Kemal Ümitli
2012’nin son günlerinde TÜSİAD’ın kurucu babalarından biri daha vefat etti. İki sene önce TÜSİAD üyeliğinden ayrılan Asım Kocabıyık, ayrılırken söylediği, TÜSİAD’ı CHP’ye ve sol görüşlü kişilere sanayiyi anlatmak için kurdukları sözüyle hatırlanır. Tarihin garip bir tecellisi olsa gerek: Derneğin yayın organı Görüş dergisinin aynı ay yayınlanan sayısı neredeyse sadece solcu olarak bilinen isimlerin yazılarından oluşuyordu. Kapak konusu “Türkiye’de burjuvazi” olan sayıda burjuvazinin ne olduğunu burjuvaziye anlatan isimlerin Ahmet İnsel, Murat Belge, Hakan Yılmaz ve Fuat Keyman olması, esprili bir tercih olmuş…
TÜSİAD, malum, Türkiye’de burjuvazi denince ilk akla gelen kelime. Fakat TÜSİAD’ın kendini burjuvazi mi, yoksa aristokrasi olarak mı gördüğü pek net değil. Mesela Murat Belge’nin dergideki yazısının izinden gittiğimizde, derginin kapak tasarımı ile çizilen imajın burjuvaziden çok aristokrasiye uyduğunu söyleyebiliriz. Zaten Ahmet İnsel de yazısında Türkiye’de burjuvazinin Batılı yaşam tarzı değerlerine sahip kısmının fiilen aristokrat konumu işgal ettiğini vurguluyor. Ahmet İnsel’in yazısında iki boyut ön plana çıkıyor: birincisi Türkiye’de burjuvaziyi sadece TÜSİAD üzerinden konumlamamak, MÜSİAD ve TUSKON’da örgütlenen işinsanlarını da burjuvazi kavramsallaştırmasına dahil etmek ve AKP’nin de burjuva partisi olarak adını koymak.
İkinci boyut ise Türkiye’de millî burjuvazinin devlet katından ve devletin çıkarları için Osmanlı gayrimüslim azınlıkların mal ve servetlerinin müsadere ve yağma yoluyla paylaşılmasıyla yaratılmış bir zümre olması. Türkiye’de burjuvazinin servetinin kaynağının soykırım, mübadele, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi yöntemlerle gayrimüslimlerin mallarına el konulması olduğunu biz biliyoruz da, burjuvazinin bu durumu tescil ederek resmî yayın organında bu netlik ve çıplaklıkta ifade etmesini takdirle karşılamamak imkânsız. Yalnız bu itirafın ne kadar bilinçli yapılmış olduğundan pek emin olamadım. Kim bilir, belki de Ahmet İnsel’in bu cümleleri gözden kaçmıştır. Hem canım zaten TÜSİAD’ın bu tür akademisyenlere yazdırdığı yazılar sadece yazarı bağlardı, derneği değil; öyle değil mi?
Bu ikinci boyuta hiçbir itirazım yok ama ilk boyuta ilişkin söyleyeceklerim var.
Türkiye’de burjuvazi sınıf mı? Kültürel kimlik mi?
Önce, “Türk burjuvazisi kendi vatandaşlarından nefret mi ediyor? Yoksa hazzetmiyor mu?” olduğu konusunda Ahmet İnsel’in göstermiş olduğu hassasiyetle sorunum var. Malum, Orhan Pamuk geçtiğimiz aylarda “Burjuvazi beni öfkelendirir. Havalı olmalarından hoşlanmam. Egoistlikleri ve kendi vatandaşlarından nefret etmelerinden hiç hazzetmem. Laik Türk üst sınıfını askeri müdahaleler de, Kürtlere yapılan baskı da rahatsız etmez. Türk kadınlarının bir çoğuna, sadece başörtüsü taktıkları için tepeden bakarlar. Bu tutumları bana, eskiden Güney Afrika’da beyazların siyahlara bakışlarını anımsatır” demişti. Ahmet İnsel Orhan Pamuk’un değerlendirmesini önemli buluyor ama buna rağmen yazısında bu ifadelere yer vermeden değerlendiriyor. Ahmet İnsel’in ilgili paragraftaki ifadeleri yeterince açık ve net değil ama anlayabildiğim İnsel’e göre Türk burjuvazisi kendi vatandaşından nefret etmiyor; sadece hazzetmiyormuş. Bu detay açıkçası bana sineklerin kanatlarının damarlarının lacivert mi siyah mı gözüktüğü kadar enteresan geliyor. Ama Ahmet İnsel’in bu ifadelerinin bende yarattığı duygu, Orhan Pamuk’un Türk burjuvazisi üzerine söylediği sözlerin sert vuruculuğunun hafifletilmiş olduğu.
