de. Ulusalcı bir koalisyonun parçası olarak değil ama. Ergenekoncuları aklayarak değil. CHP-MHP koalisyonunun “bas geç” taktiğiyle değil. Kutuplaştırma, pozisyon alma siyasetlerinin parçası olarak değil.
AK Parti’nin yoksul ve emekçi tabanının AK Parti liderliğinden kopmasını sağlayarak AK Parti’yi yeneceğiz. HDP 7 Haziran seçimlerinde barajı aştığında, büyüsü bozulan AKP içinde çatlaklar beklediğimizden çok daha hızlı derinleşebilir. O zamana hazır olmak için, tüm özgürlükleri ayrımsız savunan bir mücadeleyi bugünden örgütlemek ve ama 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı geçmesini sağlamak zorundayız.
1 Yorum
Pingback: Sayı 15: İçindekiler | Altüst Dergisi