Tolga Tüzün
Biber gazından, TOMA’dan, tazyikli sudan, gözaltından, kısaca polis teröründen korkmuyorlar. Gezi Parkı’nda ilk gün direnenler, ertesi gün yanlarına gelen yüzlerce genç, daha sonra sokakları dolduran ve polisi ve onunla beraber devleti Taksim’den kovalayan binler, onbinler korkmadı, korkmuyor. On binler, yüz binler birgün yeter deyip sokağa çıktığında devlet tası tarağı toplayıp gider. Gezi Parkı’nın direnişçileri bize bunu öğretti. Devlet şehrin merkezini on üç gün terkettiğinde, o terkedilen meydandakiler bize başka bir dünyanın mümkün olduğunu; bize öğretilen, izin verilen hayallerden ötede bir yaşam olduğunu öğretti.
Gezi Parkı’ndaki izinsiz yıkıma tepki veren ilk direnişçilerin yanına eklenen on binlerin hepsinin kendine göre bir sebebi vardı: Kimi hükümetin Reyhanlı bombalamasındaki tavrına, kimi kürtaj konusundaki müdahalelere, kimi 301’e, kimi YÖK’ün uygulamalarına karşı ses çıkartmaya geldi. Artan kadın cinayetleri, HES’ler, 4+4+4, Deniz Feneri komedisi, Galataport-Haydarpaşa yolsuzlukları, ÖSYM’nin basiretsizliği, Zeugma’nın sular altında kalması, Uğur Kaymaz’ın katledilmesi, Irak tezkeresi, KCK davası, internet sansürü, Roboski katliamı, Hrant Dink’in katli ve dava komedisi, Rahip Santoro, Zirve yayınevi katliamları, işçi ölümleri, alkol yasası, vicdani ret, transseksüllere yönelik şiddet ve cinayetler…
Zekâ, mizah ve tevazu
Sokağa kimin neden çıktığını talî bir soru haline getiren böylesi bir kitle hareketi, geleneksel örgütlerin içlere baygınlık getiren yaşasın/kahrolsun eksenli söylemlerini bypass etti: Gezi Parkı direnişçileri sloganlarında, pankartlarında, sosyal medyada zekâyı, mizahı ve tevazuyu bu hareketin çekirdeği yaptı.
Egemenler kendi tekellerinde zannettikleri tevazuyu, alışık olmadıkları bir hasma güya apolitik bir neslin pasif direnişçilerine kaptırdığını görünce, bütün ideolojik aygıtlarını ve silahlı güçlerini devreye soktu. Gezi Parkı direnişçileri sakin kaldıkça devlet köpürdü; onlar şarkı söyledikçe devlet yalan söyledi; onlar yemeklerini, çadırlarını, umutlarını paylaştıkça devlet küçüldü, neoliberal ve hatta postmodern cilası sıyrıldı; kendi özünü, şiddet ve terör tekelinin etrafında öbeklenmiş kelli felli adamlardan başka bir şey olmadığını gördü. Direnişçiler koca bir ayna tuttular hükümete ve hükümet bu devletin kurucu ilkeleriyle dillendirdikleri kadar problemleri olmadığının ortaya çıkmasından dehşete kapıldı. İlk 18 günde bu dehşetin faturası dört ölü, 5000’e yakın yaralı oldu.
Yabancı basına konuşurken bu eylemin söyledikleri gibi politik bir eylem olmadığını, yerli basına konuşurken bu eylemin politik bir eylem olduğunu anlatırken buldum kendimi. Yabancılar burada İslam karşıtı bir politik hareketi nafile okumaya çalıştı; direnişçiler başörtülülerine, namaz kılanlarına sahip çıktı. Yerli basının içler acısı durumunu anlatan en iyi tweet, bize devletin ideolojik aygıtları üzerinde nasıl bir hegemonya kurmuş olduğunu direnişe özgü sade, dolaysız, öz bir şekilde anlatıyordu: “Artık Türkler, Kürtlerin neden senelerdir çift çanak anten kullandığını anlamıştır.”