Bu vurgu farkı, burjuvaziyi bir sınıf olarak tanımlamak yerine bir kültürel kimlik olarak tanımlamakla ilgili. Fakat daha fazla ilerlemeden bir ufak parantez açmakta fayda var. Kapitalizm çözümlemesinde işçi sınıfı ve kapitalist sınıf, ekonomik sistemin analizi için gerekli olan kavramlardır. Yani dünya üzerinde farklı coğrafyalarda, farklı somut biçimleriyle yüzyıllardır var olan bir üretim tarzını çözümlemek için kullandığımız belli bir soyutlama düzeyinin kavramları bunlar. Şimdi buradan sıçrama yapıp, kapitalist sınıfı burjuvazi, işçi sınıfını halk ile eşitleyip, tüm işadamları örgütlerine burjuvazi örgütü ve iktidar partisine de burjuva partisi deyince ve teorik kavramsallaştırmayı reel politikanın içine tıkıştırılacağı şablon olarak düşününce işin rengi bir anda değişiyor.
İnsel’e göre Anadolu sermayesinin de burjuvazi olduğunun kabul edilmesi ve TUSKON, MÜSİAD gibi örgütlerin de TÜSİAD gibi burjuva örgütleri olarak tanımlanması ve AKP’nin de burjuva partisi olarak adının konması taşların yerine oturmasını sağlayacak. Sağlayacak sağlamasına da, ortada ufak bir sorun var: burjuvazi kendisini aristokrasi zannediyor ve öyle davranıyor; aslında burjuva olan Anadolu sermayesi bunun farkında değil; burjuvazi lafını neredeyse küfür gibi telakki ediyor. Ortada burjuvazi yok ama bir burjuva partisi var: AKP. (Dünyada iktidar olup da burjuva partisi olmayan hangi partiler var diye de bir ara düşünmek lazım.) Burjuvazi olmayınca, doğal olarak işçi sınıfı da olmuyor; herkes artık orta sınıf. (İşçi sınıfı yerine de orta sınıf kavramı tedavüle sürülmüş TÜSİAD’ın dergisinde.)
Sorun burada da bitmiyor: kendisini aristokrasi zanneden burjuvazi ile, yani TÜSİAD ile burjuvazinin partisi olup da kendisini orta sınıfın partisi zanneden AKP’nin pek de iyi geçinebildiklerini söyleyemeyiz. Aslında birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalıştıklarını biliyoruz. İnsel taşların yerine oturması için burjuva partisi karşısında yer alacak rakiplerin (ister istemez kastedilenin CHP olduğunu düşünüyorum) kendilerini “havass olma nostaljisinden ve zadegan kılıklı olmaktan kurtarması” koşuluna bağlıyor. Ancak korkarım bu koşulun yerine getirilmesi de yetmeyecek. Yani CHP sahici bir kitle partisi olsa da iş bitmeyecek. Çünkü bugünkü sorunumuzun temelini TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON’un, siyasî temsilcileri AK Parti’den güç alarak, beraberce işçi sınıfına karşı yürüttükleri sınıf mücadelesi oluşturmuyor. Bugün orta sınıfları, Anadolu sermayesini ve AK Parti’yi, ortak çıkar temelinde bir araya getiren şey burjuvazinin bir kesimine, İnsel’in terimiyle “elit tabakaya” karşı olmak. Elit tabakaya karşı olan Anadolu sermayesi ve AK Parti’de mütedeyyin olarak niteleyebileceğimiz değerlerin ortak olması, kültürel kodların ön planda olduğu bir süreci ima ediyor olsa da aslında elit tabaka ile diğerleri arasındaki ekonomik çıkar farklılıkları derin ve önemli.
Sermaye içi çelişkiler
Peki ama, kapitalist sınıfın, sermaye sınıfının içindeki çelişkiler, başka her şeyin ötesine geçecek kadar derin olabilir mi? Olamaz, çünkü kapitalizmin doğası gereği sermaye sınıfı içindeki çelişkiler başat değildir. Ama bunu söylerken aslında yine çaktırmadan kavramlarla oynamış oluyorum. Sermaye sınıfı ve burjuvaziyi birbiri ile eşanlamlı, kavramlar olarak kullanmamakta fayda var. Kelimelerin kökeninin de işaret ettiği gibi, “sermaye sınıfını” daha temel ve soyut bir düzeyde, ekonomik analiz kavramı olarak görmek, “burjuvaziyi” ise, sosyal, siyasal ve kültürel boyutları olan tarihsel bir kategori olarak ele almak daha uygun. Burjuvazi, sermaye sınıfının belli bir tarihte, belli bir coğrafyadaki durumunu analiz etmek için kullanışlı bir kavram. Ama sermaye sınıfının üretim ilişkilerinden kaynaklanan temel davranış kalıplarını her tarihsel dönemeçte burjuvazide görmeyebiliyoruz. Zaten aksi halde sınıf mücadelesi dediğimiz şey gayet yeknesak ve malumun ilamı olmanın ötesine geçmezdi. Sınıflar hep ve sadece teorik rollerine uygun davransalardı, geçmiş de bugün de farklı olurdu. Sermaye sınıfının Türkiye’deki somutlanışı olduğu için bir tarihsel bütünlüğe sahip olsa da, Türkiye burjuvazisinin kendi içindeki çelişkileri dönem dönem keskinleşebiliyor. TÜSİAD ile MÜSİAD ve TUSKON’da temsil edilen sermaye sınıfına bu açıdan bakmak lazım.
