Zozan Özgökçe
Bu yazıyı yazmaya başladığım gün Van’da bir kadının koruma kararı olduğu halde eşinin saldırısına uğradığını, bunun üzerine karakolu aradığını, ancak karakolun “Biz bir şey yapamayız, 155’i arayın” cevabını aldığını öğrendim. Tutuklama, kötü muamele, gözaltında taciz, coplama, öldürme, gaz bombası atma konusunda bu kadar cesur davranan ve tereddütsüz inisiyatif alan polis neden kadınları aile içi şiddetten koruma konusunda kılını kıpırdatmaz?
Kıpırdatmaz, çünkü erkek zihniyetinin kadınlara karşı yürüttüğü bir kampanya var. Bu kampanyada öyle bir ortaklık var ki, kampanya katılımcıları erkekler hangi ideolojide olursa olsun bu kampanyanın içinde yer almakta. Ha yanlarına iktidar sahibi başka kadınları almıyorlar mı, alıyorlar. Ama o bu yazının ana konusu değil.
Genel zihniyet
Karısının boğazını keserek öldürdükten sonra namaz kılan, tekbir okuyan, dışarı çıkıp gezen, uyuyan erkeklerin bu rahatlığı yasaların ve genel zihniyetin cinayeti kabullenmesi sebebiyledir. Genel olarak kabul gören zihniyetin adı namus ve toplumsal cinsiyet rolleridir. Kadınlara karşı savaş bu iki kavram üzerinde erkeklerin fikir birliği sonucu açılmıştır.
Bu savaş kendi kurumlarını da üretti ve geliştirdi. Din, devlet, aile, yargı sistemi ve bunun uygulayıcıları bu kavramları ihlal eden kadınları hedefledi her zaman. En çok da aile kurumu içinde örgütlenildi. Aile, kadınları doğduğu günden itibaren namusunu koruma ve iyi eş/anne/kadın olma yönünde yetiştiriyor. Erkekleri de namus koruma konusunda otorite olma, vuran, kıran ve gerektiğinde öldüren olabilme, asker, koca, baba olma yönünde yetiştiriyor. Hal böyleyken, belirlenen çizginin dışına çıkan kadınlar ölümü bile hakeder. Ölümlerinin ardından da sessizliğe bürünür herkes. Kadınlara karşı yürütülen savaşta bir ölüm bir zaferdir. Bir kadının ölümü diğer kadınlara da bir uyarı niteliğindedir.
“Aç ve susuz gittin”
Meral ve Adalet kendilerine biçilen yaşamın zulmünü reddettiler. Bitlis’te öldürülen Meral’in ve Van’ın Çaldıran ilçesinde öldürülen Adalet’in de faili uzun yıllar boyunca bir yastığa baş koydukları veya koymak zorunda oldukları kocaları idi. Adalet 16 yıllık kocası, Meral ise altı yıllık kocası tarafından hunharca öldürülmüştü. Hatta Adalet’in kocası ile birlikte 16 yaşındaki oğullarının da cinayet esnasında silah tutan olduğu söyleniyor. Yapılan otopsi raporu sonucunda üç tane pompalı tüfekle, dokuz tane de silahla vücudundan yara almış Adalet.
“Ah Meral, Meral… Aç ve susuz gittin”…
Bu sözler Meral’in annesinin acılı dilinden dökülen sözlerdi.
Meral üç ay önce kocasından boşanmış, boşanma davasının sürdüğü süreçte çeşitli meslekî kurslara katılmış, ehliyet almış ve bir kuaför salonu açmıştı. Kuaför salonuna 2,5 yaşındaki kızının adını vermişti. Katil koca daha önce Meral’in ailesini ve Meral’i öldürme tehdidinde bulunmuş, aile karakola dört kez şikâyet etmiş, ancak ifade almak dışında hiçbir şey yapılmamıştı. Aile ve Meral Bitlis Savcılığı’na gitmiş, Savcı “Benim de eşimin hayatî tehlikesi var. Ne yapalım yani?” diye cevap vermiş. Sonunda Meral, üç ay önce boşandığı kocası tarafından işyerinde dokuz yerinden bıçaklanarak yaşamını yitirdi.
Henüz 22 yaşındaydı. Çocuğu ve kendisi için geleceğe yönelik geniş hayalleri vardı. Ölümünden bir gün önce annesini aramış ve demiş ki ‘Bugün bir gelin vardı, çok yoruldum, ancak şu anda çok özel bir müşterim var, sonra eve geleceğim’. Eve gelmiş ve demiş ki ‘Çok özel müşteri bendim. Bugün kendime baktım. Saçlarımı yaptım’.
