Arap Baharı’ndan IŞİD’e Ortadoğu’da karşıdevrim ve emperyalizm
Arap yarımadasıyla Afrika’nın kuzeyini kapsayan bölgede, bundan yaklaşık dört yıl önce heyecan verici gelişmeler yaşanıyordu. Tunus’ta üniversite mezunu, iş bulamayan ve işportacılık yapmak zorunda kalan bir gencin hayat koşullarına isyan ederek kendini yakması, bölgenin kaderini köklü olarak değiştirecek bir dizi ayaklanmayı tetiklemişti. Yasemin Devrimi, bir aydan kısa bir süre içerisinde Tunus’un 23 yıllık diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’nin yönetimine son verdi. Gösteriler Mısır’a sıçradı. Batı’nın çok önemli bir müttefiki olan, en güçlü Arap ülkesi Mısır’ı 30 yıldır olağanüstü hâl yasalarıyla yöneten diktatör Hüsnü Mübarek, milyonlarca kişinin sokağa çıktığı üç haftalık bir sürecin sonunda devrildi. Yemen, Libya, Bahreyn, Suudi Arabistan, Cezayir, Fas, Sudan, Kuveyt ve Ürdün gibi bir dizi ülkede kitlesel gösteriler, iktidar değişiklikleri oldu. Ortadoğu’da Sykes-Picot düzeni sarsılıyor, sınırları aşan bir dayanışma ruhuyla ezilenler ayaklanıyor, Batı emperyalizminin hakimiyetine dayalı statüko tehdit altına giriyordu.
Bugün çok farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in bir yıllık iktidar deneyimi bir askerî darbeyle sonuçlandı. Ülkede Mübarek dönemini aratmayan bir baskı ortamı var ve cunta rejimi hem küresel hem bölgesel önemli güçler tarafından destekleniyor. Libya’da NATO’nun askerî müdahalesi devrimi boğdu; bugün hem siyasî hem askerî açıdan büyük bir kaos yaşanıyor. Suriye’de rejimi devirmeyi başaramayan halk hareketi, bir yandan Esad’ın bir yandan radikal İslamcı grupların baskısı altında zayıfladı.
Her türlü devrim, kendi aralarında zaman zaman çıkarları çatışsa da bütün ülkelerin egemen sınıflarına büyük bir korku salar. Arap devrimlerinin sonucunda bugün gelinen karmaşık durum, birçok gücün süreçlere müdahil olmasıyla başlayan geniş ölçekli bir karşıdevrimci saldırının sonucu.
Haziran ayı başında Irak’ın Musul kentini ele geçirerek dünyayı sarsan IŞİD’in ilerleyişi ve ona karşı ABD liderliğinde kurulan uluslararası koalisyonun hava saldırıları, ancak böyle bir bağlama oturtulduğunda ve devrimleri ezen bu dalganın devamı olarak görüldüğünde anlaşılabilir.
“Herkes” IŞİD’e karşı birleşmeli mi?
Türkiye’de IŞİD’e dair analizler genellikle kaba ve islamofobik bir bakış açısından besleniyor. Buna göre, Sünni Müslümanlar zaten geri kafalı ve vahşidir, bu örgüt de bunun doğal sonucudur ve Aydınlanma’nın kazanımlarını yok ederek dünyayı Ortaçağ’a döndürmek istemektedir; dolayısıyla uzun uzadıya incelemeye gerek yoktur. Onun yerine, tarihte eşi benzeri olmayan bu yapının derhal ezilmesi için bir askerî gücün hemen devreye girmesi talep edilir.
