Besim F. Dellaloğlu
Eğri oturup doğru konuşalım. Bu ülkede ciddi, derinlikli, kapsamlı bir modernlik eleştirisi pek olmadı. Çünkü bir modernleşme ülkesi olan Türkiye için modernlik Batı’dan gelen ve bizim mevcut halimizden her koşulda daha iyi olan bir şeydi. Bu nedenle de modernlikle aramıza kendilik bilincimizin tezahürü olabilecek eleştirel filtreler koyamadık. Çünkü vaktimiz yoktu. Çünkü işlerimiz hep çok acildi. Kurtarılmayı bekleyen bir vatan, millet, halk oralarda bir yerlerde hep bizi bekliyordu.
Ana akım modernleşmecilik, yani Kemalizm zaten modernliği Batı’yla özdeş olarak okudu. Onlar için Batılılaşma tüm sorunlarımızın yegâne ilacıydı ve ona teslim oldular. Bu rahatlık aslında bugün de yaşadığımız sorunların birçoğunun temel sebeplerinden biridir. Projeler, programlar, yasalar, yönetmelikler Batı’dan çevrilebilir, kurumlar Batı’dan aktarılabilir. Ama çeviri kendilik, kişilik mevcut değildir. Batı’nın modernliği inşası halis bir kendi oluş hikâyesidir. Bir proje olarak Türkiye modernleşmesinin, modernliğe, bir anlamda Batı’ya yönelik müthiş bir hayranlıkla birlikte, Batı’nın ve modernliğin aslında ne olduğuna yönelik derin bir idraksizlik içerdiğini artık kabul etmek zorundayız. Hatta bununla yüzleşmeden hiçbir meselemizi çözemeyeceğimiz bence aşikâr. Bakınız cumhuriyet mi, demokrasi mi tartışması!
Kemalizm’in bir varyantı olarak solculuk
Türkiye solculuğunun temel sorunları aslında bu genetikten geliyor. Biz Türkiye solcuları cumhuriyet öğretmeni ebeveynlerimizin yaramaz çocuklarıyız. Kemalizm’in çizdiği bir çerçevenin marjinalleriyiz. Türkiye solculuğunun en büyük trajedisi bence kendini Kemalizm’den bir türlü özgürleştirememesidir. Oysa Kemalizm’in bir varyantı olarak solculuk artık bu ülkede tarihsel ve sosyolojik olarak mümkün değildir.
Sosyalizm, komünizm ve anarşizm tıpkı liberalizm, milliyetçilik ve muhafazakârlık gibi tarihsel deneyimlerdir ve asla evrensel değillerdir. Belli bir zaman ve mekânda ortaya çıkmışlardır. Neredeyse bütün modern siyasal ideolojiler 19. yüzyıl ekseninde biraz da birbirlerine tepki olarak gelişmişlerdir. Bu ideolojilerin hemen hemen hepsi hem modernliğin ürünüdürler hem de modernliğin eleştirmenleri. Örneğin sosyalizmi ve komünizmi çerçeveleyen bir ideoloji olarak Marksizm sanayileşmenin yani bir anlamda modernliğin bir ürünüdür. Ancak aynı zamanda 19. yüzyılda ortaya çıkmış en önemli modernlik eleştirisidir. Hemen şunu hatırlatmak gerekir elbette: Marx için modernlik kapitalizmin ta kendisidir. Bugün için modernlik ile kapitalizm birebir aynı şeyler olmayabilir, ama 19. yüzyıl koşullarında kapitalizmin dışında bir modernlikten söz etmek oldukça zordur.
Batı’da sol, sanayi toplumunun içinde ezilenlerin siyasî ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Elbette aydınları, entelektüelleri vardır, ama sol öncelikle bir sınıf hareketidir. Sendika da, siyasal parti de 19. yüzyılda ortaya çıkmış kurumlardır. Ve arkalarında toplumsal sınıflar vardır büyük ölçüde.
