Çeçen-İnguşların Sürgün ve Soykırımı
Burak Öztaş
Şubat 1944. Çeçen-İnguş Sovyet Sosyalist Otonom Cumhuriyeti’nde genel olarak açık bir hava var. Kar, evleri ve ovaları bembeyaz bir örtüyle örtmüş; arka plandaki dağları kaplayan karlar ise onları daha bir geçilmez, daha bir heybetli gösteriyor…
Alışılmışın dışında bir süredir tüm köylerde ve şehirlerde çok sayıda Kızıl Ordu askeri var, ama yerel halk bunu “23 Şubat Kızıl Ordu” gününün kutlamalarına yoruyor.
Takvim yaprakları 23 Şubat 1944’ü gösterirken, sabah saat 09:00’da cumhuriyetin en ücra köşesindeki yerleşim birimleri dahil olmak üzere, Çeçen-İnguşlar bulundukları kentlerin ve köylerin meydanlarında toplanmaya çağrılıyor. Emre uyuyor halk, meydanlarda toplandıklarında yerleşim birimlerine gönderilen en yüksek rütbeli İçişleri Halk Komiseri (NKVD) subayları kendilerine verilen emri tebliğe başlıyor:
“Yoldaş Stalin’in yürütmekte olmakta olduğu millî politika, büyük sosyalist partimizin içerisinde sizleri saadete kavuşturmak için her şeyi yaptı. Sizler ise muktedir mürşidimize, şanlı Bolşevik partisine ve her bir bireye mesut olma imkânı tanıyan partimiz mensuplarına ihanet ettiniz, Almanlarla işbirliği yaptınız! Sovyet hükümetinin emri üzerine Çeçen-İnguş Cumhuriyeti bu dakikadan itibaren lağvedilmiştir. Sürgüne müstahak olan bütün halk tevkif olunmuştur. Hükümetin tespit ettiği yere gönderilmek üzere silahlı kuvvetlerin muhafazasında hazır duran trene götürüleceksiniz. Nüfus başına yalnız 40 kilo eşya alınmasına müsaade vardır…” diye haykırıyor.
Toplama noktaları
Bu haksız ve gerçek dışı itham karşısında, Çeçen-İnguşlar tepki gösteriyor. Sovyet ordusunda Nazi Almanyası’na karşı savaşıp madalya ile onurlandırılan gaziler, bu madalyalarını gösterip bir hata olduğunu anlatmak istiyor, ama Kızıl Ordu’nun yanıtı adı gibi kızıl oluyor. Silahsız sivillerin üzerine açılan ateş ile sesini yükseltme cesaretini gösterenler hemen yere seriliyor, üzerlerindeki kamalarla Sovyet askerlerine müdahale etmek isteyen gençler kısa sürede vuruluyor. Halk çaresiz emirlere uyuyor.
O gün 10 yaşında olan ve Grozny’ye bağlı Eski Atagi köyünde yaşayan Zulay Suleymanova emrin tebliği sonrasında yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“Yan komşumuzun benim yaşımda bir kızı vardı. Silahlı askerlerin evlerine girmek üzere olduğunu görünce panikleyerek dışarıya kaçmaya çalıştı. Bahçede bekleyen askerler bir an bile tereddüt etmeksizin onu vurup öldürdüler. Silah sesinden kötü bir şeyler olduğunu anlayan babası da kapıdan adımını attığında vuruldu. Toparlanmamız için verilen süre çok kısa olduğu için baba-kızı camın altına bahçeye alelacele gömdüler. Ancak 15 yıl sonra sürgünden geri döndüğümüzde naaşları oradan çıkarıldı ve Müslüman adetlerine göre yeniden defnedildiler.”
Benzer hadiseler Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin dört bir yanında yaşanıyor. Tren istasyonu bulunan büyük yerleşim birimindekiler kamyonlarla tren istasyonlarına götürülüyor; diğer yerleşim alanlarındaki insanlar ise bu büyük kentlerde oluşturulan toplama noktalarına dondurucu soğukta durmaksızın yürüyerek götürülüyor.
