Şenol Karakaş
30 Mart seçimlerinde sandıktan çıkan sonucun siyasî anlamına dair sayısız analiz yapıldı. Bu analizlerin büyük çoğunluğu seçimlerden bir hafta önce yaşananlara gereken önemi göstermiyor. Seçimlerden bir hafta önce, Diyarbakır’da Newroz kutlamaları gerçekleşti. Hemen sonra, İstanbul’da aynı gün Newroz kutlaması ve AKP mitingi, Ankara’da da Fenerbahçe taraftarlarının Anıtkabir yürüşleri yapıldı. Bir kaç gün içinde yüz binlerce insan çeşitli taleplerini dile getirmek için sokağa çıktı. Bu arada Diyarbakır Newrozu’nda yaşanan bir gelişme ise tümüyle es geçildi. KCK Yürütme Konseyi eşbaşkanı Cemil Bayık, kendi sesiyle, görüntüsü ekrandan yansıtılarak mesaj iletti.
Çözüm süreci başladığından beri bir dizi “ilk” ile karşı karşıyayız. Bir önceki Newroz’da Abdullah Öcalan’ın mesajının okunması, Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen ardından inşa edilen “Kürt algısının” yıkılmasına hizmet eden yasal çerçeveye oturtulmamış bir müzakere sürecinin adım adım ilerlemesi, bazı kriz anlarının bizzat Öcalan’ın müdahale etmesiyle aşılması, bugün artık sıradan gelişmeler gibi görünse de, daha birkaç yıl önce hayalini kurmanın dahi güç olduğu hamleler.
30 Mart seçimlerinde bir yandan da bu gelişmeler oya sunuldu. Yasal zemine oturmasa ve çok “kırılgan” bir zeminde ilerlese de, çözüm sürecini yürüten iki partinin aldığı oy oranı, bu açıdan ele alındığında, seçimlerde barış ve çözüm sürecinin zafer kazandığını gösteriyor. BDP, altı ilde yüzde 50 ve üzerinde oy aldı. Kürdistan’da aldığı oyları koruyan ve il ve ilçe belediye sayısını artıran BDP’ye Kürt halkının verdiği onay, aynı zamanda Abdullah Öcalan’ın siyasal çizgisine, müzakere ve barış sürecine verilen onay olarak okunmalıdır.
AKP ise, çözüm sürecinin diğer ucunda duran iktidar partisi olarak otuzdan fazla ilde yüzde 50 ve üzerinde oy aldı. AKP’ye oy veren kitlelerin, çözüm sürecini hiç umursamadığı ve makarna ve kömürü umursayarak oy verdiği yönündeki kibir dolu görüşü bir yana bırakırsak, bu sonuç, batıda da çözüm sürecinin onaylandığını anlamına gelir. Bu nedenle, Newroz’da Cemil Bayık konuşma yapmış olmasına rağmen, yer yerinden oynamıyor. Batıda, Kürt illeri dışında yer alan çok sayıda ilde AKP’ye yüzde 50 ve üzerinde oy veren kitle, çözüm sürecinin devamından yana. Yeniden savaşın başlamasını istemiyor.
Seçimlerde çözüm yönünde açığa çıkan bu eğilim bir çelişkiye de işaret ediyor kuşkusuz. Kürt halkı da AKP’ye oy verenler de yeniden savaşın başlamasını istemiyor, eski ve kanlı günlere dönmek istemiyor. Ama bundan sonra farklılıklar başlıyor: Kürt halkı, sadece müzakere süreciyle yetinemez. Üstelik müzakere sürecinin yasal hiçbir zemini olmadığını düşündüğümüzde, bu yetersizlik daha da belirgin oluyor. Kürtler, başta anadil hakkı olmak üzere, bir dizi haklarının tanınmasını, siyasî özgürlüklerini, PKK’lilerin siyasal yaşama katılmasının olanaklarının açılmasını da istiyor. AKP’ye oy verenlerin ise, esas olarak AKP liderliğince şekillendirilen ve değişkenlik gösteren fikirleri, öngörüleri var.
