Piyasa Şişkinliği ve Servet
Nihat Kentel
Tahvil alımı yoluyla, yani devleti borçlandırarak para arzı yaratmak, ABD Merkez Bankası’nın (FED) ana işlevlerinden biridir. Geçen Mayıs ayında FED’in başkanı Bernanke önce tahvil alımını zamanla bitireceğini söyleyip ardından da “Pardon, ben öyle demek istememiştim” diyerek, dünyanın parasal dengelerini yerinden oynattı. Kapitalist piyasalar paranın daralacağı olasılığını düşünmek bile istemiyor. Merkez bankaları da oyunu bozmaya ve piyasaların sonunu getirebilecek riskli bir adıma yanaşamıyor.
Bernanke için bir sınama, dünyanın geri kalanı için eşek şakası olan bu açıklamalar, bize malî piyasaların ne kadar kırılgan ve dünyanın ipini çekebilecek güçte olduğunu hissettirdi.
Neoliberalizm sayesinde, hisse senedi sahibi olanlardan emekliliğine yatırım yapma telaşı içinde olanlara kadar geniş kesimlerin (belki orta sınıf demek yerinde olur), az ya da çok sermayedar olduğu bir döneme girdik. Para piyasaları, insan hayatlarının bağımlılandığı, içinde yer almayanların da en az içinde olanlar kadar etkilendiği, çevresine yaklaşan her nesneyi yutan bir canavara dönüştü.
Bir zamanlar kapitalistlerin sermaye ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir işlevi olmayan para piyasaları, artık kolay kolay çökmesine izin verilemeyecek kadar, toplumsal artık ve sermaye biriktirme zemini haline geldi. Oluşan şişkinliklerin patlaması ise kapitalist toplumlar için bir kâbustur.
Orta kesimlerin yaygın olarak bağlanmış olduğu piyasalarda oluşan şişmeler, patlaması mutlak bir zorunluluk olmasa da, bugüne kadar arada bir olduğu gibi bundan sonra da patlayabilir. Patlama anına kadar, yalnızca kapitalistlerin değil, piyasalardan beslenen herkesin kazanç kaynağı olarak işlev görüyor. Bu yüzden şişmelerin patlamasını devlet ve Merkez Bankası olarak ne kadar ertelerseniz tebanızı da o denli sakınmış, hatta mutlu etmiş olursunuz.
Geniş kesimlerin malî piyasalardaki gelişmelere bağımlı hale gelmesiyle birlikte, parasal bolluğa muhtaç devletler ve pazarlarda yaratılan ranta hayatlarını bağlamış insanlar, piyasaların frenlenmesindeki ana engeli oluşturuyor. Bu yüzden çok büyük miktarlı devlet borçlanmalarına dayalı harcamalar ve düşük faize dayalı gevşek para politikalarıyla kriz, yani şişkinliğin patlaması ötelenip duruyor. Orta sınıfların rant taleplerine cevap verebilmek, Avrupa, Japonya ve ABD’nin nefes alması ve toplumsal ekonomik yapının çevrimi, ancak piyasalara yeni para arzı pompalanarak sağlanabiliyor.
Son iki kriz öncesinde olduğu gibi, 2013 sonuna doğru piyasalardaki varlık değerlerinde yaşanan artışlar daha da küresel boyutlara ulaşmış durumda. Sadece ABD’de değil Avrupa’nın hemen tamamında, Çin’de ve Hindistan’da varlık değerleri sürekli olarak tırmandırılıyor ve bu tırmanmadan piyasalara yeni değerler ve değer artışı yoluyla da kârlar devşiriliyor.
Ucuz parasal sermaye, birikim sağlayabileceği alanlar olarak gördüğü menkul ve gayrimenkul piyasalarında yoğunlaşmaya devam ediyor. Havadan yaratılan taze paralarla beslenen ve her gün daha üst fiyat düzeylerine yükseltilen ya da çemberi genişletilen menkul ve gayrimenkul piyasalarında piyasa aktörleri tatlı kârlar elde ediyor. Borç ve para arzı ile mutluluk çemberi genişletilirken, Merkez Bankaları bu oyunda başrol oynuyor.
Krize giden yollar parayla kaplı
Piyasalar paraya bir türlü doymazken ve 40 yıl önce hayal bile edilemeyecek enflasyon oranlarına yol açması beklenebilecekken, bugün korkusuzca piyasalara para şırınga ediliyor. Piyasalardaki para bolluğu, kısa vadede kapitalist ülkelere rahat nefes aldırıp büyümeyi pompalarken, piyasaların şişirilmesi çöküşü erteliyor, fakat bir süre sonra yeni ve daha yüksekten olacak olası bir çöküşe doğru tırmandırıyor.
Örneğin, Avrupa Merkez Bankası para yağmuru ile yangın söndürmeye devam ediyor. Üretkenliği, kapitalist rekabet edebilirliği kalmamış ekonomiler para yağmuru ile nefes aldırılıyor ve devlet bütçeleri düşük faiz ile ayakta tutulabiliyor.
Varlık değerlerindeki artışlar hangi piyasa değerlerinden itibaren şişkinlik olarak tanımlanabilir, bunu bilemiyoruz, fakat kapitalizm tarih sahnesine çıktığından beri varlık değerlerini arttırıp (şişirip) duruyor. Dolayısıyla, patlamanın ne zaman gerçekleşeceğini öngörmek zor.