IŞİD, El Kaide benzeri örgütlerin bir hilafet devleti kurma iddiasını gerçekleştirmeye çok yaklaşan; Irak ve Suriye’nin üçte birini kontrol eden, zengin petrol yataklarının gelirine sahip olan, Baas rejiminden Rus yapımı ve Irak ordusundan ABD yapımı birçok gelişkin silah ele geçirmiş, sekiz milyon kişiden vergi topladığı iddia edilen, çoğu zaman baskı ve zorbalıkla ama bazen de ikna yoluyla geniş bir Sünni taban üzerinde hakimiyet kuran bir örgüt. IŞİD’in yok edilmesi gerekliliği, hem yerel ölçekte hem de dünya çapında tüm düşman kardeşleri birleştiriyor. Esad da Suriyeli muhalifler de, İran da Suudi Arabistan da, Hizbullah da İsrail de, ABD de Rusya da, Türkiye devleti de PKK de -bir arada olmasalar da- IŞİD’e karşı mücadele ediyor. ABD’nin hava saldırılarına “antiemperyalist” Baas rejimi onay veriyor, bombardımanın doğru yönde ilerlediğini söylüyor. Solun yapması gereken, sınıf mücadelesinin ve her şeyin üstündeki bu tuhaf ittifaka eklemlenmek değil, IŞİD’in nasıl geriletileceğine dair kafa yorabilmek için onun yükseldiği koşulları anlamak olmalı.
IŞİD’in yükselişi, birincisi, ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgalinin ve onun yarattığı siyasî sonuçların bugün geldiği noktanın bir ürünü; ikincisi, Arap Baharı’nın umut verici atmosferinin karşıdevrimci saldırıların sonucunda yok edilmiş olmasının ürünü. Bu iki unsurun da kesiştiği nokta, hem Suriye’de hem de Irak’ta mezhepçiliğin tırmanışı. IŞİD, Sünni mezhepçiliğinden beslenen vahşi bir örgüt.
Mezhepçilik geçmişe ait bir olgu mu?
Mezhepçilik, bundan 1500 yıl kadar önce aynı dinin mensupları arasında yaşanmış bir iç çatışmanın intikam hislerinden beslenen devamı; veya bu ayrışmanın sonucunda yüzyıllar boyu farklı kültürler geliştirmiş insan topluluklarının -örneğin farklı milletler gibi- birbirleriyle anlaşamıyor olmalarıyla ilgili değil. Aksine, Ortadoğu’da feodal toplumdan kopuşun ve kapitalizmin gelişiminin kitlelerin katıldığı devrimci dönüşümler aracılığıyla değil Batı sömürgeciliğinin müdahalesiyle gerçekleşmiş olmasıyla ilgili, modern çağa ait bir olgu. Marx’ın dediği gibi, “Bu tür [burjuva] devrimci krizlerin yaşandığı dönemler, kendi amaçlarına hizmet etmesi için geçmişin ruhlarını çağırır. Bu ruhlardan isimler, kavga sloganları ve kostümler ödünç alıp bugünün sahnesini eskiden kalma bir kılıkla ve ödünç alınmış bir dille sunmayı hedefler. Yeni sahne böylece dünya tarihine yerleştirilir.”
Mezhepçilik, modernleşme sürecindeki sert dönüşümün bir ürünü olarak kök saldı. Ve Arap toplumlarındaki sorunların farklı bir ideolojik kılıfa sokulmasını, yeni bir politik zeminde tartışılmasını sağlayarak egemen sınıflara hizmet etti. Yani iddia edildiği gibi Arap milliyetçiliğinin veya ulusal birliğin karşısında konumlanmadı; aksine, tıpkı milliyetçilik gibi, burjuvazinin işçileri hem bölmesinin hem de onlar üzerinde ideolojik hegemonya kurmasının aracı oldu. En çarpıcı örneği Sünni-Şii bölünmesi olmak üzere, farklı coğrafyalarda sınıf mücadesinin seyri, belirli özel koşullara bağlı olarak mezhepçiliğin farklı versiyonlarının doğmasını beraberinde getirdi.
Mezhepçilik nasıl tırmandı?
