Nil Mutluer
Şu anda, 10 Ekim geceyarısı, ben bu satırları yazarken, sizler günlerce sonra bu satırları okurken bir kadın öldürülüyor!
“Hadi canım!” diyenlere ‘hafifeştirilmiş’ başka bir argüman: Çok değil, bir iki saat içinde, en iyi ihtimalle en az bir kadın şiddete uğrayacak.
Çok büyük bir iddia gibi. Ama değil. Ben de, sizler de artık ‘klasikleşmiş’ bu bilgiye sahibiz. Bazılarımız sansasyonel haberlerden, bazılarımızsa meseleye bir müddettir kafa yorduğundan biliyoruz gerçekleri. Abartıldığını düşünenler için artık bir anıtsayaç.org var. Sadece bu yıl, bugüne kadar Türkiye’de 162 kadın öldürülmüş. Bu sayı, kayıt altına alınabilenler. Bu kadınların birçoğu yakinen tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor. Bu erkeklerin çoğu da birinci derece akraba, aile üyesi, eş, sevgili, nişanlı, baba, kardeş, amca, yeğen, kuzen…
Kadın cinayetleri ve cinayetlere giden yolun başlangıcı şiddet, sıradan veya tesadüfî değil. Kadına yönelik şiddet de, kadın cinayetleri de sistematik. Zira, kadın hâlâ eşit yurttaş olarak algılanmıyor! Her ne kadar kadın hareketi konunun üzerince uzun bir dönemdir çalışıyor ve bazı politika ve önlemler devletçe alınıyorsa da, cinayetlerdeki artış kadınların hayatının kolay feda edilebilir “atık hayatlar” olduğunu hissettiriyor. Gündelik hayattaki sıkışmış öfkenin üzerlerine akabileceği, iktidarlar değiştikçe haklarının değişebileceği hayatlar kadınların hayatları.
Şiddet iktidar sistematiği
Her şiddet ilişkisi bir iktidar ilişkisi ve ahlak anlayışı barındırır içerisinde. Zira, Benjamin’in iddia ettiği gibi iktidar araçlarından hukuk, şiddet ve ahlak arasındaki ilişkiyi tesis eder. Ayrıca, Arendt’in iddia ettiği gibi iktidar ve şiddet içiçedir ve bu ikisinin içiçeliği özellikle şiddettin araçsal karakterinden kaynaklanır. Her iktidar şiddet içermek zorunda değildir, ancak şiddet araç olduğundan bize bir veya birden fazla iktidar ilişkisi hakkında bilgi verir.
Toplumda karşımıza çıkan farklı şiddet eylemlerinin kaynakları kendi içlerinde birbirleriyle de hayli ilişkili. Devlet tarafından yurttaşlarına işlenen şiddetle, ailenin özellikle güçlü erkek fertleri tarafından bir diğerine işlenen şiddet arasında hiç de küçümsenemeyecek bir bağ var. Zira, araç olan şiddet esasında devlet ve/veya aile “babası”nın iktidar anlayışının önemli bir yansıması. Şiddetin öğrenilme, hayata geçme ve devamlılığını sağlaması birbiriyle ilişkili bir sürecin sonucu. Bu süreç, milliyetçilik, kapitalizm gibi erkek egemen ideolojilerin söylemiyle şekillenirken, sürecin aktörleri olan kadın ve erkekler iktidara olan yakınlıklarıyla söylemi ya benimsiyorlar ya da söyleme direniyorlar.
Kadına yönelik şiddet ve cinayetler de devlet ve toplumun işbirliği içinde karşımıza çıkan ataerkil söylem ve uygulamaların bir tezahürü. Kılıfları modern, dindar, sağcı, solcu ne olursa olsun, farklı farklı alanlarda normalleştirilerek yeniden üretilen sistematik bir ayrımcılığın sonucu. Yani birbiriyle kıyasıya döğüşen erkek egemen dünyanın kesişen noktası!
Berna Ekal’ın Türkçe’ye kazandırdığı Eva Lundgren’in Şiddetin Normalleştirme Süreci kitabında şiddetin sistematikleştirilmesi şiddet, iktidar ve normalliğin birbiriyle bağlantısı üzerinden açıklanıyor. Gerek gündelik hayatta, gerekse politikalarda erkeğin hareket sınırının genişletmesi normalleşirken, kadın kendi sınırını kısıtlamayı öğreniyor, bu normalleşiyor. Bu da, alanı dar olanın haklarının da dar olması anlamına geliyor. Kısaca kitapta da değinildiği gibi, “şiddet türlerin farklılığıyla ilgili değil, seviyelerin farklılığıyla ilgili”, yani,kadının erkeğin doğası denen şey sosyalleşme sürecinde öğrenilen bir hal. Ayrıca, şiddet sadece fiziksel olarak yaşanmıyor, seviyelerle de belirlenebiliyor gündelik hayatta.
Bu tartışma çerçevesinde, şiddet genel geçer bir şekilde ‘bazı erkekleri’ suçlayıp onların doğasından bu şiddeti uyguladıklarıyla açıklanacak bir durum değil. Erkekler de, kadınlar da, Deniz Kandiyoti’nin ifadesiyle, hareket sınırlarını belirlerken “ataerkil pazarlık” yapmayı öğrene öğrene büyüyor. Bu pazarlıkta, görece güçlü olanın değerleri norm olarak kabul edilirken güçsüzler de ezilmemek için sadece bu normlara uymakla kalmayıp onları yaşamlarının içinde yeniden üretiyor. Bu çerçevede, erkekler, yaş ve konumlarına göre şiddeti sadece uygulayan değil, şiddete uğrayan da olabiliyor. Elbette bazıları bu durumu fark edip eleştiriyorlar yapıyı. Gene de erkeklerin birçoğu sosyal olarak avantajlı konumlarının fakında olsa bile, bu konumdan geri adım atmak istemiyorlar. Bazı kadınlarsa dezavantajlı konumlarından dolayı, şiddetten erkekten çok daha fazla zarar görüyor olsalar da, çoğu zaman maddî veya manevî gücü kendilerinde bulamadıklarından direnemiyorlar. Ne de olsa, şiddetin sistematik yanı direnmeyi de güçleştiriyor.
