ARNON GRUNBERG VE İLİĞİNE KADAR ROMANININ MATEMATİĞİ
Öncelikle Yahudi bir yazardan bahsediyorsanız, onun takıntıları hakkında cari romanlar yazdığını kabul etmek durumunda kalırsınız. Elbette “ilişkiler,” “sistem,” “cinsellik” ve “din” hakkında yazdığını.
İliğine Kadar’ın en geniş anlamda elli iki tane kahramanı var. Bunları iki ana kategoride tartışmak mümkün. İlki, yaşayanlar, diyalog kuranlar, ki roman onların etrafında örülmüş. İkincisi, ölmüş ya da kitaplardaki kurgu karakterler ya da oyuncak hayvanlar. Her kahraman kendi ağırlığınca bir temsil kabiliyetine sahip. Beyaz erkek, yaşlı Yahudi kadın, göçmen tedirgin işçi, pragmatist üniversite hocası, işbirlikçi siyasetçi… Kahramanlarımızın yedi tanesinin ana karakter olduğunu ve ekonomi doçenti Roland Oberstein’ın da romanın etrafında şekillenen başoyuncu olduğunu belirteyim.
Grunberg her şeyden evvel derdi olan ve sıkça fikir tartışan bir yazar. Ama bundan daha önemlisi kurgunun artistiğini, her zaman derdinin önüne koyan bir sanatçı. Herhangi bir tuhaf davranış sergilemek için hiçbir nedene ihtiyaç duymayan karakterle dolu roman. Duymuyorlar, çünkü zaten onların dağılmışlıklarını bir veri olarak kabul ediyor yazar ve okuyucuya da bu durumu kabul ettiriyor. Öyledirler, savrukturlar. Sistem tarafından savunmasız kılınmışlardır. Bireycilikleri onları, kendileri dahil her şeye yabancılaştırmıştır. Adeta şeyleşmişlerdir. Karakterlerini bu tipler arasından seçmesi aslında aksiyonun omurgasını oluştururken elini güçlendirir bir yazarın. Böylece herhangi bir davranış girdabına savrulma eğilimindeki karakterlerden bir romanın akacağı nehri yaratmak çok kolay hâle gelir. Ve tam da bu durum, romanın motorunu ısıtmaya çalışmasında, yazara tahmininden de fazla olanak sunar. Zira artık karakterlerin tuhaflığını sorgulamayan ve onları herhangi bir kalıba sokamayan okuyucuya söylenen şudur, “Ne yaparsın, onlar böyleler.”
Çöküşün mekaniği
Hayatı böyle algılayan karakterlerden meydana gelen bir evren kuruyor Grunberg ve bu evrene biçtiği fon da şu, “Aslında sevginin de geri dönüş garantisi olması gerekir.” Oyun oynuyorlar. Başa çıkmak için ellerindeki tek mekanizma bu. Çünkü garanticiler, böylece mutsuzlar. Çöküşün mekaniği işte buradan elde ediliyor. Bu şekilde her bir karakter için başat davranışın roman boyunca altı çizilir. Kurgu evreninin temel yapı taşlarından biri işte bu özellik, yani karakterlerin tuhaflığına rağmen tutarlı olmalarıdır. Yani yazar onları yaratırken adeta numaralandırmış, etiketlemiş, saymış, formülleştirmiştir.
Okuyucunun iştahını kabartmak amacıyla kahramanlarını fiziksel olarak bolca birbirine değdirir. Bu amaçla her fırsatı değerlendiren karakterler yaratır. Kadın ve erkek karakterlerin hatta iki erkek karakterin de, birbirine fiziksel temaslarını anlattığı sahneler iştah kabartan bir ironiye sahiptir. Buradan Grunberg’in metnini izlenebilir kılmaya çalıştığını söylemek mümkün. Seyir zevki anlaşıldığı kadarıyla vazgeçemediği bir özelliği. Nasıl bir laborant su molekülünü elde etmek için iki hidrojen ve bir oksijen atomuna ihtiyaç duyuyorsa, Grunberg de okuyucu etkilemek için dilinin kimyasındaki pornografik bileşenleri kullanıyor. Çünkü onun okuyucusu tam da kendisinin de yaşadığı şu postmodern evrenin kurbanıdır. Yazarı anlarız. Kahramanları da. Neredeyse her sayfada karşımıza çıkan aforizma kıymetindeki tespitler, dilin pornografisini bir miktar hafifletir ve anlatıcının sesine adeta zamane dervişi tonu katar. Diyaloglarda sıkça tekrara başvurur. Hatta kimi zaman aynı cümlelerle. Okumayı kolaylaştıran keyif veren bu nakaratlar konuyu derli toplu tutuyor aynı zamanda.
