Bir zamanlar Rumlar vardı
Yayıncı Osman Köker’in sonsuz enerjisiyle ürettiği sergiler dizisinin çok anlamlı bir adı vardır: “Bir zamanlar Ermeniler vardı”. Yayınevinin adı da hep o bir zamanları söyler. Nitekim bir zamanlar Ermeniler vardı, Rumlar vardı, Süryanîler, Keldanîler, Nasturîler vardı. Bugün de Kürtler var, uluslaşma süreçlerinin silindir etkisinden kurtulabilmiş daha pek çok farklılık var. Dünü tanıyarak bugünün, bugünü konuşarak dünün farkına varıyoruz artık. Zira etrafımızı görmezden gelmekten kendimizi dahi göremez olmuştuk.
Türkiye’de farklı olanı konu alan, ezberi bozan, resmîyeti sorgulayan akademik ve sanatsal çalışmalar çoğalıyor. Ama sanılmasın ki bu konularda malzeme gani. Malzeme, bilgi pek ender; olduğu vakit de tahribat ve tahrifata uğramış durumda. O yüzden çalışmalar her defasında arkeolojik kazıyı andırıyor: Gizli, gömülü olan ebrulî zenginliğin, bir arkeolojik bulguya yapılan nazik muameleyle çıkarılması…
Arkeolojiyle devam edelim. “Türk ulusu”, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş aşamasının muazzam sorunlarıyla malûl bir tahayyül üzerine bina edildi. Ana hedef devleti kurtarmaktı ve bunu bir ulus yaratarak gerçekleştirmekti. Bu amaçla bulunan iptidaî formül şuydu: Bir yanda Müslümanlık temelinde var edilen ancak bu kimliğinden yasaklı bir ulus, diğer yanda türdeşleştirme gereğince sürülen, yok edilen ve yok sayılan Sünnî İslâm dışında kalan farklı kimlikler. Osmanlı bakiyesi topraklar, her uluslaşma sürecinde yaşanan trajedilerin beterine tanık oldular. Ama ortaya çıkan ulus, sorunlu ve hafızasız olduğu ölçüde zayıftı. Bugün bu betondan ulusun yerini yavaşça, silmeye çabalayıp da başarılı olamadığı çeşitliliğe bırakmakta olduğunu izliyor ve yaşıyoruz.
Ebru-toplum
Beton-ulusun yapaylığı ve vicdansızlığı, geçen zaman içerisinde ebrunun yeraltındaki mukavemetine temel oluşturdu ve bugünkü sivilleşmeye olanak tanıdı. Nitekim Türkiye’de toplum, İttihat Terakki döneminden itibaren meşruiyetini kaybeden, itilip kakılan, sadece dinî değil tüm farklı cemaatlerden oluşan ebrunun üzerine bina ediliyor. Sivilleşme, meşruiyetini yeniden kazanmakta olan “ebru” vasıtasıyla yani tüm cemaatlerin ivmesiyle somutlaşıyor.
Cemaatlerin önündeki şantiye devasa ve çetin, zira beton-ulus miadını çoktan doldursa da mozaik-ulusun çekiciliği, içerdiği bütün dışlamalara rağmen şuurlarda. Diğer deyişle, kırılan betondan irili ufaklı mozaik yaratmanın, yani yeni milliyetçiliklerin cazibesi yaygın.
Bu tuzaktan kurtulmanın yolu beton-ulusun kuruluşuna önayak olan Büyük Felâket’i, onun anadamarı olan Ermeni Soykırımı’nı, Türkiye ile Yunanistan arasında cereyan eden Müslüman-Ortodoks mübadelesini, bunun öncesi ve sonrasında yaşanan etnik temizliği, Kafkasya ve Balkanlardan gelen Müslüman mültecilerin yaşadıklarını ve benzeri sayısız trajediyi öğrenmekten, Türk ve Sünnî Müslüman olmayanları varsaymaktan, İslâmî aidiyet kimliğini kabulden geçiyor. Misal: Kürt milliyetçiliğinin antidotu Ermeni ve Süryanîlerin başına Kürtlerce getirileni de bilmekten geçmiyor mu?
Farklılıkları ve tarihi hatırlamak, yaraların kaşınması ve etnik-dışlayıcı-benmerkezci milliyetçi veya cemaatçi taleplerinin hortlaması anlamına gelmemeli. Amaç betonu kırarak mozaikler yaratmak olmamalı. Tarihin yeniden okunması, belleklerin karşılıklı açılmaları, farklı dinsel ve etnik unsurların birbirlerine reva gördükleri eziyetlerin idrakı anlamına gelmeli. Diğer bir deyişle diğerkâmlık!
İşte Rum unsurunun kadim toprağından tamamen kazınmasının son kilometresi olan 1964 Rum Tehciri ya da Rumcasıyla ‘Apelasis’ yani ‘Kovulma’, arkeolojinin, geri gelen hafızanın temel unsurlarından biri. 1964’ün idrakı ise başlamış bulunan toplumsal şifanın ve toplumsal ergenliğin temel taşlarından biri.