Bursa Yahudi Mahallesi:
Arap Şükrü ve Sokağı
Güzin Değişmez
Şimdi meyhane olan, sağdaki çıkmaz sokağın ikinci evinde doğdum. Hani sokağı tepeden gören, Vitali’nin meyhanesine bakan, yuvarlak cepheli, şimdiki Hasır Izgara’nın tam karşısındaki ev. Alanlık’ta ve çok kısa kaldığımız, bitişikte de babaannemlerin oturduğu ev, ikinci evimiz. Son olarak, Arap Şükrü Sokağı’ndaki yere taşınıyoruz.
Muhtemelen burası da bir Yahudi evi. Şükrü Çavuş Sokağı’nın hemen köşesinde Vitali’nin meyhanesinin üstünde Yuda’nın babası Lia Amcalar otururdu. Biz Lia derdik ya, asıl adı İlya’ydı. Altta Vitali, Pepo Amca, Leyla Teyze, yani sanatçı Linet’in annesi, benim doğduğum evin bir üst sokağında yaşarlardı. Albert Amca, Lizet Teyze, Roza’nın annesi Merkada Teyze karşı apartmandaydı. Yakışıklı bir oğlu olduğunu da hatırladığım, sokağın meyhaneci esnafından, beyaz önlüğüyle gözümün önündeki Vitali Amca ince, uzun, karizmatik görüntüsüyle bana göre çocukluğumun Ayhan Işık’ıydı. Bir de Altıparmak’taki apartmanlarda oturan, bana biraz daha sosyetik gelen komşular vardı. Mesela çok güzel gözleri olan Mari Teyze’yi hatırlarım. Nam-ı diğer ‘Baygın Gözlü Mari’.
Alanlık… Yüksel Kardeşler Apartmanı’nın arkası, Üçel Market’ten inişte ilk sola dönüp dar sokaktan girilir ya, hani şimdi otopark oldu, orası işte! Yahudilerin ‘kostino rodeno’ dedikleri, yani yuvarlak alan olarak tanımladıkları o yerdi arkadaşlarımızla buluşma sahamız.
Yahudi evlerinin kapısı hep açık olurdu. Hepsinin siyah beyaz çini taşlı, bazılarında mermer parçalarıyla ekli kapı girişleri vardı; arslan bacaklı kare bir masa, birbirine çok benzemeyen dört veya iki sandalyesiyle ortada dururdu. Sokakta kaldığımızda, susadığımızda teklifsizce açtığımız kapılardı onlar. Tuvaletim geldi deyip kendi evimize gitmek yerine çekinmeden içeriye daldığımız… Hepimizin bahçesiydi o evler.
Alanlık’ta Kaden ve Yakup Benardete kardeşler yaşardı. Daha büyük ablalar, ağbileri anımsarım. Roza, Raşel, rahmetli Leon. Balkondan seslenip “Ekmek almaya gider misin?” işaretiyle fırlayıp fırından aldığım ekmeğin yarısını yiyerek getirdiğimde “Yok zarar” deyip gülümseyerek karşılayışlarını… Karşılıksız sevgiyi bilmeden tattığım anlardı onlar.
Şal Markoz Hayratı’nda oyuncaklarımızı yıkadığımız, sebil olduğu için bol bol su akıttığımızda içerden Madam’ın çıkıp “Babanız mı bağlattı bu suyu?” diyerek bizi kovalaması, sokağın en büyük eğlencesiydi. Herkesin tek tek gidip Madam’ı kızdırması çocukluğumuzun doyumsuz geleneğiydi.
Sıkıntı da, varlık da herkesin
Aktar Burhan ve sonra Aktar Nazmi’nin olduğu sokağın girişinde, Albert Amca ve Lizet Teyze’lerin evi vardı. Bir büyükanne hatırlarım o evden. Keza büyük oğulları Sami’yi. Biz Samiko derdik. Albert Amca, tip olarak bizim ailenin erkeklerine benzerdi, kıvırcık saçlı ve göbeklice olduğundan onu öz amcam sanırdım. Kapı hep açıktı ve işte onların bir çamaşır makinesi vardı. Bu benim dört yaşıma tekabül eder. Sene 1966. Babamın Yeniyol’da açtığı restoranın peçete ve örtüleri beyaz ketenden, elde yıkamak çok zor ve zahmetli. İşte bizim örtülerle peçeteler Lizet Teyze’nin makinesinde yıkanırdı. Birimizin evindeki elektrik, su veya zaman sıkıntısı hepimizindi sanki. Emek eşit paylaşılan bir ekmek gibiydi.
