Göç eden kent kimliği
İlay Romain Örs
“Biz İstanbul’u bırakmazdık. Hiçbirimiz, dünyadaki hiçbir şey için. İstanbul için ‘Kent’ denir; çünkü dünyanın en güzel kentidir.” Bir Tutam Baharat (Politiki Kouzina) adlı filmde kullanılan bu replik, İstanbul Rum tarihinin en acı başlıklarından biri olan 1964 sürgünlerinde yaşananları etkileyici bir şekilde dile getirir.
“Bunlar ancak filmlerde olur” denebilecek bir inanılmazlığın sergilenmesiyle ortaya çıkar 1964 sürgünlerinin hikâyesi. Bir Mart günü alınan ani bir meclis kararıyla on binlerce insanın kaderi tayin edilir. Uluslararası bir krizle kurulan yalan dolan bir bağlantı bahanesi, bu acımasız uygulamanın derhal yürürlüğe konması için yeterli bulunmuştur. Yaşadıkları yerle asırlardır süren bir geçmişe dayanan bağları olan insanlar, sadece saatler süren bir toplantının sonucunda orada sadece sayılı günleri kaldığını öğrenirler.
Aynı kırk yıl önce yaşanan zorunlu mübadeledeki gibi insanlar inanamamışlardır haklarında böyle insafsızca karar alınabilineceğine, apar topar evlerinden gönderileceklerine, dostsuz amaçsız şekilde bilmedikleri bir maceraya atılmaya zorunlu kılınacaklarına. Kabullenememişlerdir kendilerine yapılan suçlamaların absürdlüğüne rağmen dayatılmasını, kimseye zarar vermemişken onlara nasıl bu kadar zarar verildiğini, nasıl bu kadar hezimete uğratıldıklarını… Kendi insanları tarafından varlıklarının yok edilmeye yeltenilmesi kadar, iradelerinin nasıl bu kadar yok sayıldığını… Anlamak da anlayış göstermeye çalışmak da anlamsız gelirken kabul etmek zorunda kaldıklarını…
İnanamadıkları, hiçbir zaman da kabullenemeyecekleri için öylece bırakıp gitmişlerdir evlerini, işlerini, mallarını, arkadaşlarını, akrabalarını, hayatlarını. “İstanbul mutfağı aşını yarıda bırakanların, başka yerde bitirmek zorunda kalanların yemeklerini pişirir” denir Politiki Kouzina[1] filminde, “Mutfakta hep bir şeyler eksik kalır. Yemeğin içinde değil, sofranın etrafındaki insanlardadır o eksik.”
Denir ki, sürgün edilen Rumlar 20 kilo, 20 dolar sınırına takıldığı için götürememişlerdir yanlarında kişisel eşyalarını. Ama sorulması gereken soru şudur belki de: eğer 20 ton olsaydı sınırları, sığar mıydı yanlarına alacakları? Kaç kilo çeker koca bir ömrün anıları? Ya da 20 bin, hatta 20 milyon dolar olsaydı ceplerine koyacakları, karşılar mıydı geride bırakılacakların ederini? Acaba olabilir miydi çekilen ayrılık acısının, giderilemeyen özlemlerin herhangi bir tazminatı?
Gittikleri yerde yaşadıkları
İstanbul tarihinin az bilinen büyük travmalarından biridir 1964 sürgünleri. Henüz yeni yeni, az biraz ele alınmaya başlanmış olsa da, 50. yılında gerçekleşen önemli bir insiyatif sonucu Türkiye ve Yunanistan kamuoyunda belirli bir fark ediliş sağlanabilmiştir. Bu yıl sayıları artan akademik yayınlar, belgeseller ve konferanslar ile araştırmacıların konuya ilgisinin artmış olması sonucu özellikle sürgünün siyasî, insanî ve demografik boyutları hakkında biraz daha bilgilenmeye başlanılmıştır. Ancak göçe zorlananların gittikleri yerde yaşadıkları ve yaşamlarını nasıl sürdürdükleri belki de en az bilinen alanlardan biri olarak kalmıştır.