Tam da bu yüzden, batıda, seçimlerin ardından Kürt halkının özgürlük taleplerine destek olacak genel bir özgürlük mücadelesi ve bu özgürlükleri dile getirecek, bu türden kampanyaları koordine edecek bir muhalefetin örgütlenmesi çok önemli.
Böyle muhalefete böyle sonuç!
Seçimlerin bir sonucu da, CHP ile MHP’nin aldığı yenilgi oldu. AKP’nin yolsuzlukları ayan beyan ortadayken, hükümet kendi tabanını düşman algısı yaratarak konsolide etmeyi hedefleyen politikalar izlerken, ifade özgürlüğü alanında ağır kısıtlamalara gitmişken, Ergenekoncuların serbest bırakılması gibi hamleler içindeyken, iki büyük partinin, CHP ve MHP’nin, üstelik “bas geç” taktiğiyle birbirilerine açıktan destek olurken, oylarında sadece küçük artışlar yaşamaları, bir koalisyon olarak düşünüldüklerinde ağır bir yenilgi almaları anlamına gelir.
Bu yenilginin kökeninde, topluma istikrarsızlık vaat etmeleri ve AKP tabanını aşağılamaları, her seferinde AKP’den daha sağcı olmayı başarmaları, çözüm sürecine net bir şekilde karşı çıkmaları, birisi ırkçı, bir diğeri zaman zaman ırkçı ama esas olarak ulusalcı politikalarla, AKP’nin yaptığı gibi kendi tabanlarını konsolide etme siyasetine çakılı kalmaları yatıyor. Sonuç , koalisyonunun tabanını demoralize eden bir yenilgi oldu.
Seçim sonuçları, CHP’nin esas olarak zenginlerin partisi olduğunu gösteriyor. CHP’nin belediye başkanlığını kazandığı tüm iller, ortalama geliri Türkiye ortalamasından daha yüksek olan iller. Ortalama gelirin Türkiye ortalamasının altında olduğu iller arasında sadece Hatay, Giresun, Zonguldak ve Sinop’ta CHP belediye kazanabilmiş durumda.
Her seçimde, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek aynı anda halk oyuna sunulur. İnsanlar bugünü geçmişle kıyaslar ve bu kıyaslamadan geleceğe, yarına dair çıkarımlarda bulunarak oy verir. CHP, sadece insanların geçmişinde devletle, devlet zorbalığıyla örtüşen hatıraların bir numaralı sorumlusu değil, aynı zamanda geçmişte yaşayan, bugüne geçmişten seslenen ve geçmiş, aşılmış olan baskıcı siyasal koşulları vaat eden bir parti görünümünde. Nüfusun büyük çoğunluğu açığa çıkan yolsuzluk vakalarının gerçek olduğunu düşünmesine rağmen CHP’ye yönelmiyorsa, bunun nedeni tam da CHP’nin vaat ettiklerinde.
CHP pratiği, özgürlük vaat etmiyor, barış ve çözüm sürecinin süreceğini vaat etmiyor, askerî vesayetle hesaplaşmayı vaat etmiyor, ekonomik istikrarın süreceğini vaat etmiyor, dindar insanların haklarının güvence altında olacağını vaat etmiyor, darbelere zemin hazırlamayacağını vaat etmiyor.
Seçimlerin en önemli ayağının yaşandığı iki şehirde, Ankara ve İstanbul’da CHP’nin öne sürdüğü adaylar, bu partinin ne sosyal ne de demokrat olduğunu gösterdi. Ankara’da CHP adayı Mansur Yavaş, seçimlerden sonra hâlâ ülkücü olduğunu açıklayabiliyordu. İstanbul’daysa, yolsuzluğun bu kadar yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönemeçte CHP’den yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle atılan Sarıgül’ü aday göstererek, CHP seçimi baştan, hiçbir yenilikçi, özgürlükçü öneri sunamadan kaybetmeyi garanti altına aldı.