Stalin’e bir telgraf
Sürgün sırasında 17 yaşında olan Itum-Kale’nin Khaçiroy köyünden Ahmad Kurbanov:
“Askerler bize yarım saat mühlet vermişlerdi. Annem bizimle birlikte evde değildi ve babam aceleyle alabildiği birkaç parça eşyayı aldıktan sonra küçük kardeşlerimizin üzerlerine bir şeyler geçirdi ve silah zoruyla topluca yürümeye başladık. Altı yaşındaki kardeşim Magomed ve dört yaşındaki kardeşim Yusup yarı çıplaklardı ve yalın ayaklardı. Bu halde ıslak karların üzerinde köyümüzden Itum-Kale’ye kadar yürümeye mecbur bırakıldılar. Orada da bir geceyi açık havada ve korkunç soğukta geçirdikten sonra, ertesi gün kamyonlarla Alkhan-Yurt’a götürüldük. Akşam saatlerinde trenlere bindirildik ve Kazakistan’a gönderildik” diyerek sürgün yolculuğuna nasıl başladıklarını anlatıyor.
Çok az miktarda yiyecek ve giyecek almasına izin verilen halk, istasyonlarda hazır bekleyen hayvan vagonlarına tıka basa dolduruluyor. Akıl almaz soğukta haftalarca süren yolculuklarla yeni yerleşim yerlerine götürülüyorlar. Trenler ancak yerleşim alanından uzaklarda, ölüleri atmak ve Kızıl Ordu tarafından hazırlanmış zehirli yiyeceklerin aç bitap insanlara dağıtılması için kısa sürelerle duruyor.
Operasyonu bizzat yürüten Sovyet gizli polis şefi Lavrenti Beria, 1 Mart 1944 tarihinde Stalin’e gönderdiği bir telgrafta:
“Çeçen-İnguşların tahliyesi operasyonunun sonuçlarını bildiriyorum. Operasyon, yüksek dağlık alanlar haricinde 23 Şubat günü başlamış olup, 29 Şubat akşamı itibariyle, 91.250’si İnguş olmak üzere toplam 478.479 Çeçen tahliye edilerek 180 trene bindirilmiştir. Bu trenlerin 159’u yeni yerleşim alanlarına doğru yola çıkmıştır. Çığ düşmesi ve yoğun kar nedeniyle Galançoz bölgesinde geride kalan 6 bin Çeçen henüz tahliye edilemediyse de önümüzdeki iki gün içerisinde operasyon tamamlanacaktır” ifadelerini kullanarak yaklaşık 500 bin nüfusu olan bir halkı 180 tren ile sadece 7 gün içinde sürgün ettiklerinin müjdesini veriyor.
Geride kaldığı belirtilen 6 bin Çeçen ise hiçbir zaman sürgün edilmiyor, taşınmalarında zorlukla karşılaştıkları için Sovyet askerleri onları bulundukları yerde katletmeyi tercih ediyor.
İnsanlar bu akıl almaz zulme karşı hayatta kalma mücadelesi verirken Sovyet liderliği, Çeçen-İnguşlarla ilgili tüm maddelerin ansiklopedilerden çıkarılmasını ve haritalardan silinmesini emrediyor, Çeçen-İnguşlara ait tarihsel belgeleri yakıyor.
Tek bir ekmek
Soğuk, açlık ve salgın hastalıklara yenik düşmeyerek yeni yerleşim bölgelerine ulaşan Çeçen-İnguşların çilesi buralarda da son bulmuyor. Yerel halk, vatan haini ilan edilmiş bu “özel yerleşimcilere” karşı uyarılıyor, dolayısıyla onlardan da uzun bir süre kötü muamele ile karşılaşıyorlar. Bunun yanı sıra götürüldükleri yerlerde de kendilerini bekleyen konutlar olmadığından barınma ve beslenme konuları da uzun bir süre problem olarak devam ediyor.