Türkiye’de şiddetin normalleşme süreçleri
İster Kemalist, ister dindar, ister özgürlükçü olsun, erkek egemenliğinin Türkiye’de ortaklık yaptığı ve görmezden geldiği kadına yönelik şiddetin normalleştirme sürecinin çok kısa tarihi ise şöyle özetlenebilir: 2002’ye kadar Medeni Kanun’da, erkeğin aile reisi ilan edilmesiyle kadının statü olarak erkekten alt bir sınıfa konumlandırılması; evli kadının kocasının izni ile çalışabileceğinin kanunda yer alması; Ceza Kanunu’nda ‘namus’un erkeğin kadını öldürmesinde hafifletici sebep olması; kanun değişse de uygulamaların oldukça yavaş hayata geçmesi; para karşılığında cinsel ilişkiye girdiğinde, kadının hemen ‘iffetsiz’ olarak ilan edilip geneleve çıkamamak üzere yerleştirilmesi, erkeklerinse bu ilişkiyi satın alma haklarının sonsuz bir şekilde olması; devlet söylemlerinde kadının sadece ‘annelik’ rolüne vurgu yapılarak eve ve topluma sürekli hizmet veren bir konuma sürüklenmesi; işyerinin kreş açma zorunluluğunun kalkması; Türkçe’ye çevrilmiş “biliminsanı” gibi kelimelerin “adam” eklerinden kurtulamaması, gündelik hayattaki deyimlerin hep erkeği güçlü, akıllı konuma yerleştirmesi ve bu yazının konusu olan kadın cinayetlerinin Adalet Bakanlığı’nın 2010 verilerine göre %1400 artması.
Üstelik, Medeni ve Ceza Kanunları kadının lehinde değişse bile hukukî uygulamalardaki ağırlık, istikrarlı siyasetin ve önlemlerin gecikmesi cinayetlerin yasalara rağmen de işlenebileceğini meşrulaştırıyor. 2002’de yürürlüğe giren Ceza Kanunu’na göre, namus nedeniyle kadın öldürenin cezasında indirime gidilemeyeceği uygulamaya oldukça gecikmeli yansıdı. Öyle ki, Gönül Dilekçi’yi kendisinden boşandığı için öldüren ve ceza indirimi için Dilekçi’nin ‘iffetsiz davrandığını’ iddia eden Metin Cihangir’e, Sincan 1. Asli Mahkemesi’nin iffetsizliğin cinayetle ilgisi olmadığını belirterek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası vermesini ilk emsal karar olarak henüz Ekim 2013’te sayabiliyoruz.
Kısaca şiddet dediğimiz olgu, en masum saydığımız gündelik hayattaki ve bürokrasideki uygulamalarla hayatımızın göbeğine yerleşiyor. İktidarca kadın ve erkek eşit sayılmıyor. Cumhuriyet dönemi, kadını ikinci sınıf yurttaş olarak addeden hukukî uygulamalarla ayrımcılığı, şiddeti ve cinayetleri meşrulaştırırken, mevcut iktidar bu durumu kadın ve erkeğin fıtratının, yani yaratılışından gelen özelliklerinin aynı olmamasıyla açıklıyor.
Oysa burada, ciddi bir yanıltmaca var. Eşitlik talebi aynılık talebi değil. Zaten her kadın ve her erkek de birbiriyle aynı değil. Eşitlikten kasıt, kadın-erkek tüm yurttaşların ve hatta yurttaşlık kavramının sınırlarını genişletirsek, memlekete gelmiş göçmen ve mültecilerin temel hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanması. Tüm yurttaşların temel kaynaklara eşit ulaşım imkânına sahip olması. Ayrıca, eğer eşitliğin anlamı iktidarlara göre kayacaksa, iş çok zor. Zira, iktidarların kadın tahayyülü ve araç olarak kadınları siyasî hedeflerinde nasıl kullanacakları değiştikçe, kadınlara biçtikleri haklar da değişecek anlamına geliyor. Kürtajdan başörtüsü yasağına sıralanabilecek birçok konu esasında kadının siyasallaşan temsiliyet gücünün örneklerinden. Siyasî hedefler doğrultusunda sürekli üzerine yeni ahlak anlayışları inşa edilmeye çalışılan kadın, devletten aileye şiddete meyil eden iktidarların hedefi olarak yeniden kurgulanıyor. Tüm bu heteronormatif düzen içinde, kadınların hakları ve yaşamları hâlâ tartışma konusu olurken, lezbiyen, gay ve trans bireylerin haklarından bahsetmek lüks addediliyor.
Ingeborg Bachmann’ın “faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar” sözü kadın cinayetlerinin bireysel ve kurumsal ilişkisini özetler nitelikte. Kadına yönelik şiddet ve cinayetlerle mücadelede, bireylerin şahit oldukları şiddete anında müdahalesi gündelik hayatları dönüştürme gücüne sahip. Ancak esas dönüşüm, devletten aileye örülen kurumsal yolda, kadın cinayetlerinin meşru zemininin istikrarlı politikalar, önlemler ve hukukî uygulamalarla sarsılması ve heteronormatif cinsiyetçi zihniyetin de bu sayede değişmesiyle gerçekleşecek.