20 Dolar 20 Kilo: Belleksizliğe karşı direnmek
Meltem Oral
6-7 Eylül pogromunun 50. yılında, saldırıların dehşetini ortaya koyan Fahri Çoker arşivi, Elhamra Pasajı’ndaki Karşı Sanat sergi salonunda izleyiciyle buluşmuştu. Sanatın geçmişle hesaplaşma ve toplumsal yüzleşme konusundaki aracı rolü bu sergiyle bir kez daha ortaya çıkmıştı. Ancak serginin çokça duyulmasının nedeni açılışında gerçekleşen saldırıydı. Türkiye’de Müslüman olmayan azınlıklara yönelik saldırganlığın elli yıl öncesinde kalan münferit bir durum değil, sistematik ve güncel bir politika olduğunun bir deliliydi bu saldırı. Ellerinde sopalarla Beyoğlu’yu talan eden histerik erkek kalabalık, yerini bu sefer ellerinde yumurtalarla gelenlere bırakmıştı. Erkeklikleri kadar okudukları marşlar da ortaktı, ama işin ironik kısmı güncel saldırganların dükkân yağmalayan, linç eden seleflerini, ‘babalarını’ teşhir eden fotoğrafları yumurtalıyor olmasıydı. Daha sonra, 2005’te yaşanan bu olayın, aslında azınlıklara yönelik planlanmış bir dizi saldırının bir halkası olduğunu öğrenecektik.
Bu sene ise bir başka ‘ellinci yıl’ sergisi gündemimizdeydi. Ancak bu kez saldırılar vesilesiyle değil, toplumun geniş bir kesiminin geçmişle hesaplaşmak konusundaki kararlılığıyla. İstanbul’da Tütün Deposu’nda 4 Mart – 5 Nisan tarihlerinde gerçekleştirilen, küratörlüğünü Hera Büyüktaşçıyan’ın yaptığı ‘20 Dolar 20 Kilo’ sergisi, Cumhuriyet tarihinin en büyük sürgün hikâyelerinden birini konu ediniyordu.
Apelasis
Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in ve Bakanlar Kurulu’nun imzasıyla 16 Mart 1964’te Yunanistan uyruklu Rumların gayrimenkullerine el konulmasına, banka hesaplarının bloke edilmesine ve sınırdışı edilmelerine dair gizli bir kararname yayınlanır. Böylece ‘Apelasis’, yani Rum tehciri başlar. Sınırdışı kararının, İstanbul’un ‘kurtuluşunun’ yıldönümünde verilmesiyle ‘zamanlama manidardır’.
Türkiye’de yaşayan Rumların Yunanistan karşısında diplomatik bir koz olarak kullanılması yeni değildir. 22 Ekim 1914’te Talat Paşa imzasıyla Edirne valisine gönderilen şifreli telgrafta geçen ‘Rum muhaceratı Yunanistan’a karşı bir vesile-i tehdit olarak kullanılacağından bu hususta tebligat-ı mahsuse vukuna kadar vilayet dahilindeki Rumların muhaceratına katiyen müsaade olunmaması’[1] ifadeleri, tarihten gelen sistematik bir politikanın mevcudiyetini gözler önüne seriyor. 1964’teki tehcire ‘vesile’ olan konu ise Kıbrıs meselesidir.
Yunan uyruklu Rumların isim listeleri gazetelerde yayınlanır, listede adını gören, ‘dördüncü şube yabancılar dairesi’ne gider. Orada parmak izleri alınır, fotoğraflar çekilir, dişler kontrol edilir ve ne yazıldığının okunmasına izin verilmeyen bir kağıt zorla imzalatılır. Sınırdışı edileceklerin ‘suçları’ önceden yazılmıştır: Kıbrıs’a yardım için İsviçre’ye para kaçırmak, zararlı faaliyet. Mesleği cenaze levazımatçılığı, ayakkabı tamirciliği olan binlerce sıradan insan toplamda, o dönem Türkiye’nin dış ticaret hacminden daha fazla bir miktarı kaçırmakla suçlanır. İlkokul çocukları bile zararlı faaliyetten dolayı sınıflarından alınarak sınırdışı edilir.
Birçok kişi için, bir hafta içerisinde yanına sadece 20 kg. ağırlığında bir bavul ve 20 dolar alarak ailesini, işini, gücünü, şehrini, kökünü bırakıp gitmek o kadar gerçeküstü gelir ki, her an dönecekmişçesine komşulara anahtar teslim edilerek tembihlenir: “Nasılsa geleceğiz, ama iş uzarsa buzdolabının fişini çekin.”