Burjuvazi içinde tarihten gelen farklılıkların yanı sıra devletle olan ilişkiler de ekonomik çıkarları farklılaştırıyor. Devlet, uzun dönemde kapitalist sistemin kendini yeniden üretmesini sağlamak üzere çalışan bir aygıt olsa da tarihin belli bir döneminde sermaye sınıfı içindeki çekişmede taraf olabiliyor. Türkiye’de burjuvaziyi yönlendiren, şekillendiren hatta var eden devletin kendisi oldu. Türkiye’de sermaye sınıflarının ve burjuvazinin gelişimine ve devletle ilişkisine bu perspektiften bakmazsak yaşadığımız süreci anlayamayız. Yine burada da ekonomik ve siyasî düzlemleri birbirine karıştırınca TÜSİAD’ı iktidarı sürekli olarak kontrol altında tutan güç olarak görmek ve her iktidar partisini de TÜSİAD’ın emrinde zannetmek kaçınılmaz oluyor. Bundan kaçınamayınca da şu anda Türkiye’de olan biten yanlış yorumlanıyor.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nde “millî burjuvazinin” önce kan ve şiddetle el konulan gayrimüslimlerin mal varlıkları üzerinde, sonra teşvikler ve kamu ihaleleri yoluyla vücut bulmuş olması, “millî burjuvazinin” her zaman devletin kontrolünde ve emrinde olmasına yol açtı. Yani “millî burjuvazi” varoluş koşulları nedeniyle hiçbir zaman sermayesinin gücüyle orantılı bir sosyal ve siyasal kişiliğe sahip olmadı. Bugün üçüncü kuşak bile hâlâ bu devletçi kodların varoluşsal bir genetik miras olarak korunduğunu görüyoruz. Türkiye’deki “millî burjuvazi” itibarını sermayesinden çok siyasî iktidarla ayrıcalıklı ilişkilerinden aldığı için sadece kültürel olarak, yaşam biçimi olarak burjuvazi olabildi. Orhan Pamuk’un ifadesiyle kendi vatandaşlarından nefret eden bir yaşam biçimi burjuvazisi yani.
Türkiye’de bir de devlet eliyle yaratılmayan, kapitalist sistem içinde kendiliğinden gelişen bir sermaye sınıfı da var. Bu sınıfın gelişmesi, finansal liberalizasyon sonrasında mümkün oldu. Böylece 1980’lere kadar “millî burjuvazi” her türlü finansman imkânını kendisinde tutmaya ve bu sayede kendisinden izin almayan birilerinin burjuvalaşmasını önlemeye muvaffak olurken, liberalleşme ve küreselleşme ile birlikte bu süreç değişti. Artık Anadolu’da yeni ve devletten ve mevcut “millî burjuvazi”den tamamen bağımsız yeni bir sermayedar kitle ortaya çıkmaya başladı. Bu nev zuhur sermayedarlar, sınıf çıkarları açısından burjuvazi kavramı ile birebir örtüşüyor olsa da, kültürel kod olarak bildiğimiz, tanıdığımız burjuvaziye hiç benzemiyordu.
Kısaca, bir yanda, sınıf çıkarları olarak Türkiye’nin geleneksel burjuvazisine denk düşse de, yaşam tarzı olarak ondan farklı bir sermayedarlar var bir yanda. Diğer yanda ise, artık üçüncü kuşağına geçmiş olan millî burjuvazi, kültür olarak burjuvaziyi oluştursa da sınıfsal davranış kodu olarak aristokrasiye yakın. Kendisini var eden devletin şimdi zayıflamakta olduğunu görmekten üzüntü duyan ve daha ilk ya da ikinci kuşağı yaşayan yeni zenginlerin kültürsüzlüğünden yakınan eski elitler.
Yukarıda da yazmıştım, sermaye sınıfı içindeki bu çelişkili durum kapitalizmin doğası gereği kalıcı olamaz. Küresel ekonominin gereklilikleri, varoluşunu devlete borçlu olan ve olmayan sermayedarlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırır. Sermaye birikiminin kaynakları değil, sektörlerdeki kâr oranları önem kazanır. Zaman geçtikçe burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki kültürel çekişme de sönümlenir. En fazla bundan 10-15 sene sonra zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali, dert edineceğimiz bir TÜSİAD-MÜSİAD çekişmesi de kalmaz.
Şimdi en sonuncu sonuca geliyorum: Peki o zaman kendini öküz sanan kurbağa misali, kendini aristokrat sanan burjuvazinin örgütü TÜSİAD’ın sınıfsal analizdeki yeri nedir? Konuyu burjuvazi tartışması ile bulandırmaya hiç gerek yok. TÜSİAD, sermaye sınıfı içinde en büyüklerinin, en örgütlü olanlarının ve emperyalizmle en entegre olanlarının temsil örgütüdür.