Elif Avcı
“Hrant Dink’in cümlesindeki gibi, LGBT bireyler de güvercin tedirginliğiyle yaşar. Bu yıl öldürülmemiş olman seneye öldürülmeyeceğin anlamına gelmez.”
Demet Yanardağ
Ortaya çıkışından beri “görünürlük” politikalarını en önemli işi olarak gören LGBTİ Hareketi, Haziran Direnişi döneminde “görünürlük” anlamında birkaç gün içinde birkaç yıla bedel bir kazanım elde etmiş, iktidar ve egemen kültür tarafından sosyal haklar bağlamında inkâr edilişi sürse de, topluma “Evet, LGBTİ’ler vardır” dedirtmeyi başarmıştır. Bu süreç sonrası kazanım hızla artan görünürlük olsa da, görünürlükle beraber hızla artan bir şey de şiddet olmuştur. Başbakan’ın yarattığı “biz” ve “ötekiler” ayrımında, ötekinin ötekisi olan LGBTİ bireyler bir kez daha nefretin öznesi haline gelmiş, özellikle sokaklarda seks işçiliği yaparak geçinen trans kadınlara yönelik saldırılar büyük ölçüde artmıştır.
Geçen senenin başından beri 19 trans kadın arkadaşımızı transfobiye kurban vermiş olan bizler kaçını homofobi, bifobi yüzünden kaybettiğimizi bilmiyoruz, çünkü cinsel yönelim cinsiyet kimliği kadar “görünür” değil. Düzenli olarak Haziran’ın son haftası düzenlenen Onur Yürüyüşleri’ne her yıl daha fazla katılım olsa da, LGBTİ Hareketin ataerkiye ve heteroseksizme karşı mücadelesinde şiddete karşı yasaların uygulanması anlamında alınan yol çok sınırlı.
Ne medya, ne yargı, ne de devlet muaf
Arno Gruen, Demokrasi Mücadelesi kitabında cinayet konusunda “Cinayet işlemek her zaman ötekini insan olarak görmemek ve bu yüzden de öldürülebileceğini düşünmek anlamına gelir. Öteki daha değersizdir, o halde öldürebilirsiniz” der. LGBTİ bireyler için durum tam da budur. Devlet ve medya tarafından sürekli ötekileştirilen, marjinalleştirilen LGBTİ bireyler toplum gözünde tedavi edilmesi veya toplumdan ayıklanması, bunlar yapılamıyorsa da en azından uzak durulması gereken “şeyler” haline getirilmektedir.
Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu 2008 yılında Anayasa değişikliğine ilişkin talebimize “Toplum henüz buna hazır değil! Belki 22. yüzyılda” diye cevap vermişti. Önceki Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Selma Kavaf ise 2010 yılında “Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum.” diyerek LGBTİ’leri tedavi edilmesi gereken “hastalar” olarak etiketlemişti. İktidarın bu ötekileştirici tavrı kendini daha birkaç ay önce yine meclis kürsüsünde doktor kimliğini öne çıkarak bizleri bir kez daha “hasta” ilan eden AKP milletvekili Türkan Dağoğlu aracılığıyla göstermiş oldu.
Burhan Kuzu “Toplum buna henüz hazır değil” diyerek LGBTİ bireylerin toplumca kabul edilmediğinin ve siyasî iradenin de bu ayrımcılığa karşı “toplumsal çoğunluğun” yanında yer alacağını, daha fazla oy alabilmek, istikrarını koruyabilmek için ötekileştiren toplumsal kesimlerin haklarını güvenceye almak konusunda irade göstermeyeceğini 2008’de açıkça teşhir etmiş bulunmaktaydı. AKP Hükümeti de 2008’den bu yana homofobik ve transfobik tutumunda 11 yıllık çizgisini bozmamış, LGBTİ örgütlerinin hak taleplerine ve yol göstermelerine rağmen LGBTİ bireyler görmezden gelmeye devam etmiştir.
Devletin ideal olarak çizdiği muhafazakâr, sunni, Müslüman, heteroseksüel nesil tablosuna varoluşsal olarak uyulmaması yahut ne kadar sevişirsek sevişelim üç çocuk yapamayacak olmamız zaten LGBTİ’leri hükümetin refahını düşündüğü kitlenin dışına çıkarmaya yetmiştir.
Devlet tarafında durum böyleyken Türkiye’de her zaman siyasî iktidar ile karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içinde olan medyanın homofobik ve transfobik olması, LGBTİ bireylerle ilgili haberlerde hükümetin görmezden gelme politikasına bağlı kalması ya da yaptığı habercilikte kullandığı dilin “medyatik linç” kavramına fazlasıyla denk düşmesi kimseyi pek şaşırtmamaktadır.
Benzer şekilde, Türkiye yargısının merkeziyetçi hiyerarşik yapısı, LGBTİ bireylerle ilgili davalarda şimdiye kadar alınmış kararlar, yargı bağımsızlığı konusunda derin güven bunalımımızı perçinlemektedir. LGBTİ bireylerin uğradıkları saldırılar neticesinde açılan davalarda mahkemelerin aldığı kararlar çoğunlukla sanık lehine olmaktadır. Bir insanı silahla başından vurmuş, üstüne 50 yerinden bıçaklamış, bu da yetmediği gibi makatına kırık bir şişe sokmuş bir sanığın iyi hal ve tavır indirimi almasının homofobi/transfobi dışında bir açıklaması olabilir mi? İnsan merak ediyor, sanığın duruşmalardaki iyi hal ve tavırları nedir? Söz alırken ayağa kalkması, kravat takıp pişman durması mıdır vurmayı, 50 bıçak darbesini ve makata sokulan şişeyi yok sayıp hakimlere sanık lehine takdir hakkını kullandırtan?