Sinagog o yıllarda canlı, bugünkünden çok daha hareketli bir mekân. Mahalleden evlenen ablalar, ağbiler olduğunda biz hemen sokak elbiselerimizle içeri dalar, merasimi sabırsızlıkla izlerdik. Asıl beklenti, nikâhın sonunda saçılan badem şekerleriydi. Hergün gördüğümüz, ama nikâh merasimlerinde bir başka gözle baktığımız komşularımızın şıklıkları, o günkü çocuk hafızamıza kolay kolay sığdırabileceğimiz şey değildi. Çok şık döpiyesler, rugan çantalar, çivi topuklu file pabuçlar, çakı gibi ütülü pantalonlar, ipek gömlekler, boyalı iskarpinler.
Hangi abla tam hatırlamıyorum, o upuzun ipek duvağı aklımı başımdan almıştır ve merasimde içilen şarabı tattırmadıkları için kızmışımdır. İstanbul’da o kokuyu çok özlediğimde ayaklarım beni Neve Şalom Sinagogu’na götürür, bizim sokağın kokusunu bulur muyum diye iç geçirerek adımlarım oraları.
Oradan kirde, buradan lokma
Ya o hamursuz bayramları! Eve kocaman bir paket gelir ve “kirde” çıkar. Yani mayasız hamurla yapılan, kabarmamış, çıtır çıtır, incecik kağıt ekmeği gibi, bir tür tuzsuz cips. Bütün evlere aynı paket gittiğinden, kokusu sokağa dalga dalga yayılır. Biz tabii bir çırpıda bitirip birkaç gün sonra “Kirde yok mu, bitti mi?” diye arkadaşlarımızın anne babalarına sorarız, onlar da “Bir dahaki bayrama” derler.
Karşılıklıydı bunlar. Bir tür adı konmamış hediyeleşmeydi bu. Ramazan’ın birinci gününde annemin yaptığı yeşil mercimek yemeği veya kandil günleri dökülen lokmalar gibiydi kirde. Müslümanmış, Museviymiş ayırmadan, her eve gönderilirdi.
Raşel ve Samiko hatırlar mı?
Mudanya’daki Bursa Oteli’ne, Yahudi komşularımızla 1966’da tatile gitmiştik. Otelin hemen yanı başından kırmızı kovayı daldırıp balık tuttuğumuzu Raşel ve Samiko hatırlar mı acaba?
Hemen karşımızdaki camiye de bütün Yahudi arkadaşlarımızla daldıktan sonra, minberden minareye beni çıkardıklarını, mikrofonu açıp “Hadi, ‘anne’ diye bağır, duysunlar” dediklerini, tabii annemle babamın caddeye fırlayıp “Güzin bu, nereden bağırıyor” diye telaşlandıklarını asla unutmuyorum!
Otelin önüne bir balıkçı motoru yanaşır, Albert Amca’yla babam, yüzlerini çok iyi hatırladığım ama isimlerini unuttuğum komşularımızla balığa çıkardı. Ah, o deniz sefalarımız! Serap’ın balık aplikeli mavi mayosu, benim de kahverengi basma desenli fistolu bikinim, ayağımda siyah çiçek işlemeli deniz takunyaları, o grubun en genci ve yakışıklısı, geçen yıl kalp krizinin bizden kopardığı Leon Ağbi’nin kollarına atlayıp “Hadi bizi yüzdür” deyişimiz.
‘Barmitzva’ veya kuşak merasimi de denen, erkek çocukların ergenliğe giriş ayiniyle ilgili ilk hatırladığım Çelik Palas’taki bir törendir. Davetliyiz, ama ne olduğunu bilmiyorum. Altı yedi yaşlarındayım. Ve kabarık etekle gitmek gerektiği bilgisi var bir şekilde. Jüponum yeterli kabarıklıkta olmadığından ve çok ağladığımdan, annemin bir alt komşumuz Fahime Teyze’den istemek zorunda kalışı. Törende ne olup bittiği doğrusu umurumda bile olmadı. Bir baba oğulun sahnede oluşları ve bir şeyler yaptıkları, ne olduğunu hatırlamadığım gibi, algılamaya da çalışmadığım bir olay. Ama ben yürüdükçe, o jüponun aşağı yukarı sallanması benim için tek önemli şeydi.
