Lanet Olsun Zaman Nehrine
Per Petterson
Metis Yayınları, 2012
Geçen zamanın ardından neye bakarız? Elimizden kayanlara, tutacak gibiyken tutamadıklarımıza, elde etmek üzereyken kaçırdıklarımıza – yakınımıza uğramamış uzak hayallerle derdimiz olmaz pek, o adımı atmasaydık ne olurdu, diye sorarız daha çok, ya da tersini. İmkân dâhilinde olanların muhasebesidir yaptığımız. Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz’unun (Metis Yayınları, 2008) başkahramanının romanın sonlarında söyledikleri ne kadar tanıdık:
“Üzerinde durduğum küçük kaldırım taşından her yana doğru özenle çizilmiş bir şema gibi çizgiler uzandığını, bunların ortasında bir dairenin üzerinde durduğumu fark ettim bir anda; bugün, üzerinden 50 yıldan fazla zaman geçmişken gözlerimi kapadığımda ışıklı oklar gibi duran bu çizgileri açıkça görebiliyorum, o sonbahar günü Karlstad’da bunları o kadar açık görememiş olsam bile yine de orada olduklarını biliyordum, bundan emindim.”
At Çalmaya Gidiyoruz’da roman kahramanlarının –bu alıntıda da görüleceği üzere– kritik seçimleri söz konusudur; bu seçimleriyle hayatlarında bir şeyler köklü biçimde değişmiştir. Petterson, Lanet Olsun Zaman Nehrine’nede ise seçimlerimizin hayat çizgimizin yanı sıra bizi de değiştirip değiştirmeyeceği soruyor. Bu romanın anlatıcı-kahramanı Arvid’i hayatının zor bir döneminde tanırız. Dünya için de çok önemli bir zamandır – Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sıralarda geçiyor roman. Boşanmak üzeredir ve annesinin kanser olduğunu öğrenmiştir. Annesinin hastaneye yatmadan önce birkaç günlüğüne memleketine, Danimarka’daki yazlık evlerine gittiğini duyunca o da peşinden gider. Geri dönüşlerle ilerleyen romanda, 1989’dan yaklaşık çeyrek yüzyıl önce Arvid’in ayağının altındaki ışıklı oklardan birini izleyip öbürlerini bırakmaya karar verdiği günlerde neler yaşadığını öğreniriz. Ebeveynleri işçi olan Arvid üniversitede okuma imkânı bulmuş, ancak üyesi olduğu Maocu bir komünist partisindeki yoldaşlarının devrimin yakın ve önemli olanın da işçi sınıfı içerisinde mücadele etmek olduğuna onu ikna etmeleri üzerine okulu bırakıp bir fabrikada çalışmaya başlamıştır. Yoldaşlarının sözüne uymuş olsa da, kısa zamanda işlerin pek de öyle olmadığını kavramıştır. O yıllarda cep defterine yazdığı şu satırlar her şeyle ilgili olabilir; ama özünde bu seçimine ya da bunu izleyen başka seçimlerine dair olduğunu düşünebiliriz: “Artık daha fazla dayanamayacağım, yazılıydı birinin boş bir sayfasında, çok aptalca. Artık çok geç, yazılıydı bir başkasında, ama neyin çok geç olduğunu hatırlayamıyordum şimdi.”
Arvid başı sonu belli muhasebelere girişmek yerine hatırladıkça, bir şeyler çağrıştıkça yeniden yaşarcasına eski zamanlardan kimi anlar, sahneler aktarıyor. O yıllardaki ruh halinin yanı sıra, zaman içinde (zaman nehri aktıkça) oluşmuş kanaatleri de saklı satır aralarında. Bunların çoğu kez oldukça bireysel ve Arvid’in kişiliğine dair şeyler olsalar da, ortak bir ruh halini, hatta zamanın ruhunu içerdiğini düşünebiliriz. Yirmi beş yıl öncesinde kalmış bir sabah, fabrikaya giderken hissettikleri mesela:
“Bir biz’in parçası olmayı, benden fazla olmayı, kendimden daha büyük olmayı, daha önce hiç tecrübe etmediğim şekilde birileri tarafından kuşatılmış olmayı, ait olmayı seviyordum; bu sokakta önümde, arkamda, yanımda yöremde olan insanların aynı duyguyu paylaşıp paylaşmadığı da hiç umrumda değildi. (…) Çantamda parti yönetiminin son kararları vardı. Orada yazan şeyleri asla yapmayacağımı biliyordum, aslında hiçbir şey yaptığım yoktu, çok utangaçtım, çok yalnız, çıkmazdaydım, bunu yalnız kalmak için yapıyordum ama şimdi ne önemi vardı başarıp başaramayacağımı bilmenin, yarı karanlıkta metroda yürürken. Etrafımdaki herkes, bütün erkekler, bütün kadınlar benden daha iyi biliyorlardı her şeyi. Ben çok az biliyordum. Yine de gri istasyona yürümekten ve onlarla kuşatılmış olmaktan daha fazla istediğim hiçbir şey yoktu.”