Yüksek tempoda bir yolculuk
Kurgunun mimarîsini aşırı süslü, fitneci, kurnazca, numaracı, hınzırca bulanlar olabilir, böylece romanın tadından yenmez hale geldiğini iddia edebilirler. İtirazım yok, ancak bu köpüğü dengelemek için Grunberg’in bulduğu çözüm şu: Konunun ve derdin ağırlığı. Ayrıca konjonktürel edebiyatın gereklerini yerine getirdiği için onu suçlamamalıyız. Metin çok kısa periyodların öykülendiği, yedi kitabın içindeki toplam yüz altmış sekiz bölümden oluşuyor. Her biri kendince bir ritim tutturmuş bölümlerden. Romanın bütünü yüksek tempoda seyreden bir yolculuğa dönüştürülmüş böylece. Bu manada okuyucuya hareket ettiği izlenimi veriliyor. El kamerasıyla çekilmiş filmlerde görüldüğü üzere metin titriyor ve bunun üzerinden sahicilik duygusu had safhaya çıkıyor. Kurgunun bu hendesesi neredeyse kusursuz. Karakterler köşeli değil. Garip davranışlı yumuşak insanlar. Bu da onların yapboza oturmalarını engelleyen bir durum. Bu şekilde büyük resim kayıp duruyor. Karakterlerin bu özelliğinden dolayı İliğine Kadar’ın dalgalanan bir metin olduğunu söylemek isabetli olur.
Roman kahramanlarının garipliklerinin kaynağı, tarihsel, coğrafî, evrimsel, içgüdüsel ve en önemlisi kültürel. Grunberg’in yaptığı asabî bir cerrah olarak kahramanlarına mütemadiyen biyopsi yapmak. Her sondajda elde ettiği parçanın ölümcül virüs taşıdığını söylemeye lüzum yok. Karakterler habitatlarını korumaya çalışan hayvanlar gibi. Yaşamak istiyorlar. Kahramanlar katmanlı, düz değil. Muhataplarının davranışlarının ardındaki gerçek nedeni görecek kadar duyarlılar. “Evet bana ihanet etti ama bu onun ilgi isteme çığlığı.” Roland’ın değerlendirmesi aynen böyle. Buradan anlıyoruz ki Grunberg’in evreninin oyuncuları bu oyunu kaybetmeye mahkûm. Evet, yapmaya çalıştığı tam da bu, kendi içine çöken bir evren yaratmak.
“Hakikatin kusuruna bakılmaz.” Romanın ana karakteri Roland, söz her kendine geldiğinde hakikatten bahsediyor. Hakikatin soğuk metalik dokusundan. İktisat ilmine iman etmiş biri olarak konuşuyor. “Aile içinde insanlar birbirlerini örter, orada ninniler söylenir, masallar anlatılır, birlikte börekler açılır.” Bu özelliğiyle adeta külyutmazlığının altı parlatılıyor. “Hakikati kaderiyle baş başa bırakamayacağımızı daha çocukken anlamıştım.” Bunu mahsus yaptığı söylenebilir. “Kıskançlık kötü bir yatırımdır.” “Sözcükleri değiştirdiğin zaman gerçek değişmez ama hakikat değişir.” Bir anlamda Roland’ın finaldeki çöküşüyle ilgili alt yapı hazırlanıyor. Hakikat karşısında takındığı tavır aynı zamanda kendi sonunun kaçınılmazlığının da sağlaması. Gerçekten de hakikatin kusuruna bakılmaz.
Makyaj ve montaj
Metin, altyazısız, sessiz bir film olarak değerlendirilebilir. Onu anlatmak için dışarıdan hiçbir araca ihtiyaç duymuyor. Makyaja ve montaja. Bunu yapmak için kendi dilini değil, okuyucunun gözünü kullanıyor. Bunun bir yolunu bulmuş olmalı Grunberg. Yani neredeyse metnini okuyucuya izletmesinin, ama okutmasının değil. İlk elden aklıma gelen, romanı, öncelikle zihninde aşağı yukarı kurguladığı ve daha sonra onu senaryolaştırdığı ve nihayetinde elde ettiği bu senaryodan metni romanlaştırdığı. Oysa sonra düşündükçe böyle bir yolu takip etmediğine kanaat getirdim. Bence, Arnon Grunberg önce bu romanın filmini çekti. Sonra oturup seyretti ve gördüklerini kâğıda geçirdi. Çünkü metin okunmaktan ziyade ağır ağır hareket etmekte. Peş peşe dizilmiş tablolar gibi akıyor. Bunun olanaksız olduğunu elbette biliyorum, önce filmini çekip sonradan da bunu deşifre etmediğine göre, o halde Grunberg, bütün metni zihninde canlandırdı. Bu mümkün müdür, mümkündür.