Şükrü Efendi bizi hep kayırdı
Arap Şükrü’nün daha 1934’ten önce sokağı keşfi, kayda değer bir dönüm noktasıdır hepimiz için. Burası bir Yahudi mahallesiydi ve Şükrü dedem bir Selanikliydi. Bu kozmopolit dünyayı daha küçükken solumuştu; ayrı din ve düşüncelerin kol kola girdiği, kardeşçe yaşamış bir şehrin çocuğuydu. Ve Yahudilik onun için bulunmaz bir coğrafyaydı. İlk meyhanesini Ayvalık’ta açmış, ilk eşiyle orada evlenmiş, iki kız çocuk sahibi bu adam, savaş sırasında kardeşlerinin izini kaybetmişti. Muradiye’deki bir simitçi fırınında tesadüfen fark edip kendisine benzeyen biriyle sohbet ederken, o kişinin kardeşi olduğunu anlayarak Muradiye Kayabaşı Sokak, 24 numaraya yerleşmişti. Doğrusu Yahudilik ve Bursa onun için en doğru yerdi. Önce bürokratlara, kalburüstü okur yazara hizmet ettiği Şar Kulüp, sonra da Yahudilik. 1934 olmalı… Babamdan ve halalarımdan dinlediğim kadarıyla, toprak zeminli bu yerlerin Yahudilerin ahırları olabileceği konuşulurdu.
Arap Şükrü’nün gazi olduğunu, torunu olduğum halde ben bile çok sonra öğrendim. 30 Ağustos’ta televizyondaki askerî tören görüntülerini ayakta izleyip ağladığını bilirim rahmetli babamın. En büyük evlat olarak ona geçen İstiklâl madalyasını öpüp alnına koyuşunu…
Yahudi komşu ve arkadaşlarla paylaşılmış güzel anılar bize dedemin hediyesidir. Onun kurduğu muhabbetin sonucudur. David Amca’nın karısı Suzan Teyze, kızı Dora Abla’nın doğum sancısı tuttuğunda ilk aradığı kişinin dedem olduğunu anlatmıştı. “Şükrü Efendi, galiba doğuracağım, bana David’i bul” demesiyle dedemin eve önce çorba gönderip sonra da ebeyle beraber David Amca’yı götürdüğünü; “Çok iyi adamdı, çoook” diyerek anlatışını hatırlarım. İkisi de rahmetli oldu.
Hemen tüm Yahudi komşularımızdan dinlediğim, dedemin güngörmüş, yardımsever biri olduğu; evlerine odun kömür gitmeyenlere yakıt, hastası ya da yaşlısı olanlara yiyecek göndermesiyle anıldığı. En çok da, “Yoksul kaldığımız bir vakitti, Şükrü Efendi bizi hep kayırdı” sözleriyle dedemi minnetle yâd edişlerini bilirim. Şimdiki bilgimle, sanırım varlık vergisi zamanı olmalı.
Arap Şükrü’nün kelle paça, işkembe, kuru fasulye pilav ve şaraplı yıllarından sonra balık kültürüne geçişi biraz da Yahudi komşuların balık bilgisi ve ilgisinden kaynaklanıyordu. Babam ve amcalarımın da merakıyla bu gelenek pekişmiştir sonra. Çocukluğumdan hatırladığım manzara, iplere dizili, müthiş güzel kokan kurutulmuş ve sararmış uskumrularla çiroz yapılışı. Kapı önlerine, hatta evdeki balkona da asılırdı onlar. Akşamüstü havanın birden grileşip de babamın dükkândan “Alooo, yağmur geliyor!” nidasıyla, evde bir telaştır gittiğini, çirozların toplanıp teneke kutulara basıldıklarını nasıl unuturum?
“Esen, kızları da al, dükkâna in”
Sahi, 70’li yıllarda Erdinç’in Kahvesi olan yerde bir Agora Meyhanesi açar babam. Ticari İlimler Akademisi’nin Altıparmak’ta olduğu dönemdir bu. Buradaki akademisyenler erken akşamüzerlerinde burada buluşmaya başlar. Entelektüel sohbetlerin koyulaştığı o yıllarda hocalar kadar, sanatçıların da buluşma yeri olur Agora. Hatta Tanju Okan’ın Çelik Palas’tan pijamalarıyla kalkıp geldiği, Berkant’ın ‘Yılmaz Babaaa, neredesin?’ diye bağırarak içeri daldığı, Zeki Müren’in ‘Balığımı Yılmaz’dan başkası pişiremez’ deyişi üzerine babamın bin bir ricayla kalkıp Uludağ’a gitmesi, Müzeyyen Senar’ın da olduğu geceyi birlikte geçirdikleri ve -hangi birini sayayım- daha bir sürü anıyla doludur bu yıllar.