“BAZI ŞEYLER OLMUŞ VE KAYBOLMUŞTU”
“Zaman nehri”nin iki yakası arasındaki mesafenin açılıp kapandığı anlar var romanda. Niyetlerle olguların arasından da geçiyor bu nehir. Kuşkusuz, bu açılıp kapanmalar insanlar arasındaki nehirler için de geçerli. Öte yandan, Arvid’in kendisiyle olmak istediği kişi arasında da iki yakası giderek birbirinden uzaklaşan bir nehir bulunuyor. Peki, “zaman nehri” akarken (veya aktıkça) neler değişmiştir? Kardeşiyle ilgili kimi hatıralarının silinip gitmesiyle ilgili olarak Arvid şunları söyler: “Yeterince konsantre olsam hepsini bulabilirdim ama beynimin içinde lakayt bir şey vardı, kaygan bir teflon parçası, her şey döne döne gelip ona çarpıyor sonra sıçrayıp uzaklaşıyordu. Zihnimde bir zayıflık vardı. Dikkatimi toplayamıyordum, bazı şeyler olmuş ve kaybolmuştu. Önemli şeyler.” Büyük bir acı duyduğu ânı anlatırken söyledikleri Arvid’in genel hali için de geçerlidir aslında. “Zaman nehri” aktıkça bir şeyler olmuş ve sonra da kaybolmuştur. Edebiyat da çok kez bir zamanlar olmuş, ama sonradan kaybolmuş önemli şeyleri, anları yeniden yaşama çabası değil midir? Elbette yeniden yaşayamayız. Yitenleri ancak bizde bıraktıkları boşluklardan takip edebiliriz. Petterson’un roman kurgusu da (Arvid’in zihni de denebilir) böylesi boşluklarla sürüyor.
Lanet Olsun Zaman Nehrine’de, Arvid’in bocalamaları, hesaplaşmaları, hatırladıkları kimi zaman hayli ayrıntılı olarak anlatılıyor olsa da, resmin bütününü görmemiz mümkün olmuyor. Cep defterindeki cümleleri bilip de bağlamını bilemediğimiz gibi. Resmin bütünü romanın tamamına yayılan ruh halinde belki de; ya da bize aktarılmayanlarda, boşluklarda saklı. Karısıyla ilişkisinin neden bozulduğunu bilemeyiz, ama karşı karşıya geldiklerindeki hal ve tavırlarından –konuştukları söylenemez– bir şeyler sezeriz. Benzer biçimde annesiyle konuşmaları da ikisinin iç dünyasını ele vermez. Yine de jestler, belli belirsiz hareketler, suskunluklar veya sözlerin aniden kesilmesi bize bir şeyler sezdirir. Bildiğimiz şudur; bir zaman, bir yerde veya çok kere, çok yerde kopukluklar olmuştur. Petterson’un neyin neden olduğunu açıklamak gibi bir derdi yok. Olan durumu göstermek, karakterlerin anlatı zamanındaki ruh hallerini sezdirmek yeterli onun için.
Arvid’in ağzından anlatılan romanın kimi yerlerinde onun doğrudan tanık olmadığı, sonradan da kendisine anlatılmamış olaylar da mevcut. Buralarda neler olduğuna dair tahminlerini oradaymış gibi aktarmaktan çekinmiyor Arvid. Annesinin, kırk yıl önceki komşusunun evinden içeri girdiğinde, onunla neler konuştuğunu bilmesine imkân yok mesela, ama yıllardır annesi hakkında edindiği bilgi ve izlenimler ile uzaktan şöyle bir görebildiği komşu kadının halinden, duruşundan çıkardıklarıyla resmi tamamlıyor. Petterson, belki de romandaki boşlukları tamamlamamız için bir yol gösteriyor bize.