Sol siyaset ise özellikle sömürülenlerin, ezilenlerin, kazanırken (maaş) bile aslında kaybedenlerin eşitlik talebidir. Sol öncelikle eşitliği talep etmektir. Ne özgürlük, ne ulusal bağımsızlık, ne kalkınmadır sol. Örneğin özgürlük liberalizmin, ulusal bağımsızlık milliyetçiliğin, kalkınma muhafazakârlığın hanesine de kolaylıkla yazılabilir. Ama sol öncelikle eşitlikçidir. Diğerleri ana ilkeyle çelişmediği ölçüde anlamlıdır.
Modernliği almaya çalışan toplum
Türkiye’ye sol bu anlamıyla 1960’larda ancak gelmiştir. Yine Batı’dan ve Marx’tan yaklaşık yüzyıl sonra. Ama Türkiye, sol buraya geldiğinde, hatta belki de hâlâ, bir modernleşme ülkesidir. Yani modernliği bizatihi kendi dinamikleriyle üretmemiş, ama onu kendinden daha iyi bellemiş ve almaya çalışmış bir toplumdur.
Batı’da modernlik büyük ölçüde burjuvazinin iktidar yürüyüşü esnasında ortaya çıkan toplumsallıktır. Proletarya ise bu anlamda modernliğin alternatif ötekisidir. Biz Batı’dan modernliğin kurumlarını, okullarını, yasalarını, kıyafetlerini, alfabesini aldık ama burjuvazisiyle proletaryasını alamadık! Çünkü onlar alınabilir değildir. Onlar sınıftırlar, öznedirler. O özneler, bizim hayran olduğumuz kavramları, kurumları, okulları, yasaları, kıyafetleri, alfabeyi üretenlerdir. Batı bütün bunları bizim gibi başka bir yerden almamıştır. Kendi tarihsel deneyiminde bizatihi kendisi üretmiştir.
Biz de ise böylesine bir toplumsal özne oluş vaki değildir pek. Bu anlamda Türkiye için burjuvazi de, işçi sınıfı da “hayali cemaat”lerdir. Olan değil, olması gerekenlerdir. Türkiye’de uzun yıllar burjuvazi açığı “asker-sivil bürokrasi”, proletarya açığı da “kültürel solculuk”la ikame edildi. Buna belki “yaşama biçimi solculuğu” da diyebiliriz.
Demokratik bilincin temel bir koşulu, yaşama biçimini bir ideoloji haline getirmemektir. Türkiye’de solcuların yeterince demokrat olamamasının anahtarı burasıdır. Solcu olmanın koşulu ezilen kesimlerin çıkarlarını savunmaktır, onlara “doğru” yaşama biçimi önermek, öğretmek değil. Örneğin Avrupalı bir marksistin, bir işçi evine ayakkabıyla girmek gibi bir sorunu hiç olmamıştır! Çünkü orada marksist ile işçi arasında bizdeki kadar belirgin bir kültürel mesafe yoktur. Türkiye’de Kemalizm’in modernliği giyim kuşama bağlaması gibi, solcular da ateizme bağlamıştır örneğin! Oysa bütün bunlar belli bir zaman ve mekânda ortaya çıkmış Batı modernliğinin kültürel renkleridir, evrensel yönü değil. Solculuğun evrensel bir boyutu varsa eğer bu eşitlik arayışıdır, ezilenlerin yanında yer almaktır. Ancak Türkiye’de sol, “ilerleme“, “aydınlanma”, “çağdaşlık” gibi kavramlara peşinen abone olduğu için modernliğe karşı yeterince eleştirel bir tavır asla geliştirememiştir.
