Black Mirror ve Büyük Kapatılma
Hayatım boyunca birçok jüri ile başa çıktım. Başa çıktım diyorum, çünkü jüriler bize hayatın anlamını sorgulatan göt ağrılarıdır. Bir proleter aile çocuğu olarak elitlerin dünyasında akademik kariyer yapmaya karar verdiğinizde, bugüne kadar geçtiğiniz bütün zorlu sınavlara rağmen nasıl hayatta kalabildiğinizi duymak istemez jüri. Bu sınavlara girecek parayı ne şekilde bulduğunuzla ilgilenmez. Onlar “Kimleri okudun?” diye sorarlar. Sana düşen görev onlara ne kadar bilgin olduğunu ispat etmektir. Hakikatle başa çıkamayıp, delirdiğinde bir başka jüri çıkar karşına. Bu sefer akli vesayetini kaybetmemek için bütün bir heyeti ikna etmen gerekir. “Benim hakemli dergilerde yayımlanmış makelelerim var!” desen de nafile, onlar cumhurbaşkanımızın kim olduğunu öğrenmek istiyordur. Hayat bu ya, senden daha şansız olanları vardır: bütün bu sınavları “yetmiş milyonun önünde” vermesi gereken “reality” karakteri vardır. Bütün bu sınavların sonucunda ise jüri, devletine yararlı bir birey olup olmayacağına karar verir.
BU TARZ SENİN ACUN!
Serbest piyasa ekonomisi sayesinde yurdumuza Batı’dan ithal edilen reality programları bize hakikatin simülasyonunu vadeder. Tıpkı akademide olduğu gibi, yarışmacılar konuya ne kadar hakim olduklarını ispat edebilmek için birbirleri ile mücadele etmek zorundadırlar. Bu yarış, kendi sosyopatlarını yaratacaktır. Dersi dinlemediği için sınıf arkadaşına saldıran sosyopatın televizyondaki yansıması şık olmadığı için yarışma arkadaşını aşağılayan kadındır. Her iki mecrada da jürinin tavrı size atacağı o meşhur surat ifadesinde gizlidir. Her iki jüri de, sizin yarışmada kullanacağınız kostümleri ya da okumanız gereken kitapları hangi parayla aldığınızla hiç ilgilenmez.
Devletin düzenlediği bu sınavda elbette ki herkes için yeterli kadro mevcut değildir. Aramızdan bazıları elenerek, hastanelere ya da hapishanelere kapatılacaktır. Eğer sosyal medyada takip edildiğinize inanıyorsanız, birilerinin sizi sürekli izlediğinizi düşünüyorsanız, birilerinin sizin üzerinizde sosyal deney yaptığına eminseniz, sizi acil servise götürmeye çalışan anneniz sivil polisse, herkes istisnasız bu reality şovun içindeyse, beyninize çip takılmışsa, bütün siyasi pankartların artık bir anlamı varsa, hayatın bir anlamı varsa ve bununla başa çıkamıyorsanız kapatılacağınız yer akıl hastanesi olur. Nietzsche’ye göre “hayatın gerçek anlamı onunla baş edemeyeceğimiz kadar dehşetlidir.” Bana göre ise delilik hakikate ermek ve bununla başa çıkamamaktır. Bu durumda size oyalanmak için televizyonu açmak düşer.
BLACK MIRROR
Ben jürileri aşıp, doktor tavsiyesiyle televizyonu açtığımda bu diziyle karşılaştım. 2011 yılında çekilmeye başlanan İngiliz yapımı “hayatın ve teknolojinin karanlık tarafını konu alan” bilimkurgu dizisi her sezonda birbirinden bağımsız üç bölümden oluşuyor. Dizinin yaratıcısı Charlie Brooker, The Guardian’a verdiği mülakatta şöyle diyor: “Eğer teknoloji bir ilaçsa, yan etkileri neler? Black Mirror keyif verici olanla rahatsız edici olan arası bir şey.”
Dizide beni en çok etkileyen şey ikinci bölümde ontolojik bir tartışma başlatmış olması. Spoiler vermemeye gayret göstererek ikinci bölümü anlatmaya çalışacağım. Çok da uzak olmayan bir gelecekte tüm insanlık doğadan oldukça uzak bir tesise kapatılmıştır. Hapishanedeler mi yoksa hayatın kendisi mi bu, ayırt etmek oldukça zordur. Herkes hayatını idame ettireceği parayı kazanmak için pedal çevirerek enerji üretmek zorundadır. Üretilen enerji kim için nerede hangi amaçla kullanılmaktadır, bilinmez. Eğer enerji tesiste kullanılan teknolojik aygıtlar için üretiliyorsa, insanlık her zamanki gibi büyük bir girdabın içindedir. Pedal çevirmekten kurtulmanın tek yolu ünlü olmaktır. Ünlü olmak için daha çok pedal çevirmeli, daha çok reklam izlemeli, dev ekranlardan dayatılan pornografik imgeleri gözünüzü kırpmadan izlemeli ve yeterli puanı biriktirdiğinizde jürinin karşısına çıkıp yeteneğinizi konuşturmalısınızdır. Tesisteki birçok insan para kazanıp tüketmeye, hayatı sorgulamamaya meyilliyken, siyah kahramanımız düzenden rahatsızdır.
BÜYÜK KAPATILMA
Bu kısım mealen “Biz o derste Foucault okuyacağız, sen anlamazsın…” diyen jüri başkanına ithaf edilmiştir.
Dizinin ikinci bölümünü izlerken aklımda Foucault’nun Büyük Kapatılma’sı vardı. Ne anlatıyordu Foucault Büyük Kapatılma’da? Paris’te 17. yüzyılda bir hastane kurulur. Birçok insan bu hastaneye kapatılmak üzere gözaltına alınır. Fakat hastanenin tıbbî hiçbir amacı yoktur. Hastaneye kapatılanlar deliler, hastalar, engelliler, eşcinseller ve proleteryadır. Kapatılma sayesinde olası bir ekonomik krizde aç kalan çapulcuların isyan etmesi önlenir ve ayrıca ekonomik krizin ardından çapulcular ucuz iş gücü olarak kullanılır. İktidarlar, Panopticon ile kendi ütopyalarını gerçekleştirir: Panopticon, halka biçiminde, ortasında bir avlu ve gözetleme kulesi bulunan bir yapıdır. Halkanın içerisinde içeri ve dışarı doğru bakan hücreler bulunur. Hücrelerde ise mahkûmlar bulunur. Merkezî kule her bir hücreyi gözetler ama kimse onu göremez. Bu mimarî yapı gerçekte olmasa bile, disiplin denilen şey bu yapının içselleştirilmişidir. Mahkûmlar her zaman gözetleniyormuşçasına kontrollü davranmak zorundadır. Böylelikle iktidar, toplumu baskı altına alır. Artık hepimiz, hücrelerimizde sistem tarafından kontrol altına alınmış durumdayızdır. Dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir artık.
SONUÇ YERİNE
Tımarhane kaçkını bir lubunyanın aforizmalarıydı okuduğunuz. Kendine hayrı olmasa da size jüri karşısında iyi çocuğu oynamamanızı, devlet dersini bir daha hiç almamak üzere transkriptinizden çıkarmanızı ve kendi hakikatinizi yaratmanızı tavsiye ediyor. Matriksten çıkışlar için tekrar edin: Bir devlet yok. Bir devlet yok. Naninaninaninaninani…