En çok sorulan sorulardan biri eylemin niteliğine, politik hedeflerine dairdi: Tahrir mi? Occupy mı? Neoliberal politikalara karşı çıkan, AVM ve kışla inşaatına ve kamusal bir alanın tahribatına kenti kullananlardan bağımsız karar verebileceğini düşünenlere karşı isyanı gözönünde bulundurmasıyla Occupy; otoriterleşen bir egemene diklenmesi, cüreti, isyanı ve sokağın bir kitlesel hareketin kendisi olması yönüyle Tahrir. Bu iki kutuplu, “O mu, bu mu”, “Ya o ya bu” modellerinin hiçbirisine tamah etmemesiyle Gezi Parkı, belki her ikisini de kapsayan, her ikisini de bünyeside barındıran yeni bir hareket. Bence en çok 1999 Seattle’ına benziyor: Herhangi bir siyasal hareketin sokakta çoğalması sayesinde değil; sokağın siyasal, sendikal, sivil bütün hareketlenmeleri kendine katarak yeni bir politik alan olarak kendini tanımlaması, geleneksel ikiliklerin işlemediği bir tikel alan yaratmasından ötürü. Bu alan kendini gerçekleştirecek mekân olarak Gezi Parkını tayin etti: Dayanışma, paylaşım, yanyanalık, birliktelik, omuz omuzalık gibi geleneksel solun kavramları burada hem de bu kavramlara çoğu zaman aşina olmayan bir kitle tarafından yeniden tanımlandı.
Devletin astığı bayrak
Kitlenin yedeğine takılan ve palazlandığını gördüklerinde direnişi aşırmaya çalışan Kemalistler ve ırkçılar, yani ilk günlerde İslamofobik ve ırkçı/militarist söylemleriyle provoke etmeye çalışan Perinçek’in askerleri (TGB) ve Ergenekon’un askerleri (Genç Türkler), “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarını attırdıkları çocukların çoğunun parktaki havayı gördükten sonra kimsenin askeri olmamaya meyletmeleri sonucunda umduklarını bulamadı. Açılan bayrakların asıl sahibi devlet, bayrakların en yoğun açıldığı günlerde bundan cesaret bulup barış sürecini sabote etti ve Roboski dosyasını askerî savcıya devretti. Taksim’i geri aldığındaysa astığı bayrak alandan kovduğu ulusalcılarınkinin aynısıydı. Jandarma TOMA’larından tazyikli suyu yemeden önce “en büyük asker bizim asker” diye bağıranlar, Hürriyet gazetesine konuşan bir polisin dile getirdiği ve birçok devrimci sosyalistin ve Kürt’ün yıllardır bildiği bir gerçekten habersiz gibiydi: “…üniformayı giydiğimiz anda devletin ete kemiğe bürünmüş haliyiz ve her an bunu düşünmek zorundayız.”
Çok daha genel bir direniş ahlakının yavaş yavaş yerleştiği bir on yıl geçirdik. Tekel, HES direnişleri gösterdi ki eski paradigmanın klasik siyasal aktörleri, muhalefet yapmayı bir kenara bırakın, olan biteni anlamlandırabilecek sağduyuya bile sahip değil. CHP ve sendikalar sınıf mücadelesinde olduğu kadar sivil haklar için mücadelede de kendilerine açılan krediyi tüketti.
Oysa AKP’nin otoriterleşmesi son ayların meselesi değil: Müslüman’ın, milliyetçinin ve sermayenin bulunduğu üç kefeli bir terazide yıllardır oynadığı bir denge oyununun yan etkisi. Otoriterlik her zaman masadaydı, karşı kefesinde başka bir hayat, başka bir dünya önerebilecek makro bir siyasî perspektif şekillenmemişti. Ağırlığını yirmili otuzlu yaşlarda olanların oluşturduğu; sivil itaatsizlik eylemleri, mizah dolu duvar yazıları, neşeleri, şarkıları, dansları, yoga seansları, sosyal sorumluluk anlayışlarıyla bu coğrafyada unutulmayacak bir kırılma yaratıyorlar.
Bu satırları yazarken Taksim’de duranadam ve İstiklal Caddesi’nde birdirbir eylemleri başladı. Polis gene şaşkın. Sokakların avaz avaz bağırdığı gibi: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.” Sayelerinde, kırklı yaşlarında olan 12 Eylül darbesinin çocukları üstlerine çökmüş olan karabasandan silkindi, sayelerinde umut gene geldi siyasetin göbeğine oturdu. Sayelerinde, Sema Kaygusuz’dan alıntılıyarak söylüyorum, “42 yaşındayım. Hayatımda ilk defa bir ülkem oldu.”