Geniş kitlelerin katıldığı mücadeleler, Arap Baharı gibi isyanlar, ortak çıkarları olan aynı sınıfın bireyleri arasındaki yapay ayrımları (ve elbette mezhepçiliği) ortadan kaldırmanın yegâne yoludur. Kimilerinin iddia ettiği gibi, mezhepçilik böyle süreçlerin bir ürünü olarak doğamaz. Egemenlerin iktidarını korumasının bir aracı olduğu gibi, böyle süreçlerde de mücadele edenlerin bölünmesini sağlamaya yarar.
Bütün dünyanın gözünün Mısır Devrimi’nde olduğu günlerde tam da böyle olmuştu. Mısır’da devlet aygıtı ve askerî rejimler, geleneksel olarak, en büyük muhalif güç olan Müslüman Kardeşler’in baskı altına alınmasını meşrulaştırmak için sık sık Kıpti Hristiyanlara yönelik saldırılar düzenliyor veya bunların gerçekleşmesini kolaylaştırıyordu. Oysa, Mübarek’in devrildiği süreçte, Tahrir’de namaz kılan Müslümanları koruyanlar el ele tutuşan Hristiyan gençlerdi. Bundan üç yıl sonra, siyasî tablo askeri darbeyle bütünüyle tersine döndürüldüğünde, mezhepçilik bir kez daha tırmandı. Bu kez Müslüman Kardeşler gerçekten de “darbeyi destekledikleri” gerekçesiyle Kıptilere saldırılar düzenliyordu.
Benzer bir durumdan Suriye’de de söz etmek mümkün. Baas rejimine karşı ayaklanma başladığında, Alevilerin, Hristiyanların ve diğer azınlıkların kurduğu siyasî gruplar da Sünni çoğunlukla birlikte devrim için mücadele ediyordu. Halk ayaklanmasının kalbindeki sloganlar, bütün dinlerden ve mezheplerden insanların ortaklığını simgelemek için, Suriye halkının bir olduğunu vurguluyordu. Esad hanedanının köyündeki bazı aileler devrime katıldığında, ülkenin her yerinde “Ölümüne seninleyiz Kardaha” ortak sloganıyla destek verilen kitlesel gösteriler düzenleniyordu. Ancak Baas diktası, iktidarını sürdürebilmesinin tek yolu olan mezhepçiliği bir kez daha ustalıkla kullandı. Bugün 200 bin kişinin öldüğü ve devrimin kazanamadığı tabloda, Suriye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki gerginliğinin tırmandığını; dışarıdan gelen Hizbullah militanları ve rejime bağlı şebbihaların karşısında radikal İslamcı sünni gruplar ve yine dışarıdan gelen cihatçılar ile mezhepçi şiddetin kanlı boğazlaşmaları tetiklediğini görüyoruz.
Irak’ta ise mezhepçiliğin tırmanmasının ABD işgaliyle doğrudan bağlantısı var. Elbette Saddam Hüseyin iktidarı da mezhepçiliği bir araç olarak kullanıyordu. Ancak ABD’nin 2003 sonrası politikaları, özellikle 2006-2007 yıllarında Sünnilerle Şiiler arasındaki karşılıklı saldırılarla ölümlerin tavan yaptığı dönemle birlikte, mezhepçiliğin Irak toplumunu derin bir biçimde bölen bir olgu olarak yerleşmesini sağladı.
ABD, işgale karşı direnişi bölmek için bir dizi hamle yaparak mezhepçiliği körükledi. Siyasî yapıyı, iktidarı Sünniler, Şiiler, Kürtler ve Türkler arasında paylaştıracak şekilde kurguladı. Her grubun içinde en mezhepçi unsurlarla işbirliği yaptı ve tümünü birbirine karşı kullandı. Örneğin, işgale karşı direnişin içinden doğan, daha sonra Uyanış Hareketi olarak bilinecek olan Sünni aşiretlerin oluşturduğu milisleri, para ve askerî yardımla (bu grupların El Kaide’nin radikalliğinden duydukları korkudan da faydalanarak) kendi tarafına çekti ve Sünnilerin işgal karşıtı direnişine saldırttı. Bu gruplar daha sonra ABD’nin başa getirdiği mezhepçi Maliki yönetimi tarafından Irak ordusuna entegre edilemedi. Uyanış gruplarından Irak İslam Devleti’ne geçişler oldu.