“Kültürel kitlenme”
Bugün örneğin İstanbul’un bazı ilçelerinde, ilçe belediye başkanlığı için ciddi bir mücadele söz konusu bile değil. Çünkü bazı ilçelerde CHP’nin, diğer bazı ilçelerde ise AKP’nin kazanacağı aşikârdır. Bu ise henüz sivil bir siyasetin pek mümkün olmadığına işaret eder. Çok geniş kesimler, yaşama biçimi üzerinden, kültürel tercihleri üzerinden oy vermektedir. Yaşama biçimi veya kültürel kodlar üzerinden oy vermek tipik bir “cemaat” davranışıdır oysa. Bu “cemaat” “laik”, “seküler” bir cemaat olsa bile! Bu anlamda ne CHP’nin ne de AKP’nin güçlü oldukları bölgelerde siyaset üretmek gibi bir zorunlulukları yoktur. Bu büyük bir lükstür. Bu lüksün nedeni, eğri oturup doğru konuşursak, bu ilçelerin oy tabanlarının ilgili partilere “kültürel” olarak mahkûm olduğunun bilinmesidir. Bu Türkiye siyasetinde çok belirgin olan bir “kültürel kitlenme“dir.
Bu kültürel kitlenme çözülmeden Türkiye’de demokratik bir siyasetin ve dahi solculuğun imkânları mevcut değildir. Bununla yüzleşmeden AKP’nin arkasından “her şeye rağmen” çekilmeyen kitlelerden yakınmak demokratik bir tutum olamaz. Türkiye’de “asgari demokrasi”nin en azından kitleselleşmeye başlamış bir sol olmadan mümkün olmayacağı ortaya çıkmıştır. Toplumun çok geniş ezilen kesimlerinin neden “her şeye rağmen” AKP’nin arkasından çekilmediklerini anlamaya, çözümlemeye pek de meraklı olmayanların kendilerini “solcu” olarak nitelemeleri olsa olsa bir şakadır.
Türkiye’nin demokrasi çıtası da maalesef bu kültürel kitlenmeye kitlenmiştir. Sosyolojiyle siyasî temsil arasındaki kitlenmeler tarihte her zaman “otoriterlik” üretmiştir. Türkiye bir istisna değildir. Benim naçizane yorumum şudur: Giderek otoriterlikten otoriterlik beğenmek zorunda kalacağımız bir meşhul/aşikâra doğru hızla “ilerliyoruz”. Üstelik modernleşme çağında değiliz artık. Siyaset ile sosyoloji arasında bir irtibat var. Arkasında sosyoloji olan sadece AKP değil. Kemalizm Türkiye’de artık sadece bir elit ideolojisi değil, ciddi bir toplumsal tabanı var. Hep söylemeye çalışıyorum: Modern olmak bizi tüm dertlerimizden kurtarmayacak. Sadece farklı ve yeni dertlerimiz olacak. Türkiye’de “otoriterlik” artık vesayet yani siyasetle sosyoloji arasındaki filtrelerle açıklanabilir olmaktan çıkıyor ve hızla toplumsallaşıyor. Toplum aktör haline gelmeye başladığı için rejimin niteliğini tek başına siyasî kadroların nitelikleri belirleyemez artık. Böylesi bir sürecin kazananı olmayacaktır. Yine tekrar edeceğim ama birleşik kaplar teorisi çalışmak lazım. Ama hep beraber!
“Komedyen” mi, solcu mu?
Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel özelliği henüz yeterince cumhuriyet olamamasıdır. Türkiye modernleşmesi, cumhuriyetin iyi bir şey olduğuna emindir, ama onun aslında ne olduğu konusunda kafası oldukça karışıktır. AKP’nin arkasından “her şeye rağmen” çekilmeyen milyonlar aslında cumhuriyetin yeterince cumhuriyet olamamasının sonuçlarıdır.
AKP’nin arkasındaki sosyolojiyi göz ardı ederek Türkiye’de “demokratik siyaset” yapmak pek mümkün gözükmüyor. “Birkaç kilo pirince oyunu satanlar var” dedikten sonra “Cumhuriyetin kazanımları”ndan söz edenler “komedyen” olmalı, solcu değil! AKP’nin tabanının en azından bir kısmı sola meyletmedikçe Türkiye’de “asgari demokrasi” pek mümkün gözükmüyor. Faşizm Türkiye’de bir rejim, bir ideoloji olmaktan çok bir haleti ruhiye gibi gözüküyor. Faşizm başımıza gelen değil, bizatihi öznesi olduğumuz bir durumdur. “Asgari demokratlık” kötü olduğunu varsaydığımız rejimle mücadele ederken “tenezzül” ettiğimiz yöntemlerle de belirlenir. Modern toplumda hiçbir rejim bireylerin bilinçlerini, akıllarını, fikirlerini, ruhlarını dolanmadan ayakta kalamaz. Demokrasi bir evliyalar rejimi değildir. Toplumun çoğunluğunun onu çıkarına görmesiyle mümkündür.