Bedeli ödenemeyen bir apar topar yerinden ediliş, on binlerce İstanbullu’yu Yunanistan’a sürmüştür. Onları orada Yunanlılar ile ve kendilerinkine benzer travmalar yaşayarak Anadolu’dan, Ege adalarından, Kıbrıs’tan, Mısır’dan, Girit’ten ya da farklı diyasporalardan gelen Rumlar ile karşılaştırmıştır. Varsayılan din, dil, etniste birliği nedeniyle aynı mekânı paylaşmaları doğru bulunan bu kültürel gruplar, devletlerinin beklediği kadar uyuşamamış, kaynaşamamışlardır. Her ne kadar aralarında belirgin bir çatışma yaşanmamış olsa da, başkalarının anlayamadığı nedenlerle pek anlaşamamış, tersine belli bir oranda birbirlerinden özenle ayrışmışlardır. Başkalarının pek anlayamamasının nedeni, bunların göçmen grupların geldikleri yerlerin kültürel özellikleriyle bağlantılı ayrışmalar olmalarıdır. Bazı kültürel kimlikler, varsayılan din, dil, etnisite birliğini aşabilen ortak unsurlarla kodlanarak farklılaşır.
İstanbulluluk işte böyle farklılaştırıcı, ayrıştırıcı bir kimliktir. İstanbullu Rumlar, diğer Rumlar’dan “Kentli”[2] olmaları nedeniyle ayrışırken, bunu günlük hayatlarının çeşitli alanlarında kodlarlar. Yemek pişirirken kullanılan baharatlardan iş ahlakına, misafir ağırlamaktan aile ilişkilerine, bayram ziyaretlerinden sofra kurmaya birçok farklı yönleriyle İstanbulluluklarını belli ederler.
Atina’ya geliş tarihleri, yaşları, koşulları ve nedenleri çok değişen İstanbulluların arasında şüphesiz büyük farklılıklar vardır. Kentli olmak kimilerine göre kozmopolit olmak, kimilerine göre de adap bilmek, yemekten anlamak gibi anlamlar bulabilir. Yaşadığı kırgınlıklardan dolayı İstanbul ile bağlantılarını koparıp hatırlamak bile istemeyen, nefret duyguları besleyenler yok değildir. Ama onlar da bir başka İstanbullu ile yaptıkları bir sohbet sonrasında bastırdıkları duyguları, İstanbullu olmanın gururunu içtenlikle dile getirebilirler. Buna karşılık, aktif İstanbullular diye anılabilecek belirli bir grup vardır ki, İstanbullu olmanın kişiliklerinin bir parçası olduğuna inanır, bu kimliklerine sahip çıkar, bu anlayışı yaymak ve yaşatmak için çeşitli şekillerde (yazarak, yayınlar hazırlayarak, sergiler açarak, filmler çekerek, dernekler kurarak, İstanbul’a giderek, konferanslar düzenleyerek) aktivitelerde bulunurlar. Aktif İstanbullular, İstanbullu olmanın verdiği ayrıcalığın farkında olan ve bu farkındalığı analiz eden, anlamaya ve anlatmaya çalışanlardır.
“Türk tohumu”
Rumlar göç sonrası vardıkları Yunanistan’da yerleşik toplumdan farklılaşmış bir kültüre sahiplerse, bunun nedeni kentli ve İstanbullu kimliklerinden gelen tercihleriyle oluşmuş olan kültürel ayrışımlarıdır. Bazı Yunanistanlılar tarafından dinleri veya kökenleri sorgulanmış olsa bile, İstanbullular dışlanmış veya aşağılanmış olduklarını değil, asıl karşılarındakinin cehaletinden ve basitliğinden dolayı aşağı gördüklerini belirtirler. Tüm zamanların en büyük Rum kenti, Hıristiyan Ortodoks kilisesinin başkenti, Ekümenik Patrikhane’nin adresi olan İstanbul’dan gelip de bu sorularla karşılaşmanın, Türkiye’den Türk sayılmadıkları için kovulup köken birliğinde oldukları varsayılan Yunanistan’da “Türk tohumu” diye nitelendirilmenin kendilerinin değil de karşılarındakilerinin bir algı sorunu olduğunu bilirler.
