Leon Z. Surmelian’dan yürek yakan sorular
Behçet Çelik
“Sonra gece, ıssız bir boşluğa gömüldü.
Ve yalnız, kanlı ayın altında
Kımıltısız, binlerce mermer heykel gibi
Toprağımızın bütün ölüleri, birbirine duaya dirildi.”Siamanto (Adom Yarcanyan) [1878-1915]
Ermeni meselesi tartışılırken, “Bu konuyu tarihçilere bırakalım” tezini ileri sürenlerin ne amaçladığına karşılık gelecek güzel deyimler var Türkçe’de: Topu taca atmak, ipe un sermek, kaçak dövüşmek gibi. Tartışılmakta olan konuyu şimdiden uzaklaştırıp yaşanmış bitmiş bir olay olarak değerlendirme niyeti çok açık olduğu gibi, bugüne hiçbir etkisi olamayacağı iması da saklı elbette bu sözde. Uzman olmayanların fikir beyan etmesini engellemeye yönelik antidemokratik bir söylem olduğu da ortada. Ermeni Soykırımı ve/veya 1915’te neler yaşandığı bahsinde bu tezi ilk kez kimin ileri sürdüğünü bilmiyorum, ama bir taşla birkaç kuş vurmaya hevesli, zeki biri olduğunu inkâr edemeyiz. Bu denli yaygın biçimde karşımıza çıkması da boşuna değil – farklı tartışmalarda, farklı siyaset ve pozisyonlardaki insanların sığındığı bir tez bu. Osmanlı arşivlerinin, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki tapu kayıtlarının tarihçilerin araştırmasına sunulmadığı düşünüldüğünde, zekice olmakla birlikte muhataplarını kandırmaya, onları aptal yerine koymaya yönelik bir buluş olduğunun da altı çizilmeli.
Bu gayri ahlakî tez karşısında söylenebilecek çok şeyin, sorulabilecek sayısız sorunun yanında bir soru daha var: Peki, bu konuda edebiyatçılar söz söyleyebilirler mi? Onların eserlerini de, tarihçi olmadıkları için, elimizin tersiyle itecek miyiz? Üstelik söz konusu edebiyatçı o yıllarda yaşamış, doğrudan tanıklık etmiş biriyse? “El cevap: Edebiyat eseri kurgudur, onu nasıl referans alabiliriz?” diyenler olacaktır. Amenna; soruyu şöyle formüle edebilir miyiz o zaman? “Edebiyatçı soru sorabilir mi? ‘Tarihçileriniz, uzmanlarınız bunları da yanıtlasın,’” diyebilir mi?
Neyse ki edebiyatçı ne yazacağı, ne söyleyeceği, eserlerinde kime, ne soracağı konusunda başkalarının iznini, fetvasını aramaz; o sorusunu sorar, eserinde dilerse bu sorunun yanıtını gizler ya da açık eder. Siyasetçiler, tarihçiler, bürokratlar, emir kulları, hık deyiciler çoğu zaman haberdar bile olmazlar bundan; önemsemezler zaten, alt tarafı bir roman, deyip geçerler. Onlar için önemli olan kitleleri nasıl ikna edecekleri, neyi, nasıl yutturacaklarıdır. Edebiyat bu uğurda ilk anda akıllarına gelecek araçlardan değildir, olsa olsa hamasete yarar, coşkuyu yükseltir. Ne tek bir insanın neler yaşadığı, ne de edebiyat eserinin tek bir insanı değiştirmek suretiyle toplumu değiştirdiği konusu umurlarındadır. Onların işi sayılarla, yüzdelerle, seçim anketleriyle ve istatistiklerledir – tek bir insanın hayatı onlar için ihmal edilebilir bir şeydir.
Leon Surmelian’ın Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler isimli otobiyografik romanı böylesi, upuzun, yürek yakan bir soru; sadece yüz yıllık değil, insanların kardeşliğinin ortadan kalktığı ya da tarihte ilk kez bir çocuğun hayatının geri dönülmez biçimde karartıldığı âna kadar uzanabilecek bir soru. Yaşıtlarının, akranlarının büyük bölümünün aileleriyle birlikte katledildiği düşünüldüğünde, romanın anlatıcı-kahramanı Levon’un başına gelenler ayrıksı bir durum. William Saroyan da, kitabın önsözünde Levon gibi çocuklardan oluşan yetimler kuşağının hayatta kalışlarındaki ayrıksılığa vurgu yapmıştır.
“Bu çocukların masum oldukları kuşkusuzdu. Onlar eğer bir ulusa aitlerse, bu ancak çocuk ulusu olabilirdi. Kimseye kötülük etmemişlerdi. Fakat yine de insanlardaki Kötülük onları yok etmeye çalışmıştı; ve bu çocuklar, gerçekte değil de sanki yalnızca bir öyküde gerçeklermiş gibi, hayatta kalmışlardı.”