Sergiyi çarpıcı kılan, hem elli yılın ardından bu konuyu ilk kez gündeme getiriyor olmasında hem de tanıklıklardaydı. Serginin açılışında, sınırdışı edilenlerin isimlerinin yazılı olduğu duvarın başında anne-babalarının adlarını bulanların gözyaşları, sanatın tarihle hesaplaşma ve ayrımcılığa maruz kalanların iade-i itibarı için etkili bir araç olabileceğinin bir örneği oldu. Girişte izleyiciyi karşılayan ve hayatınızı sığdırmaya zorlanmanın ağırlığını yüzünüze vuran bavulları aşınca görebildiğimiz video çalışması da sürgünün tanıklarıyla bizi buluşturduğu, tanıştırdığı ve nihayet gerçekleri öğrenme fırsatı sunduğu için önemliydi.
Onlar
Sürgünün sadece bir yer değiştirme olmadığını, aynı zamanda yaşanan hayata ve dolayısıyla da yaşanabilecek ihtimallere, o hayatın bilfiil öznesi olmayan bir güç tarafından apansız bir müdahale olduğunu anlamak için İvy Stangali’ye kulak vermek yeterli. Söz konusu müdahalenin, hayatın seyrini yaşayanın iradesinden bağımsız olarak tamamen değiştirdiğine ve sanatsal üretimi de ne denli etkileyebileceğine dair bir tanıklık onunki. Akademi’yi 1949’da bitiren Stangali, asistanlığını yaptığı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisidir. Nedim Günsür, Turan Erol, Fikret Otyam gibi isimlerin yer aldığı aynı atölyeden öğrencilerle birlikte “Onlar Grubu”nun kurucusudur. Kendi ifadesiyle “1964 yılında doğup büyüdüğü, kimliğinin oluştuğu, sanatı aracılığıyla toplumla bağ kurduğu şehirden” kovulur. Gemiye binerken Bedri Rahmi tarafından uğurlanan İvy Stangali, sanatını besleyen İstanbul’dan sökülüp gittiği yere yine kendi deyişiyle “adapte olamaz.”
Apelasis’in öznelerinin tanıklıklarını sergi mekânının merkezine alan bir küratöryel çalışma tercih edilseymiş belki çok daha çarpıcı olabilirmiş. Serginin eksikliği, bu felaketle savrulmuş hayatları merkezine alamamasıydı. Yerinden edilme hayatın akışında mutlak bir kesinti, bir kopuştur. Bu kesintiyi anlatabilmenin en iyi yolu, yerinden edilenlerin deneyimlerini, gördüklerini, seslerini, bavula sığdırdıklarını, sınırın ötesine taşıyamadıklarını gösterebilmek. İstanbul’dan zorla koparılan Rumların almalarına izin verilen ve 20 kiloyu aşmaması gereken eşyalar nelerdi? Evlerini kısa bir zamanda terketmeleri istenen insanlar, yanlarına hangi eşyalarını alırlar? O eşyalar, sürgüne tabi tutulanların İstanbul ile aralarında kalan en güçlü bağ olmayacak mıdır? Tıpkı “Nakba” ile yurtlarından kopan Filistinlilerin evlerinin, boyunlarında taşıdıkları anahtarları gibi o eşyalar da yaşanan kopuşun tek belgesi değil midir? Keşke sergide bavullar bir metafor olarak kalmasa ve onların içine tıkıştırılmış eşyalardan örnekler, o sürgün “belgeleri” de sergide daha çok yer alabilseydi. Bunlar, köklerinden kesin olarak koparılmış yaşamları anlamakta çok daha güçlü bir etkide bulunabilirdi. Böylece uzun video kaydında ne yazık ki etkisi törpülenen birçok ‘ân’, ete kemiğe bürünebilirdi.
Yüzleşmeyi mümkün kılan, olup bitmiş ve ‘tarihsel’ sıfatını almış olayların donuk aktarımından çok daha fazlası. Aktarılan değil ‘yaşayan’ bir tarih, deneyimleri okunan değil ‘duyulan’ bir şey haline getirmekle mümkün. Miyop ve belleksiz bir dünyada kurbanların seslerini çağırmak, felaketin anısını açığa çıkarmak, unutmaya karşı direnmenin tek yolu belki de.
Atina, İmroz ve İstanbul’daki tanıklarla yapılan görüşmeler böylesi bir tarih için kapıyı aralıyor. Kuşkusuz uzun süreli suskunluğu bozan bu sergi yakın tarihin üzerine itinayla örtülen perdeyi açmak için eksiklikleri de olan iyi bir başlangıç olarak görülmeli. Tarihi bir bavul içerisinde sınırdışı edemezsiniz. Yalnızca unutturmaya, hafızasızlaştırmaya çalışabilirsiniz. Ancak ‘20 dolar 20 kilo’nun attığı ilk adım gibi, gerçek tarihi yeniden yazmaya çabalamak da mümkün.
[1] Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yayınları, 2013, İstanbul, s. 230.