Bu algı sorunu, aslında tam da İstanbullu olmanın ayrıştırıcı özelliğinden yoksun olmaktan doğan bir sorundur. Çünkü din, dil, etnisite gibi primordiyal özelliklerin ekseninde kurulmuş milliyetçilik ideolojisiyle şekillenmiş bu algı, farklılaşmaların homojen bir toplum idealine mahkûm edildiği bir gerçekliğin varsayımıyla belirlenir. Halbuki İstanbullu Rumlar’ın kentli kimlikleri kozmopolit bir tabana oturmaktadır. Varlıklarıyla güçlendirdikleri İstanbul’un kozmopolit yapısı, Rumlar’ın sözkonusu milliyetçi algıyla kavranamaması nedeniyle çözülmeye yüz tutmuştur. İstanbul’dan kovulan kozmopolitanlık, Rumlar ile birlikte Yunanistan’a vardığında ise Türkiye’deki gibi bir milliyetçi algı ile karşılaşmıştır. Yunanistanlılar ya İstanbullular’ın Rumluklarını sorgulamış ya da onları vatanlarına geri dönen diyaspora mensupları sanmıştır. Her iki betimleme de milliyetçi bir çerçeveden kaynaklanmakta, İstanbullu Rumlar’ın kendilerini betimledikleri kozmopolit kent çerçevesiyle uyuşmamaktadır. Yunanistan’daki İstanbullular, kendilerini Yunanistan toplumu içinde bu uyuşmazlık nedeniyle farklılaştırmaktadırlar. Bu farklılaşmayı İstanbullu Rumlar’ın kendi sözleriyle anlamak, tarihi onu yaşayanların dilinden yazmak ve karşılıklı kültürel anlaşmayı sağlamak için gereklidir.
Bu perspektiften bakıldığında, 1964 sürgünlerinin işaret ettiği sorun sadece Türkiye’deki azınlık haklarıyla ilgili bir sorun değildir. Hatta Türk ve Müslüman sayılmayanların ikinci sınıf vatandaşlığa mahkûm edilmeleri ile de sınırlı değildir. Nitekim varsayılan din, dil, köken açısından vatandaşlık statüsü sorgulanmayanların da insan hakları ve demokratik haklar açısından ne kadar avantajlı oldukları da tartışmalılıdır. Sorun, vatandaşlık haklarının demokratik insan haklarıyla uyumlu bir şekilde ve kapsamda bir kentin veya ülkenin tüm yerlilerine eşit şekilde sağlanamamasıdır. Sorun, milliyetçi algılarla kategorize edilen, bölünen, ayrıştırılan ve ayrılmaya zorlanan bir toplum mühendisliğinin, yaşadığımız mekânların kozmopolit kültürel mirasın yerini almaya çalışmasıdır. 1964 sürgünleri, bu sorunun en acı safhalarından birini oluşturmaktadır. Ne var ki, sözkonusu sorunun ortadan kalkmaması durumunda geçmişteki çok acı deneyimlerin tekrarlanması olasılığı da bizimle yaşamaya devam etmektedir.
1964 sürgünlerinin 50. yılı, vatandaş ve yerli olmak, farklı kimliklerle birlikte yaşamak, kültürel mirasa sahip çıkmak, kentinde yaşama ve kendi yaşamını düzenleme hakkı bulunmak, tüm bu talepleri demokratik yollarla dile getirebilmek ve bu taleplere insanî bir şekilde karşılık almak gibi, günümüzün en temel sorunlarının gündeme getirilmesine vesile olması açısından da hayatî bir önem taşımaktadır.
[1] Tassos Boulmetis’in yazıp yönettiği Politiki Kouzina (2004) otobiyografik öğeler taşır ve İstanbul’dan 1964 sürgünleriyle göçen bir ailenin yaşadıklarını konu alır. Dünya sinemalarında gösterilen, birçok ödül alan ve rekor düzeyde seyirciye ulaşan bu film, Türkiye’de vizyona girmemiştir.
[2] Kent, Rumca poli demektir. Büyük harfle ve belirleyici artikel ile yazıldığında ise (i Poli) İstanbul’a işaret eder. Kentliler derken kullanılan polites, aynı zamanda Konstantinoupolites, yani İstanbullular anlamına gelmektedir.