Ancak gerek ABD’nin gerek AB’nin ya da Japonya’nın merkez bankaları, her geçen gün bugüne kadar pompaladıklarından kat be kat daha fazla parayı piyasalara enjekte ediyor ya da etmek zorunda kalıyor. ABD’de her ay tahvil alımıyla piyasalara sürülen 85 milyar dolar ile Japonya’da her ay aynı yolla piyasaya sürülen 70 milyar dolar bunun en iyi göstergeleri. (1)
Ne 2000 yılında patlayan dot.com, ne de 2008 yılında patlayan emlak piyasaları şişkinliği kapitalist ekonomileri şişkinlik yaratma konusunda akıllandırmadı. Kapitalist pazar ekonomisi yanlışlarından ders çıkaramıyacak kadar kör bir tempoda sürekli şişme eğilimini sürdürüyor. Tam tersi geçerliymiş gibi her patlamanın ardından oluşan şişkinlikler memnuniyetle karşılanıyor, şu anda olduğu gibi. Piyasalar yükseliyor ve ekonomi yorumcuları işlerin tıkırında olduğunu iddia ediyor. Faturasının daha sonra kim tarafından ödeneceği belli olmayan servet artışları ise piyasaları canlı tutuyor.
2008 yılında başlayan krizin ilerleyen safhalarında, yani krizden çıkmaya çalışıldıkça iyice ayyuka çıkan bir gerçek var: Bu bir malî kriz degil, bir likidite krizi hiç değil. Bu, likidite bolluğu ile çözülmeye çalışılan gerçek yapısal bir ekonomik kriz. Temelinde değişik büyüklükteki iç pazarlara dayalı ekonomilerin eşitsiz gelişmesinin ortaya çıkardığı, küreselleşme ile de kangrenleşen bir hal alarak bozulmuş üretim yapılarının dengesizliği üstüne oturmuş bir kriz.
Yapısal nedenleri ortadan kalkmadığı sürece de içinden çıkılamayacak bu kriz ya da krize girme hali, mutluluk çemberi daha fazla büyütülemediği zaman, gerçek bir malî ve ekonomik kriz olarak yeniden dünyanın kucağına oturacak. Ne yazık ki, yalnızca para piyasalarını değil, sınırları kalkmış bu dünyanın en ücra köşelerindeki masumları da içine alarak.
Kapitalizm çıldırmış olmalı
Bu, şu ana kadar tanıdığımız kapitalizmden bambaşka bir görüntü veriyor: Üretim sürecinde ve ürün pazarlarında artı değere ulaşmaya çalışmaktan çok, varlık değerlerindeki artışlara dayanan bir kapitalizm.
FED’in ve Avrupa Merkez Bankası’nın operasyonları, düşük faiz politikası üzerinden piyasalardaki değer kayıplarını önlemeye, varlıkların finansmanına yöneliyor, en azından menkul ve gayrimenkul değerlerin şu anki seviyelerinin korunması hedefleniyor. Düşük faiz, kaynakları, pazar yatırımcılarının olağan koşullarda girmeyeceği alanlara yönlendiriyor. Örneğin, kredibilitesi olmayan kesimler de ev kredisi alabiliyor, piyasalarda yeni menkul ve gayrimenkul varlıklar oluşuyor. İnsanlar ödeyemeyecekleri borçların altına giriyor, hatta ödeyemeyenler intihar ediyor. Bu politika ile hayalî kârlar hedefleyen yatırımların tek getirisi olarak varlık değerlerindeki artışın devamı sağlanmaya çalışılıyor. Kapitalizmin temelinde yer alan, üretimde yaratılıp ürün piyasalarında son şeklini alan kâr ikinci planda artık. Yeni modelde bizim kitaplarda öğrendiğimizden başka bir kâr yaratılıyor.
Dünya üzerinde dolaşan para hiçbir rasyonalite ile açıklanamayacak kadar irrasyonel alanlara yatırım olarak gidiyor. Değirmenin suyunun arkası geldiği sürece de yapılan her varlık yatırımı kârlı bir yatırım haline geliyor. Piyasalar kendi kuruluş mantıklarına aykırı şekilde “risksiz” bir büyüme sürdürüyor. Piyasanın mertliği yerini devlet ve Merkez Bankası eliyle yaratılan sorunsuz ve risksiz bir kâr elde etme tezgâhına bırakıyor.
Çökmelerin önüne geçmenin tek yöntemi olarak piyasalara arzedilen para ile sağlanan değer artışları, kapitalist sistemin Avrupa ve ABD gibi ekonomik bölgelerinde çağdaş kâr yaratma yöntemi olarak ortaya çıkıyor. Oluşan malî şişkinlikler, varlık değerleri artışları toplumun geniş kesimlerine iyi geliyor. Yöneticilerin bu rahatlığı bozma niyetleri de yok.
Serbest piyasa ekonomisi diyagramları, fiyat dengelerine ulaşma eğilimi varsayımları, artık üniversite kampüslerinde beyin cimnastiği amacıyla okutulan bir ders haline geldi. Piyasa güçleri, bürokratlar ve diğer karar alıcılar ellerindeki son ekonomik liberalizm kırıntılarını da terkediyor. Yeni kapitalizm ise kırk yıldır olgunlaşma sürecini yaşayan ve dönüşen neoliberal kalkınma ve sermaye birikimi modelinde devleti daha etkin bir biçimde kullanıyor. Kârların devlet koruması, desteği ve şemsiyesi altında daha iyi oluşabildiğini görüyor. Güçlü ve yaygın bir devlet, güçlü bir Merkez Bankası, kapitalist pazarların sermaye ihtiyacını doyuruyor. Sermaye birikimi ve büyüme böylece sağlanıyor.