Hrant Dink’in öldürülmesinin ertesinde çok etkileyici bir fotoğraf görmüştüm. Yaşlı bir Ermeni kadının taşıdığı pankartta “1.500.000+1” yazıyordu. Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler’de anlatılanlar 1.500.000 rakamının içerisindeki ‘1’lerden herhangi birinin başına gelenler olmadığı halde, roman boyunca her birinin yürek yakan acısı derinden duyuluyor ve bunun sonucunda katledilen insan sayısının az ya da çok olmasının hiçbir önemi kalmıyor. Bir insanın, on yaşındaki bir çocuğun hayatına, hayatındaki alt üst oluşlara –edebiyatın tek bir insandan söz ederken hayata dair birçok şeyin anlatılmasını mümkün kılan gücü sayesinde– yakından ve içeriden tanık oluyoruz çünkü. Onun sağ kalma mücadelesine, ailesinin ve yakınlarının büyük bölümünün katledilip kimi tanıdıklarının hayatta kalabilmek için din ve isim değiştirmesine tanıklık edişine, siyasi konjonktürdeki değişime göre kâh Batum’a kâh Rusya’nın içlerine doğru kaçışına, gittiği her yerde açlıkla, sefaletle boğuşmasına, yaşı ilerledikçe içini yakan intikam duygusuna kimi zaman yenik düşüşüne, dünyadaki varlığına bir anlam bulmak (başka bir deyişle, çocukluğunun en güzel yıllarında tanık olduğu vahşet karşısında düştüğü anlamsızlık duygusunu alt etmek) için üstün-insan fikrine bağlanışına (ama buna saplanıp kalmayışına), tuhaf ve beklenmedik biçimde şair oluşuna, bin bir zorlukla baş ederek ulaştığı Ermenistan’da gördükleriyle hayallerinin yıkılmasına, birkaç yıl içinde edindiği hayatta kalma azim ve becerisiyle buradaki hayata da uyum sağlayışına, gelecekte ne yapmak istediği sorusuna bu ülkeyi daha yaşanılır bir yer yapmak yanıtını verip tarımcılık okumak için Amerika’ya gidişine…
Yaşadığı bütün bu olayların Levon’un iç dünyasında nasıl karşılık bulduğu, ne gibi fırtınalar yarattığı da anlatılıyor romanda. Oradan oraya sürüklenir, kılık, okul, şehir, ülke değiştirirken neler hissettiği, çocukluktan ergenliğe, sonra da yetişkinliğe geçerken yaşadığı hüsranlar, sevinçler, adanmışlıklar, elbette sürekli içini yakan çocukluğunun ülkesine ve yitirdiği yakınlarına duyduğu özlem ve bunlarla baş etme çabası da. Acı, yokluk ve sıkıntı içerisinde geçen bu yıllar boyunca Levon hayatta kalma azmini hiç yitirmiyor. Bunu sağlayan en başta yaşama içgüdüsü, ama hayatta kalışına verdiği anlam da bir o kadar etkili. Hiçbir zaman açıkça ifade etmese de, hayatta kalmasının, sonunun nereye varacağını kestiremediği bu macerayı sürdürmesinin tanık olduğu ölümlere ve bunları fütursuzca gerçekleştirenlere karşı hayatın kutsanmasının biricik yolu olduğunun bilincindedir Levon. İstanbul’u terk edip Amerika’ya gideceği günlerde arkadaşı Aşod’un söylediği, “Bizim yetim kuşağımız kederin dehasına ve yenilmez gücüne sahip,” sözü onun için de geçerlidir elbette.
Doğaya düşkünlüğü de eklenebilir buna. Doğa çocukluk ülkesindeki hayatın benzerlerinin mümkün olduğunun ispatıdır. Bu nedenle gitmek zorunda kaldığı yer neresi olursa olsun, ağaçları, hayvanları, kırları ya da denizi gördüğünde memleketinden bir şeyler bulur ve dirayetini biraz da bu sayede korur. Doğa, onun için kimliğin bir parçası olduğu kadar, başka insanlarla ve canlılarla kardeşliğin üzerinde yükseldiği temeldir. Şöyle seslenir bir yerde:
“Askerler ne için savaşır ve ölürler? Ulusları ulus yapan nedir? Dil, tarih, gelenekler, siyasi örgütler mi? Kuşkusuz bunlar katkıda bulunan faktörlerdir; ama, temelde topraktır, yeryüzü ile, hindibalarla, ay ışığı, cırcır böcekleri ve sabah rüzgârında hışırdayan taze mısırlarla paylaşılan ortak bir kimliktir.”
Çocukluk ülkesi elinden alınmış olsa da, Levon çocukluğundan bir şeyi daha korumayı, saklamayı başarmıştır. Neşeyi. “Bütün bunları yaşayan biri nasıl neşeli olabilir?” diye sorulabilir. Çocukluk ülkesi sadece Karadeniz’in kıyısındaki bir şehirden, sevdiği insanlardan, tırmandığı ağaçlardan, koşturduğu sokaklardan ibaret değildir, çocukluk ülkesi neşelidir de. Başına gelen büyük sıkıntılara, çektiği acı ve özlemlere rağmen neşeyi ve mizahı elden bırakmaması çocukluk ülkesine duyduğu sadakattendir. Bir gün bu ülkeye yeniden dönme umut ve inancını hiçbir zaman yitirmeyen Levon, romanın sonunda hanımlara ve beylere soru sormakla yetinmeyip yaşadıklarının ışığında ulaştığı yanıtı da paylaşır:
“İyi dünya çocuklarda yenilenir. Irkın mucizevi yeniden doğuşu, çocuklarda gerçekleşir. Çocuğun ruhu, güneşte açan çiğdem gibidir. Hakkında çok şey işittiğimiz, okuduğumuz, düşündüğümüz o dünya devletinin sırrı O’nda yatar. Çünkü ancak biz tekrar çocuk olduğumuzda insanların kardeşliği sağlanmış olacak ve nihai kurtuluşumuz, çocukken sahip olduğumuz dünyayı yeniden kazanmamızla sağlanacak.”