Meyhaneye o yıllarda sadece erkeklerin gittiğini hatırlarım. Kadınlar da kimi akşamlar komşularla keyifli saatler yaşardı, kendi aralarında, evlerde şarkılı içkili toplanırlardı. Kibar likörler eşliğinde şakalaşılırdı. Temiz düzenli insanlardı hepsi de. Ayrı gayrıları yoktu, birbirlerinde yeyip içerlerdi, çok da farklı olmayan yemek düzenleriyle uyumlu komşulardı. Koşer geleneğine uygun olarak, eti kendi kasaplarından aldıklarını annemden duymuşumdur. Bana hamileyken tüm Yahudi komşuların “Esen Hanımcığım, kokmuştur sana” diyerek muhakkak bir tabak olsun, pişirdiklerinden getirdiklerini annem hep anlatmıştır.
Babam İstanbul’daki seçkin meyhaneleri dolaşıp kadınlı erkekli yenip içildiğini görüp hayıflanırdı. Nitekim 1980 sonrası bir yılbaşı gecesi, “Esen, kızları da al, dükkâna in” demesiyle annem ve biz ilk kez meyhaneye adım attık. Büyük bir şaşkınlık oldu sokakta önce, gayet iyi hatırlarım. Ve ama Musevi komşulardan birkaçı da eşlerini çağırdılar. Yani Arap Şükrü Sokağı’nın artık hanımların da özgürce girip çıkabildikleri, hatta zamanla kadın başına gelebildikleri bir mekâna dönüşmesi babam sayesindedir.
Farkın farkedilişi: “Onlar Müslüman değil”
Musevi arkadaşlarımızla aynı okulda okuduk. Ayrı gayrı yoktu, ama yine de bariz bir fark olduğunu anlamamız için biraz büyümemiz gerekiyormuş. Doğrusu aramızda Türklük, Müslümanlık, Musevilik diye bir şey yoktu. Ta ki Gazi Akdemir İlkokulu Müdürü Salih Derin’in yaptığı konuşmanın ardından, Yahudi arkadaşlarımızın din dersinde bahçede oynadıklarını görünceye kadar. “Biz de girmeyelim, madem onlar girmiyor” dediğimizde, yanıt kesin ve keskin olmuştu: “Onlar Müslüman değil!” Farkı ilk fark edişimiz budur.
Sonra sonra evliliklerin de değişik olduğunu anladık. Kız babaları ve Yahudi erkek çocuk sahibi olanların içki muhabbetlerinde birbirleriyle şakalaşmaları şöyleydi: “Senin kızı bana versen, ne iyi olur”. El cevap: “Benim sana verecek drahomam yok”. Veya: “Senin oğlun sünnetli, sana kolay!” Anladık ki, kızlar çeyiz parasıyla gidiyorlar.
Musevi oğlanlarının doğumdan sekiz gün sonra sünnet edildiğini öğrenmemiz içinse yılların geçmesi gerekecekti.
Ve o sokakta tabii ki aşklar da yaşanırdı. Anneler babalar korkar, üzülürdü. Makbul olan Yahudilerin Yahudilerle, Müslümanların da Müslümanlarla evlenmesiydi. Çok aşırı bir iki aşk macerasını ben de büyüklerin gizli saklı konuşmalarından dinlemişimdir. Artık konuşulup dillendirildiği için bilir, izlerdim. Çocukça bir merakla ve “Neden olmasın ki?” ya da “Ne var bunda?” isyanlarıyla çekilen sıkıntıyı onlarla birlikte yaşardım.
Sokağın kaçan tadı: Göç
Sonra sonra, evlerde konuşulan ancak isimlerini hatırlamadığım ama büyüklerimin tanıdığı insanların yavaş yavaş gitmeye başlamaları sokağın tadını kaçıran ilk anılardır.
Bu kervanın başını İlya Amca çekti, sonra da Vitali. Çetin Amca’mın yıllar sonra gidip onları bulduğu, çok keyifli zaman geçirdiği, bize onlardan selam getirdiği, iyi haberlerini ulaştırdığı günleri hatırlarım. Gidip dönmeyenlerin, ama ender de olsa özlem gidermeye ziyarete gelenlerin annem ve babama da konuk olduklarını bilirim. Allah hepsine rahatlık versin. Ne diyebilirim?
Geçen sene çok ama çok unutulmaz bir olay oldu. Raşel’in oğlu Moris, Balıklı Bahçe’de gelip bizi buldu. “Kıvırcık saçlı o haşarı kız ne yapıyor?” diye ona annesini sorduğumu, o unutulmaz anıları paylaştığımı, gözlerim yaşla dolu o günleri önü alınmaz bir hasretle yâd ettiğimi söylememe gerek var mı?
İnşallah Raşel’in torunlarıyla da üçüncü buluşmayı gerçekleştiririz. Raşel’in annesi ve anneannesini de tanıyan biri olarak aslında bu beşinci buluşma olacak.
Biz hiç kavga etmedik. Hiç küsmedik.
Alanlık şahidimizdir.