CHP’nin ufkundaki bu darlık ve toplumsal bellekte geçmişin zorba hayaletini simgelemesi, Kılıçdaroğlu’nun kaset siyasetiyle kurduğu ilişkide de kendisini gösterdi. Kılıçdaroğlu, meclis grubunda Erdoğan’la oğlunun ses kayıtlarını dinlettiğinde, seçimi çoktan kaybetmişti. Siyaseti youtube ve twitter’dan ibaret gören bu zihniyet, kitlelerin kaset siyasetine nasıl baktığını, oluşan kaos ortamının, arka arkaya patlayan kayıtların daha da derinleştirdiği istikrarsızlık duygusunun yarattığı kesif havayı kavrayamadı. Zaten twitter’a göre AKP ha devrildi, ha devrilecekti! Kılıçdaroğlu’nun biraz daha yüklenmesi yeterliydi.
Solcu, demokrat olduğunu bildiğimiz çevreler de Kılıçdaroğlu’ya tam destek sundu. Ucu bir yandan da MHP’yi desteklemeye giden bir taktiği, “bas geç” politikasını önerdiler. Bu politika, önerenlerin kaygısı ne olursa olsun, kaset siyasetiyle örtüşen, kirli, bel altından işleyen ve korkak bir taktik olarak algılandı. Yeniklerin ve yenilmeye mahkûm olanların politikası, insanları yalan söylemeye teşvik eden bir öneri olarak, “Biz zaten kaybediyoruz, yenilgiden kurtulmak için AKP dışındaki ikinci partiye oy verelim” çağrısı, kazanma şansı olan bir çağrı değildi. Bu çağrı, bir yandan da BDP’yi hiçbir şekilde kapsamıyordu. BDP’nin ikinci olduğu yerlerde Kürtlere oy vermek anlamına gelmiyordu. Bu, sadece CHP ve MHP’ye “koalisyon kurun” çağrısıydı. Ama yönde atılan çığlıklar, aynı zamanda bu iki partinin birleşseler dahi kazanamayacaklarına da işaret ediyordu. “Bas geç” diyenlerin MHP’ye oy çağrısı yapmaları ve BDP ve HDP adayları üzerinde linç havası estirmeleri şeklinde özetlenerek seçimler ve siyaset tarihinin en utanç verici taktiğine imza atanlar, bir faşistin destekçileri olarak öne çıktılar.
Ulusalcı koalisyon da, ulusalcı koalisyona tırnak içinde ‘sol’ bir yaklaşımla destek olanlar da, nüfusun ezici çoğunluğunun yolsuzlukların uydurma değil gerçek olduğunu düşündüğünügöremediler. Ama göremedikleri bir gerçek daha var: Yolsuzluğun olduğuna ve hükümetin en önemli isimlerinin bu rüşvet-yolsuzluk çarkına göbekten bağlıolduğuna inanan insanlar, yolsuzluğun hesabınısorma gerekçesiyle üretilen delillerin, kasetlerin, ses kayıtlarının yarattığıkaos ortamında, hükümetin düşmesiyle istikrarın geri dönmemek üzere gitmesi arasında sıkıbir bağkurdular. Yolsuzlukla hesaplaşmak, istikrarsızlıkla yaşamakla eşanlamlıgörüldü. Bu yüzden, AKP’yi geriletmenin tek yolu, istikrarszlık odağının bizzat Erdoğan’ın politikaları olduğunu gösterecek kitlesel ve özgürlükçü bir seçim kampanyasıydı.
Faşist tehlikeye dikkat!
Seçimler, bir koalisyon olarak CHP-MHP ittifakının yenilgisiyle sonuçlandı. Türkiye genelinde partilerin oy dağılımına göre, AKP 20.519.829 oy, CHP 12.533.398 oy ve MHP 6.860.493 oy aldı. CHP-MHP oyları toplandığında dahi AKP oylarının gerisinde kalıyor. Bir yanda yolsuzluk, bir yanda ses kayıtları patlamışken, diğer yanda Gezi direnişinde üç buçuk milyondan fazla insan sokaklara çıkıp mücadele etmişken, aynı zamanda Erdoğan bir kaç yıldır çok daha sağcı bir dil kullanmaya başlamışken, bu iki partinin ittifak kurmasına rağmen toplamlarının AKP’nin gerisinde kalması ulusalcı koalisyonun neo liberal hırsızlar koalisyonu karşısında mağlup olduğunu gösterir.