BOŞLUKLARIN TAMAMLADIĞI
İçerdiği boşluklara rağmen romanın bir eksiklik duygusu yaratmaması da Petterson’un gösterdiği yola daha ilk sayfalarda girivermemizden olmalı. Arvid’in çocukluğundan, gençliğinden ve romanın şimdiki zamanından aktarılan sahneler birbirini ucundan, köşesinden tamamladıkça –elbette anlatılmayanların yarattığı boşlukların da etkisiyle– sadece Arvid’e ya da annesine değil, bir dönemin ruhuna dair de birçok şey seziyoruz. Çoğunlukla küçük ayrıntılardır bunu sağlıyor. Arvid’in gençliğindeki solculuğunun zamanla neye evrildiğini bilemiyoruz mesela. Sadece eski bir Maocu olarak Tiennenman’da öğrencilerin ve işçilerin katledilmesinden sonra Çin Büyükelçiliğinin önündeki protestoya katıldığını öğreniyoruz. O andaki duygularının anlatımında aradan geçen zamana dair bir şeyler de var.
“1989 Haziranında insana tuhaf ve biraz da hüzünlü geliyordu bu gösteri. Etrafımdakilerin çoğunu on yıldır görmemiştim ve hepsi biraz daha yaşlı görünüyordu, kiminin şakaklarına kırlar düşmüştü ve yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu, sanki ortalık biz gelmeden önceki kadar boştu.”
Annesiyle ilgili bir hatırasında o gün baş başa olduklarını sanırken kardeşinin de yanlarında bulunduğunu öğrenince Stalin’in fotoğraflardan Troçki’yi silmesinin aklına gelmesi, ya da komşularının cebindeki mendili fark ettiğinde Cenevre’deki sürgünden dönen Lenin’in Petrograd’daki Finlandiya İstasyonuna girmek üzereyken sallanan kızıl bayrakları düşünmesi de Arvid’in solculuğuna dair bir şeyler aktarıyor. “Zaman nehri”nin sadece insanlar arasından akmadığı açık.
“Zaman nehri” çok şeyi birbirinden ayırıyor olsa da, bu nehre bakarken hissettiklerimiz kişisel olanla toplumsal olanı yakınlaştırıyor. “Hayat nehri” bunların bütününden müteşekkil ya da hepsini birden sürüklüyor. Arvid’in bir arkadaşı için söyledikleri onun ruh halinin, zaman nehrinin hangi yatağına bakarsa baksın neler hissettiğinin de ifadesi: “Arkadaşlığımız bitmişti ve ben o anda özlemeye başlamıştım bu arkadaşlığı. Bütün yazlar gitmişti, hem de sadece ben onları yirmi beş sene sonra unuttuğum için değil, artık onları hatırlamanın bir manası olmadığı için.”
Arvid’in bu ruh halindeki karanlık ton roman boyunca hissediliyor – Yahya Kemal’in “Kar Musikileri” şiirindeki “Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden” dizesini anmamak mümkün mü? Bu kederli roman boyunca, başlı başına derin bir keder sebebi olan, Arvid’in çok sevdiği annesiyle arasındaki buz dağını da sıkça fark ediyoruz. Bu buz dağının neden, nasıl ortaya çıktığı da belli değil. Önemi de yok. Bir zamanlar zaman nehrinin kuruması ve iki yakadakilerin birbirine ulaşma ihtimali doğmuşsa bile işler yolunda gitmemiş (gitmesi mümkün müydü, diye sormadan edemiyor insan?) eski debisinde akmayı sürdürmüş. Bunları hatırlamanın da etkisiyle annesinin ölebileceği düşüncesi Arvid’in ruh halinde derin düşüşlere yol açıyor kimi zaman; onun bu hallerine tanık olduğunda annesinin mesafeli duruşu ise değişmiyor; buzdağı erimiyor, nehir kurumuyor.
Lanet Olsun Zaman Nehrine, Arvid’in merkezinde, onun çırpınışlarıyla ilerliyor. Annesinin ölümü de Arvid’e ölümü ve kendi ölümünü düşündürüyor. Ölüm ânını, “hep olmayı istediğin kişi olma şansını ebediyen kaybettiğin” an olarak tanımlamasından da anlıyoruz ki zaman nehri aktıkça mümkün olanlardan biri de bu.