Kahramanlar kontrollü olarak, yani neredeyse santim santim, sınıra itiliyor roman boyunca. Uca, kenara. Bu manada Dostoyevski’ye benzediği söylenebilir. Adeta kendileri de merak etmektedir kendi sınırlarını. Belki yazarın kendisi de. Ancak şu ince farkı da belirteyim, Grunberg’in karakterleri Dostoyevski’nin karakterleri kadar savruk değil. Karakterlerin böylesine sona gitme durumları neredeyse yapısal. Yani tercihi işlevsiz bırakan bir kaderleri var. Grunberg’in evreni çökmek zorunda. Ancak karakterlerin aksine evrenlerinin çökmesi yapısal değil, bilakis kahraman eliyle bir kıyamet söz konusu. Bu zorunluluğa ulaşmak için kurduğu evrene bir takım sübaplar monte ediyor ve belirli bir sınırdan sonra bu sübaplardan hava kaçırmaya başlıyor hayat. Sonuç, doğal olarak çöküş. Muazzam bir gaz boşalması halinde hayatı kendi başına yıkılıyor Roland’ın. Ama bu son kesinlikle kaçınılmaz. Roman karamsarlığını finalinden değil, her şeyinden alıyor.
Grunberg’in yarattığı evrenin mekaniğiyle bitirmeye çalışacağım. Roland’ın sevgilisi Violet, attığı ilgi çığlığını Roland duysun diye, yaptığı kaçamağı anlatıyor Roland’a. Bu şekilde adamı kendine bağlamaya çalışıyor. Roland bu bilgiyi, yani sevgilisinin kaçamağını, “bilgi aktarımı” şeklinde eski karısı Sylvie’ye anlatıyor. Böylece Sylvie’yi Violet’e bağlıyor. Sylvie, oğlu Jonathan’ı babasının sevgilisiyle kaynaştırmaya çalışıyor. Oğlanın gelişiminin daha sağlıklı olacağı düşüncesiyle, anaç bir anne olarak kendini ve oğlunu söz konusu bilgiyi de hesaba katarak Violet’e bağlıyor. Onun kullandığı araç da, Violet’in sararmış dişlerini beyazlatmak, ki kadın diş hekimi. Violet, Sylvie’nin beyazlatma teklifini kabul ederek kendini, sevgilisinin eski karısı ve oğlu üzerinden Roland’a yeniden bağlamaya çalışıyor. İşlem bittikten sonra, dişlerini kaçamak yaptığı oğlana göstererek, Wytse’i ana bütüne bağlıyor. Yetinmiyor, yaşadıklarının tümünü Roland’a anlatıyor. Yaptığı kaçamağı da. Bu sayede Roland’ı zincire dahil etmeye çalışıyor.
Sıkı düğümler yumağı
Ancak Roland, şu kaçamak işinin sadece maddî teferruatını bilmek istiyor ve işin psikolojik yükünün kariyerine hiçbir fayda sağlamayacağını bilecek kadar hakikate mesafeli olduğundan, sisteme bağlanmayı reddediyor. Çünkü böyle bir araçsallaştırmanın kendisinin, karısına ve oğluna daha fazla abanacağı anlamına geleceğini biliyor. Sübabı devre dışı bırakıyor ve evren sistematik olarak gaz kaçırmaya başlıyor ve elbette tam da ana karakterin başına patlayarak. Bu davranışı, oğlunu, eski karısını, sevgilisini ve sevgilisinin kaçamağı Wyste’yi de dahil olmak üzere bütün bağlılarını yeniden bir miktar belirliyor. Bu bağlantıları anlatmamın sebebi, İliğine Kadar romanının metninin kumaşının bu ilmeklerle dokunduğunu göstermek. Neredeyse açıkta kalan hiçbir ip yok. Roman adeta sıkı düğümler yumağı. Finalinin açıkça başarısızlığı da buradan değerlendirilebilir. Bu türden sayısız bağlantılar arasında dolaştıktan sonra mecburen öylesi bir sona fit olmak zorunda kalıyorsunuz.
Bu dokuma, aynı zamanda Grunberg’in bütün çağdaş profesyonel edebiyatçılara gözdağı verdiği, meydan okuduğu şeklinde de görülebilir.