Bütünlüklü bakıldığında, Irak’ta ABD işgali sonrası Sünni toplum tecrite uğradığını ve siyasal alandan dışlandığını hissetti. Maliki’nin politikalarının Esad’dan pek de farkı yoktu.
IŞİD gibi mezhepçi örgütlerin, ancak Arap devrimleri gibi mücadelelerin yenildiği bir umutsuzluk ortamında güç toplayabileceklerine dair en iyi örnek, yine Irak’tan. Sünniler 2012 yılı sonunda Irak’ın çeşitli kentlerinde çadırlar ve kamplar kurarak “Irak Baharı” denilen gösterileri başlatmıştı. Maliki’ye karşı başlayan protestolar, belirli bir ölçüde Şii kentlerinde de yankı bulmuş ve mezhepçiliğin aşılması ihtimalini gündeme getirmişti. Bir yıl kadar süren bu hareket, rejim tarafından ezildi. Yüzlerce kişi öldürüldü, binlerce kişi işkenceden geçirildi. Son protesto kampı, 2013’ün Aralık ayında askerî yöntemlerle bastırıldı. IŞİD, bir ay sonra, Ocak 2014’te Felluce’yi ele geçirdi.
Batı’nın müdahalesi çözüm olabilir mi?
Peki, böyle koşullarda yükselişe geçti, ama IŞİD nasıl durdurulacak? Sivilleri infaz eden ve katliamlar yapan örgütü durdurmak için muazzam bir askerî güce, örneğin ABD’nin savaş uçaklarına veya NATO’ya ihtiyacımız yok mu?
Bütün bu sorulara net yanıtların verilememesi, solda duran birçoklarının, NATO zirvesinde kurulan uluslararası koalisyonun Irak ve Suriye topraklarına yönelik bombardımanları desteklemesine neden oldu. Oysa IŞİD’i geriletmek isteyen herkes, öncelikle bu örgüte karşı Batı emperyalizminin tercih edilemeyeceğini kavramak zorunda.
IŞİD acımasızca şiddet kullanan bir örgüt, ancak Ortadoğu’daki şiddetin tarihi onunla başlamıyor. Kaç bin kişi öldürdüklerine dair ciddi bir veri yok, ama birkaç bin olduğu tahmin ediliyor. Bu elbette ki vahşet; ancak yaklaşık 1,5 milyon kişinin öldüğü Irak ve 100 bini aşkın kişinin öldüğü Afganistan işgallerinden veya örneğin Filistin’e her saldırdığında iki bin kişiyi katleden İsrail’den daha beter ve “durdurulması için her şey göze alınabilecek” özel bir vahşet değil. Dolayısıyla, bir katilden korunmak için bir diğer katili, hem de emperyalist piramidin zirvesinde yer alan Ortadoğu’nun asıl katilini göreve çağırmanın bir anlamı yok.
ABD, Irak ve Suriye’yi demokrasiye inandığı için, barışa ve özgürlüğe düşkün olduğu için bombalamıyor. Öyle olsa iki bin darbe karşıtını bir çırpıda öldüren Mısır’daki Sisi cuntasını, Gazze’nin katili siyonist rejimi veya kafa kesmekte IŞİD’den daha usta olan Suudi Arabistan’ı da bombalaması gerekirdi. Yani “insanî müdahale”nin insanî gerekçelerle ilgisi yok; ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinde aldığı yenilgiler sonucu kaybettiği inisiyatifi yeniden ele geçirme çabasıyla ilgisi var.