Ama oy miktarları başka bir gerçeği daha gösteriyor: Faşist parti MHP 30 Mart seçimlerinde silkinmiştir! Bu seçimlerin ardından iki tehlikeye işaret ediyor.
Tehlikelerden birisi, AKP’nin bir önceki yerel seçimlere göre oylarını artırmasını, Erdoğan ekibinin sağ politikaları uygulamak, daha yasakçı bir eğilimi kurumsallaştırmak, yargı yapılanmasıyla canının istediği gibi oynamak ve çözüm sürecini oyalamaya devam etmek yönünde değerlendirme ihtimali.
Bir diğer tehlike ise, MHP’nin yüzde 20-40 oy skalasında 43 ilde ciddi oy almasıdır. Tüm demokratik muhalefetin bu gelişmeye dikkat kesilmesi, kısıtlı, yaralı ve sık sık daha da daraltılmaya çalışılan siyasal demokrasi açısından ölümcül bir tehdit içeren bu siyasî odağa karşı birleşik bir muhalefetin örülmesi için acilen hamle yapması gerek. Yunanistan’da Altın Şafak adlı faşist parti bir kriz anında nasıl tehlikeli bir organizma olduğunu gösterdi. MHP ise dünyanın en büyük faşist partilerinden biri. Çözüm sürecinin her adımından nefret ediyor ve bu nefreti sinsi bir şekilde örgütlüyor. 2011 seçimlerine göre AKP’nin kaybettiği oyların bir bölümünün MHP’ye güç katması ise, seçimlerin ardından hem AKP’nin sağ ve yasakçı eğilimlerine karşı siyasal alanının tümüne hitap edecek bir muhalefet örgütlemenin hem de AKP’yi daha da sağa itme ihtimali olan MHP’ye karşı daha radikal bir muhalefetin örülmesinin acilliğini gösteriyor. Çözüm sürecinin, Kürt halkının kitlesel bir şekilde Abdullah Öcalan’ın dile getirdiği siyasal çizginin arkasında durmasının yanı sıra en önemli garantisi, bu mücadele olacaktır.
Antikapitalist ve özgürlükçü…
Seçimlerin siyasal ortamı bir nebze de olsa sakinleştirdiğini düşünebiliriz. Bu sakinliğin geçici olduğundan emin olmalıyız. Yazının başında anlatmaya çalıştığım, milyonlarca insanın kendi talepleri için sokaklara çıktığı ve kurulu tüm siyasal ilişkilerin çivisinin çıktığı izlenimini veren koşulların tüm dinamikleri alttan alta işlemeye devam ediyor ve bu dinamikler buldukları ilk kanalı değerlendirerek açığa çıkacaktır.
Seçimler, bir dizi ilüzyonun tuzla buz olmasını sağladığı için doğru değerlendirmek zorunda olduğumuz bir siyasal dönemeç oldu. Bu ilüzyonların en başında, her taşın altından çıktığı, hemen her gelişmeyi belirlediği ilan edilen Cemaat’in böyle bir gücü olmadığını göstermesi oldu. Muhtemelen Cemaat’in aktivisti olan bazılarının da inanmaya başladığı hayal, seçimlerin ardından silindi gitti. Cemaat’in gücünü şişirenler iki yanlışa aynı anda hizmet etti: Bu gücün hükümeti devirebileceğini, en azından seçimlerden önce yargı ve polis içindeki Cemaat’ten mi, başka güç odaklarından mı saçıldığı belli olmayan opersayonlarla, olmadı bu operasyonlara “kalite” katmasını umdukları kaset siyasetiyle hükümeti geriletecek bir seçim koalisyonunu kuracaklarını düşündüler. Seçim sonuçları, bu düşüncenin, tek kelimeyle saçma olduğunu, bu tuhaf koalisyonun her bir parçasının ağır bir siyasal krizle karşı karşıya kaldığını gösterdi.