Altı yaşında sürgünle yüz yüze kalan ve Türkistan’a gönderilen Çeçenlerden olan Aşo Magomadova:
“Küçük bir kız çocuğu olmama rağmen daha dün gibi hatırlıyorum. Annemin çok güzel yeşil bir elbisesi vardı. Pazarda bu elbesiyi sattık. Elbisenin yanında bir de kocaman eşarbını da verdi. Topu topu aldığımız 120 Ruble’ydi. Bu parayla gücümüz ancak tek bir ekmek almaya yetti. Ama bir somun ekmeğiydi, eve ne kadar mutlu döndüğümüzü anımsıyorum. Evde annem ekmeği her bir bireye eşit gelecek şekilde paylaştırdı, her birimize düşen parça bir kibrit kutusu kadar bile değildi” diyerek o günlerde yaşadıkları yiyecek sorunlarını anlatıyor.
Sürgün sırasında öksüz kalan Çeçen-İnguşlar özel çocuk çalışma kamplarına gönderiliyorlar. Bu çocuklardan hayatta kalmayı başaran ve sürgün sırasında 13 yaşında olan Ahmad Magomadov yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“Sürgün günü dedemle birlikte koyunlarımızla meşguldük, 300 hayvanı bizden aldılar. Dedem hayatını kaybedince 13 yaşımda yabancı topraklarda kimsesiz kaldım, aileme ne olduğunu bilmiyordum. Diğer kimsesiz çocuklarla birlikte Kuzey Kazakistan’daki Pavlodar kentine bir yetimhaneye götürüldük. Ardından çeşitli defalar başka yetimhanelere nakledildik ve nihayetinde bir çocuk çalışma kampına verildik. Orada yaşam ve çalışma şartları çok acı vericiydi. Achkoy-Martan’dan Quddus adlı bir öksüz Çeçen ile birlikte çeşitli defalar kaçma girişiminde bulunduk ama her seferinde yakalanıp kampa geri götürüldük. Ne olursa olsun ailemi bulmaya karar verdiğimden bir kez daha kaçma girişiminde bulundum ve bu sefer başarılı oldum. Ama Quddus’u bir daha hiç görmedim. 1953 yılında Karaganda’da annemi ve kardeşlerimi buldum, babam çok uzun bir süre önce vefat etmiş.”
Anayurda dönüş
Stalin’in ölümünden sonra, 1956 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin 20. Kongresi’nde konuşan Nikita Kruşçev, Stalinist politikalar sonucu halkların sürgün edilmesini kınayarak, bu halkların geri dönüşü için yol açtı. Ne var ki, son derece gizli yürütülen ve 150 milyon rubleye (yaklaşık 4 milyon Euro) mal olan bir operasyonla sürgün edilen Çeçen-İnguşların geri dönüşleri için herhangi bir maddî olanak sağlanmadı. Sürgün edilen 500 bin Çeçen-İnguş, kendi imkânlarıyla 250 bin kişi olarak anayurduna parça parça döndü. Döndüklerinde ise ailelerine ait gayrimenkullerin başkaları tarafından işgal edildiğini gördüler ve kendi topraklarında mülteci konumuna düşüp uzun yıllar boyunca bunları geri alma mücadelesi verdiler.
Sürgünden tam 60 yıl sonra, Avrupa Parlamentosu bu olayı bir “soykırım” olarak tanıdı, her ne kadar 42 bini çocuk olmak üzere 300 bin Çeçen’in 21. yüzyılda modern Rusya tarafından katledilmesini görmezden gelmeyi sürdürüyor olsa da. Türkiye ise 60 yıl önce yaşanmış dünya tarihindeki en büyük dramlardan birisini “soykırım” olarak adlandırmaktan dahi korkuyor.