Buna rağmen, ABD emperyalizmi çok vahşi ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor olsa da, katliama uğrama riski olan halkları kurtarmaları için çağırmakta ne sakınca var?
Birincisi, zaten IŞİD gibi bir örgütün yükselmesine yol açan koşulları ABD’nin askerî müdahalesi sağladı. Sorunu yaratanlar, sorunun bir parçası olamaz. Çözüm için önce onların kovulması gerekir.
İkincisi, Ortadoğu’nun tarihi en az bir yüzyıldır Batılı sömürgeciler tarafından yazılıyor. Ve bu tarih savaşlarla, işgallerle, katliamlarla dolu. Örneğin, Irak’ın son 32 yılı ABD’nin bizzat çıkardığı veya desteklediği, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği savaşlarla geçti. Bu nedenle, dünyanın bu bölgesinde ABD hangi örgütü hedef alırsa, o örgüt güçlenir ve tabanını büyütür. Arap milliyetçisinden İslamcısına, her siyasî akım için bu böyledir.
ABD müdahalesi, hem ölümleri durdurmayıp tırmandıracak hem de IŞİD’i bitirmeyip daha da güçlenmesine hizmet edecek. Buna dair örnekler şimdiden görülüyor: Suriye’de cuma günleri yapılan protesto gösterilerinde Esad karşıtlığından daha büyük ölçüde Uluslararası Koalisyon’un saldırıları lanetlendi ve ABD bayrakları yakıldı. Bu gösteriler birçok yerde El Nusra Cephesi ve IŞİD’e destek mesajlarıyla dolup taştı. Suriye’de muhalifler tarafından devrimin düşmanı olarak görülen ve tecrit edilen IŞİD, tekrar itibar toplamaya başladı. IŞİD ile bir yıla yakın süredir kanlı çatışmalar içerisinde olan, El Kaide’nin resmi kolu El Nusra, ABD saldırı karşısında IŞİD’e yakınlaşıyor.
IŞİD’i Ortadoğu halkları yenecek
IŞİD’i geriletmenin ve durdurmanın kestirme formülleri yok. Bombardımanlarla üslerini yok etmek çare değil. Ortadoğu’daki şiddet sarmalını yaratan siyasî koşulları bertaraf etmeden elde ettiği güç ve destek azalmayacak.
Karşıdevrimin yarattığı tabloyu tersine çevirecek, mezhep farklılıklarını aşan siyasî alternatifler inşa etmek ise imkânsız veya ütopik değil. Örneğin Irak’ın tarihi, buna dair zengin örneklerle dolu.
İngiliz işgaline karşı 1920 ayaklanması, 1940’lardan 1958’e kadar süren ve yine İngiltere’nin Irak üzerindeki hakimiyetine karşı başlayan kitlesel mücadele dalgaları bunun örnekleri. Bu dönemde, Ortadoğu’nun en kitlesel sol partisi olan Irak Komünist Partisi, Sünnilerden Şiilere, Yahudilerden Kürtlere farklı kimliklerden emekçilerin ortak örgütlendiği bir siyasî odaktı.
Daha yakın geçmişten örnek verecek olursak, ABD işgaline karşı 2003-2004 yıllarındaki muazzam direniş, ortak bir örgütlenme yaratamasalar da Şiilerle Müslümanların işbirliğine ve ortak bir ruh hâliyle hareket etmelerine sahne olmuştu.
IŞİD’in gerilemesi, başta Irak ve Suriye olmak üzere bölgede Arap Baharı benzeri yeni bir dalganın, ezilenlerin özgürlük ve demokrasi için kolektif olarak hareket ettikleri kitlesel mücadelelerin ürünü olabilir. Böyle bir sürecin başlaması, ABD’nin bombalarının bölgeye barış, huzur ve istikrar getirme ihtimaline göre çok daha gerçekçi.