Cemaat’in gücünü şişirenler, bir yandan da hükümetin ekmeğine yağ sürdüler ve hükümetin yolsuzluk operasyonlarının arkasında tüm yargı ve emniyet teşkilatında odaklanmış cemaat üyelerinin kumpası olduğunu anlatmak için de bir fırsat sundular. Cemaat’in gücü abartıldıkça, bu gücü abartanlar arasında haylaz öğrenci gibi en öne çıkan Recep Tayyip Erdoğan oldu. Gelişmeler, yargı içindeki Cemaat’in, Ergenekon ve darbe girişimlerinde de operasyon yaptıklarını vurgulayan hükümet çizgisinin hegemonik güç olmasına neden oldu. Sıkışmış hükümet, öfkeyi, nefreti, tepkiyi odaklayacağı bir düşmanı tepsi içinde hazır bir şekilde buldu.
Böylece, işçi sınıfının bir kesimi, bu kez bir “Cemaat darbesi” fikrinin propagandasına maruz kaldı. 17 Aralık’tan 30 Mart’a kadar, AKP’nin her seçim mitingi kitleselleşti ve kitleselleştikçe en çok vurgulanan “dış bağlantıları da olan iç düşman darbesi” fikri daha çok alıcı buldu.
Seçim sonuçları, yoksul kitlelerin Kürdistan’da BDP ve AKP’ye, batıda ise esas olarak AKP’ye oy verdiğini gösteriyor. İşçi sınıfının mavi yakalı kesimlerinin yoğunlukta olduğu şehirlerde il genel meclisi oy dağılımına göre AKP çok yüksek oylar aldı: İstanbul’da %45, Bolu’da %54, Antep’te %52, Kocaeli’nde %46 ve hizmet sektöründe yoğunlaşmaların olduğu Ankara’da %44.9. Bu oranlar, işçi sınıfının ve yoksulların hatırı sayılı kesimlerinin AKP’yi tercih ettiğini gösteriyor.
Bu tercih, insanların ne yolsuzluğa duyarsız olduğunu, ne Ergenekoncuların serbest bırakılmasını önemsiz gördüğünü gösterir. Bu tercih, yoksullar için bir alternatifin olmadığını gösterir sadece. Kürdistan’da böyle bir alternatif olduğu için, Selahattin Demirtaş’ın açıklamalarıyla BDP hedeflerinin yüzde 85’ine ulaşmış durumda. Birçok ilde AKP’yi yendi, bu illerin birçoğunda ise açık ara yendi.
Bu deneyim, batıda da hangi siyasî adımını atılması gerektiğini gösteriyor. AKP, AKP’ye oy veren yoksul ve emekçi kitleler AKP’den kopmadan yenilemez. Sadece seçimlerde değil üstelik. İster sokak direnişleriyle olsun ister parlamenter alanda, kazanmak için, AKP’ye oy veren işçiler ve yoksullar AKP’den kopmak zorunda.
Bu hedefi tanımlayan ise, sadece özgürlükçü sosyalistler. Seçimlerin ardından tüm politik eksenlerde mücadele ederken, Gezi direnişi günlerinde daha net görünen, “Ne AKP neoliberalizmi ne CHP Kemalizmi” siyasal hattını daha etkin bir örgütlenme ağına sahip kılmak gerekiyor. Kürt sorununda çözüm sürecinin Kürt halkı lehine kazanımla sürmesi için de, Ergenekoncuların yeniden hapse tıkılması için de, yolsuzluğun ve militarist politikaların hesabının sorulması için de, kentsel dönüşümün ve enerji politikalarının, iklim değişimini hızlandıran siyasetlerin derhal sonlandırılması için de, Ermeni soykırımının tanınması için verilen mücadelenin de, dindarlar üzerindeki baskıların sonlanması, Aleviler’in haklarının tanınması için verilen mücadelenin de ve Gezi direnişi gibi direnişlerin kazanımlarının güçlendirilmesi için de, kadın ve erkek doğrudan üreticilerin çıkarlarını eyleminin ve politikalarının omurgası haline getirecek antikapitalist bir alternatif, yakıcı bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.