Özellikle trans kadın ve gey arkadaşların uğradığı saldırılarda “kadın sandım erkek çıktı” yahut “ters ilişki teklif etti” ifadeleri sanık vekillerinin mahkemeye verdiği savunmalarda olmazsa olmaz klasikler halini almıştır. Birçok davada “Para karşılığında bir kadınla birlikte olacağım vaadi ile planlı bir şekilde kandırıldım”, “erkeklik gururum ayaklar altına alındı” diyen sanık homofobi ve transfobiden payını almış hakimimiz tarafından anlayışla karşılanıp ceza indirimi alabilmektedir.
Yaşanılan yoğun şiddetin kafamızda daha somut bir şekilde oluşabilmesi adına sayısal verilere başvurursak, Lambdaistanbul LGBT Dayanışma Derneği’nin 2008 yılında İstanbul’da yaşayan 116 trans kadınla yaptığı “İt iti ısırmaz! – İstanbul’da Yaşayan Trans Kadınların Sorunları” isimli anket çalışmasına göre katılımcıların %79,3’ü tanımadığı kişilerden fiziksel şiddet görmüş. Aynı ankete göre katılımcıların %90’ının güvenlik güçleri (polis, asker,güvenlik görevlisi vs.) tarafından fiziksel şiddet görmüş olduğunu söylemiş olması polisin bu konudaki tutumu hakkında az çok fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. Keza İzmir Emniyet Müdürlüğü’nden 2009 senesinde İstabul’a tayin edilen Hüseyin Çapkın’ın getirmiş olduğu bonus/puan sisteminde travestilerin 20 puan değerinde olması polisin trans kadınlara yönelik homofobisini perçinlemiş, birçok trans kadının sokakta gezerken, bakkala giderken hatta bazen evlerinde otururken miktarı 49 tl ile 300 tl arasında değişen sayısız ceza almasını sağlamıştır.
Sizin “travesti terörü” dediğiniz şey
Mevcut homofobi ve transfobiyi beslemede payları büyük de olsa, toplumda, devlet kademelerinde, medyada ve yargıda varolan homofobi ve transfobi için sadece AKP iktidarını suçlamak haksızlık olacaktır. Darbe sonrası 1980 döneminde yaşanan sürek avları, Abanoz Sokak’ta yaşananlar, Sansaryan Han’da, dönemin Emniyet Müdürlüğü’nde yapılan işkenceler, trenlere doldurulup sürgün edilmeler, çuvallara doldurulup ormanlara bırakılmalar… 1990 döneminde HABİTAT öncesi Beyoğlu’na gelen Hortum Süleyman’ın yaptıkları, Pürletaş ve Ülker Sokak’ta yaşananlar, yakılan evler, kesilen para cezaları, zorla saçları tıraş edilen trans kadınlar aslında devletin homofobi ve transfobisinin çok eskilere dayandığını göstermektedir.
Aynı şekilde, medya da son 11 senelik dönemden çok daha öncesinde başlamıştır LGBTİ haberlerini “şok şok şok”, “travesti terörü”, “trans dehşeti” şeklinde vermeye. Translara “tarla fareleri” adını takan Reha Muhtar’dan, elinde falçatayla halka saldıran trans görüntülerine kadar sayısız şey izlettirilir insanlara. O kişilerin neden cinnet geçirip ambulansa, doktora, polise saldırdığı ise gösterilmez verilmez. Ve senin ancak o estirdiğin terör sayesinde, insan olmanın onuru ve insan haklarının evrenselliğinden meşru zeminini alması gereken bazı sosyal haklara kavuşabildiğini kimse anlatmaz.
Alışın, gitmiyoruz!
Türkiye’de hergün en az üç kadın nefret saikiyle şiddete uğruyor, yaralanıyor, öldürülüyor. Bu mağdurların bir kısmı lezbiyen, biseksüel ve trans kadınlar. Toplum ve çoğu kez aileleri tarafından dışlanan, hasta, sapkın ilan edilen, iş bulamayan ve seks işçiliği yapmak zorunda bırakılan bu kadınlar aslında hayatlarının her alanında çok uzun zamandır şiddetle yaşıyor. Toplumun gözünde “kimsesiz” kalmış gözükmek LGBTİ’leri kolay hedefler haline getiriyor.
Gaye evinde ölü bir şekilde bulunabiliyor, 50 yaşındaki Kenan kafasında zıplanarak öldürülebiliyor, Nükhet’in incecik vücuduna 50 bıçak darbesi sığabiliyor, kentsel dönüşüm alanlarında oturan transların evleri rant uğruna kurşunlanabiliyor…
Bunca homofobiye, transfobiye rağmen şiddete uğramayı, öldürülmeyi göze alarak mücadelesini sürdürüyor LGBTİ Hareketi. “Buradayız” diyor, “Alışın” diyor. Eğer ahlak dediğiniz şey baskı ve şiddet ise, “Biz ahlaksızız” diyor. Ve ekliyor: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz.”