Kendisini çok özel hissetmeye ve kendisi için yaşamaya başladığı bir zamanda kocasının bıçak darbelerine maruz kaldı. Dokuz yerinden kendini özel hissettiği işyerinde bıçaklanarak katledildi. Meral âşık olduğu erkek ile hayatını birleştirmiş ve bu aşk onu yaşamdan ve çok sevdiği kızından ilelebet ayırmıştı.
Taziyeye gelen komşuların “Kader işte!” söylemine karşı anne “Böyle kader mi olur?” diye sorgulamıştı. Kaderin sürekli kadınların, güçsüzlerin aleyhine işleyen çizgisinde bir adaletsizlik olduğunu acılı anne de yaşamından hareketle farkındaydı. Kaderin kadın için çoğu zaman muktedirlerin zulmünün çaresiz onayı olduğunu iyi biliyordu.
Adalet de 7 Temmuz günü kocasının ve iddia edildiğine göre oğlunun kurşun yağmuruna tutularak öldürülmüştü. Kocasından 16 yıldır yoğun şiddet görüyordu. Evliliği süresince çok kez karakola gitmişti. Bir keresinde kocası Adalet’i silahla kulağından yaralamış, başka bir sefer de bıçakla kovalamıştı. Nihayet ailesinin yanına gitmiş ve boşanma davası açmış, Van Barosu’ndan ücretsiz avukat talebinde bulunmuştu. İlk davanın görüleceği gün Adalet toprağa gömülmüştü. Adalet kocası ile görücü usulü ile evlenmişti. Evlendiğinde henüz 17’sinde, öldürüldüğünde 32 yaşındaydı.
İsyan çığlıkları
Peki, Adalet ve Meral korunamaz mıydı? Bu cinayetler engellenemez miydi? Günde beş kadının öldürüldüğü bu topraklarda kadınlar isyan çığlıklarını yetkililer de dâhil herkese iletiyor, ancak ölüm öncesinde ve sonrasında bu konuda insanı çıldırtan bir sessizlik var. Aile politikaları oluşturulurken kadınlar yok sayılıyor. Kadınlar aile içerisinde sessizleştiriliyor, kurbanlaştırılıyor.
Adalet’in çocukları dört tane. Van Çaldıran Savcısı çocukları bir uzmanla görüştürmeden kocanın ailesine veriyor. Çocuklar gözyaşı döke döke benimsemedikleri, istemedikleri kişilerin evlerinde kalıyor. Çok sevdikleri annelerinin ölmesine sebep olan babalarının, yıllarca onların yaşadığı acılara seyirci kalanların evlerinde nasıl huzurla gözlerini uykuya yumacaklar?
Adalet ve Meral öldürülmeden önce devletin her konuda tetikte olan Savcılıklarına ve karakollara başvurmuşlardı. Savcılıkların ve karakolların kayıtsızlığı, müdahalesizliği katilleri cesaretlendirmemiş midir? Devlet, toplumsal ahlak ve aile kurumunun kadına karşı el ele verdiği bu tahakküm dünyasında çok da şaşılacak bir durum yoktu aslında. Aile, artık sadece yoğun duygusal deneyimlerin yaşandığı bir ilk yardım sığınağı değil, çok çeşitli iktidar pratiklerinin yeniden üretildiği, her türlü eşitsizliğin “normal” görüldüğü, kanıksandığı küçük bir devlettir.
Sürekli kimsesizleri ve aileyi önceleyen Sosyal Hizmetler Kurumu ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kadınları yok sayması, aile kurumu içinde göz göre göre yok edilen yaşamları görmezden gelmesi nasıl bir mantıktır? Her iktidar biçiminin, ailenin mevcut toplumsal yapıyı yeniden üretme rolüne duyduğu gereksinim verili eşitsizliğin devam etmesini doğurmaktadır.
Kadınlar kendileri için yaşamaya başladıklarında, kendi seçimlerinin öznesi haline gelmeye başladıklarında, erkek iktidarının “özgürlük korkusu”, avuçlarından kayan ayrıcalıkların yarattığı telaş kadınların hayatlarını yitirmeleriyle sonuçlanmaktadır.
Kadınlar belki de tamamen kimsesiz kaldıklarında, aile kurumunun kalın perdeleri yırtıldığında, erkek himayesinin koyu gölgesi yok olduğunda örselenmiş sesleri duyulur hale gelecek, varlıkları görünür olacaktır. Kadınlar kendi hayatlarındaki kararlarda özne olmak istedikleri zaman savaşı yürütenlerin hedefi haline geliyorlar. Meral de, Adalet de sadece kocaları tarafından öldürülmedi, ölümün eşiğine savaşın tüm kurumlarının desteği ile geldiler. Bunlar sadece cinayet değil, kadınlara karşı savaşın sonucu.