Demokrasinin de, otoriterliğin de, faşizmin de öznesi artık toplumdur modern zamanlarda. Her şeyi dışarıdan ithal etmeye alışmış bir toplum olarak “demokrasi”nin de dışarıdan ithal edilebileceğini düşünenlerimiz olabilir. Bu kesinlikle mümkün değildir! Bertolt Brecht bundan yıllar önce sürekli olarak halkın kalitesizliğinden yakınan Doğu Alman Komünist Partisi Genel Sekreteri’ne bir mektup yazarak şöyle demişti: Dilerseniz bu halkı ihraç edin ve yerine başka bir halk ithal edin!
“Solcu”larına halk beğendirmek zorunda olmak bu ülkenin demokrasinin trajedisidir. Bu topraklarda bir gün bir demokrasi olacaksa eğer bu toplum istediği için ve toplumun istediği kadar olacaktır. Elbette ideallerimiz, ideolojilerimiz, hatta takıntılarımız, saplantılarımız olacak. Ama kendi ufkumuzu içinde yaşadığımız toplumun ufkuyla asgari bir düzeyde bile bütünleştirmeden “solcu”luktan bahsetmek akıl ve tarih dışıdır. Bunu kabul etmek zorundayız.
AKP’nin arkasından çekilmeyen milyonlar
Mesela artık şu meşhur klişemiz “düzen partileri” söyleminden vazgeçelim öncelikle! Düzen partilerinin oyları uzaydan mı geliyor? Onlar da bu toplumun ürünleri değil mi? İyi, kötü bütün siyasal partiler içinde yaşadığımız sosyolojinin tezahürleri değil mi? Bazı partileri “düzen partisi” söylemiyle gayrımeşrulaştırmaya çalışarak aslında kendilerini marjinalize etmiyorlar mı Türkiye’nin “solcu”ları? Bunu görmek bu kadar mı zor? Bir siyaseti eleştirmek başka şey, o siyaseti arkasındaki sosyolojiyle birlikte gayrimeşrulaştırmaya çalışmak başka şey! Üstelik de bu devirde ‘düzenin dışı’ neresi?
Türkiye’de demokrasi sanırım AKP’nin arkasından çekilmeyen milyonları anlamaya çalışan ve bu anlayışa yönelik siyaset üreten solcularla, kendilerini AKP’ye bir gün mecbur hissetmeyecek milyonların diyaloğundan ortaya çıkacaktır. Tekrar edeceğim ama demokrasi dışarından alınabilir bir şey değildir. Hiçbir zaman da olmayacaktır. Demokrasi öznellikle inşa edilebilir, tecrübe edilebilir ve hayat haline getirilebilir.
Türkiye solcularının sanırım artık “aydınlanmacılık”tan, “ilerlemecilik”ten, “çağdaşlık”tan biraz nefeslenip kendilerini ezilen sınıfların kaderiyle bütünleştirmeye çalışmaları elzem. Kültürelci, yaşama biçimci refleksleri bırakıp, asıl temsil etmeleri gereken sınıflarla, o sınıfları şu anda temsil etmeyi başaran siyaset arasındaki ilişkiye odaklanmak önemli. Radikallik, avangardlık burada yatıyor. Yani kendi trajedimizle yüzleşmek!
Dünyayı değiştirmeye belki de önce kendimizden başlamalıyız. Tabi eğer kendimizi hâlâ bu dünyanın bir parçası olarak görüyorsak.